“Kızlar için sıkı kelimesi kullanılamaz. Onlar sadece güzel veya hoş olabilirler. Sen hiç sana daha önce dinlemediğin bir müzik öneren bir kız gördün mü?”
Yazar olmaya çalışan iki genç erkeğin arkadaşlık, aşk ve melankoli dolu hikâyesi.
Zarif, uçarı, kırılgan, melankolik ve entelektüel bir film. İdealler, hayaller, gerçekler, aşk, dostluk, sanat ve dürüstlük üzerine özgür ruhlu bu çalışma Oslo’da geçen bir Fransız filmi havasında ve Yeni Dalga’dan 2000’li yıllara başarılı bir iz düşümü gibi.
Beş genç erkeğin ve özellikle Phillip ve Erik karakterlerinin üzerinden hemcinsler arasındaki dostluğu ve karşı cinsle olan aşkı sık sık karşı karşıya getiren bu film, bu bağlamda belki de gençlerin olgunluğa giden yolun başında durma inatlarını da anlatmaya çalışıyor. Ingmar Bergman’ın anı kitabı “Büyülü Fener” de ifade ettiği gibi “dostlukta içtenliğin belirgin olduğuna, sadakatin kırılgan olmadığına ve çatışmaların doğal kabul edilip bulaşıcı olmadığına” inanan bu gençlerin dostluğun o önyargısız sezgilerini kaybetmeme çabaları söz konusu.
Oyunculukların profesyonel ve gösterişli bir havanın çok ötesinde sergilendiği ve sanki yönetmen gerçekten bir arkadaş grubu arasına kamerasını yerleştirmiş havasında aktarıldığı filmde tüm oyuncular doğallıkları ve gerçekçilikleri ile göz dolduruyorlar ama seyredene yansıyan bu sıcak görüntüde en büyük pay tercihleri ile yönetmene ait aslında. Özellikle Erik rolündeki Espen Klouman-Høiner, Philip rolündeki Anders Danielsen Lie ve Kari rolündeki Viktoria Winge bu gençlik hikâyesinin yaşamın o döneminin tüm unsurları ile birlikte seyirciye geçmesine keyifli bir şekilde katkıda bulunuyorlar. Yönetmen Trier, film boyunca zaman zaman hayal ile gerçeği karıştıran bir dış sesi de çok başarılı bir biçimde kullanarak görüntüyü donduruyor, görüntü ve sesin farklı anlara ait olduğu kısa sahneler üretiyor, geri dönüşlerde bulunuyor ve çoğunlukla kısa tutulmuş planlarla sanki olağanüstü bir hikâyeden seçtiği küçük parçaları bize aktarıyor.
Filmin kırılgan havasını çok iyi yansıtan bir müzik eşliğinde anlatılan ve çok yakın arkadaşlar arasındaki o tatlı ve dışa kapalı mizahın havasını da taşıyan hikâye filmin adını da çok iyi taşıyor. Bu bakımdan içerik ile filmin isminin çok başarılı bir biçimde örtüştüğünü de belirtmek gerekiyor. Phillip kız arkadaşı ile Paris’teki olağanüstü günlerini tekrar hayata geçirmeye çalışıyor, Phillip ve Erik hayranı oldukları bir yazarın hayat hikâyesini tekrar ve kendi bedenleri ile yaşamaya çalışıyorlar ama sanırım en önemlisi çok daha başka bir tekrarlama çabası; yavaş yavaş kaybetmeye başladıkları ilk gençliklerini her gün yeniden başlatarak o büyülü günleri ve saf dostluklarını sürekli tekrarlamaya çalışıyorlar. Tüm bu tekrarlama çabaları böylece aslında hikâyeye ilk bakışta farkedilmeyecek sıcak bir nostalji havasını katıyor.
Oslo’nun “zengin” çevrelerinde geçen bu hikâyede kahramanlarımız dünyanın büyük bir kısmının yaşadığı herhangi bir sıkıntıdan çok uzak gibiler ve bu nedenle yaşadıkları sıkıntılar “zengin ve entelektüel olanlara ait lüks duygular” gibi görünebilir. Bu küçük eleştiri bir yana bırakılırsa büyüme, sanat ve sanatçı, aşk, yitirme duygusu üzerine ama en çok da ve özellikle ilk gençlik günlerindeki ve aşkın erotik çekişmesinden uzak dostluklar üzerine ve dozunda bir mizah duygusu ile anlatılan bir ağıt bu film. Kederden ve çekişmeden uzak, gün ışığının yüzümüzü daha bir sevecen aydınlattığı o geri gel(e)meyecek günler için.
(“Tekrar”)