Reprise – Joachim Trier (2006)

“Kızlar için sıkı kelimesi kullanılamaz. Onlar sadece güzel veya hoş olabilirler. Sen hiç sana daha önce dinlemediğin bir müzik öneren bir kız gördün mü?”

Yazar olmaya çalışan iki genç erkeğin arkadaşlık, aşk ve melankoli dolu hikâyesi.

Zarif, uçarı, kırılgan, melankolik ve entelektüel bir film. İdealler, hayaller, gerçekler, aşk, dostluk, sanat ve dürüstlük üzerine özgür ruhlu bu çalışma Oslo’da geçen bir Fransız filmi havasında ve Yeni Dalga’dan 2000’li yıllara başarılı bir iz düşümü gibi.

Beş genç erkeğin ve özellikle Phillip ve Erik karakterlerinin üzerinden hemcinsler arasındaki dostluğu ve karşı cinsle olan aşkı sık sık karşı karşıya getiren bu film, bu bağlamda belki de gençlerin olgunluğa giden yolun başında durma inatlarını da anlatmaya çalışıyor. Ingmar Bergman’ın anı kitabı “Büyülü Fener” de ifade ettiği gibi “dostlukta içtenliğin belirgin olduğuna, sadakatin kırılgan olmadığına ve çatışmaların doğal kabul edilip bulaşıcı olmadığına” inanan bu gençlerin dostluğun o önyargısız sezgilerini kaybetmeme çabaları söz konusu.

Oyunculukların profesyonel ve gösterişli bir havanın çok ötesinde sergilendiği ve sanki yönetmen gerçekten bir arkadaş grubu arasına kamerasını yerleştirmiş havasında aktarıldığı filmde tüm oyuncular doğallıkları ve gerçekçilikleri ile göz dolduruyorlar ama seyredene yansıyan bu sıcak görüntüde en büyük pay tercihleri ile yönetmene ait aslında. Özellikle Erik rolündeki Espen Klouman-Høiner, Philip rolündeki Anders Danielsen Lie ve Kari rolündeki Viktoria Winge bu gençlik hikâyesinin yaşamın o döneminin tüm unsurları ile birlikte seyirciye geçmesine keyifli bir şekilde katkıda bulunuyorlar. Yönetmen Trier, film boyunca zaman zaman hayal ile gerçeği karıştıran bir dış sesi de çok başarılı bir biçimde kullanarak görüntüyü donduruyor, görüntü ve sesin farklı anlara ait olduğu kısa sahneler üretiyor, geri dönüşlerde bulunuyor ve çoğunlukla kısa tutulmuş planlarla sanki olağanüstü bir hikâyeden seçtiği küçük parçaları bize aktarıyor.

Filmin kırılgan havasını çok iyi yansıtan bir müzik eşliğinde anlatılan ve çok yakın arkadaşlar arasındaki o tatlı ve dışa kapalı mizahın havasını da taşıyan hikâye filmin adını da çok iyi taşıyor. Bu bakımdan içerik ile filmin isminin çok başarılı bir biçimde örtüştüğünü de belirtmek gerekiyor. Phillip kız arkadaşı ile Paris’teki olağanüstü günlerini tekrar hayata geçirmeye çalışıyor, Phillip ve Erik hayranı oldukları bir yazarın hayat hikâyesini tekrar ve kendi bedenleri ile yaşamaya çalışıyorlar ama sanırım en önemlisi çok daha başka bir tekrarlama çabası; yavaş yavaş kaybetmeye başladıkları ilk gençliklerini her gün yeniden başlatarak o büyülü günleri ve saf dostluklarını sürekli tekrarlamaya çalışıyorlar. Tüm bu tekrarlama çabaları böylece aslında hikâyeye ilk bakışta farkedilmeyecek sıcak bir nostalji havasını katıyor.

Oslo’nun “zengin” çevrelerinde geçen bu hikâyede kahramanlarımız dünyanın büyük bir kısmının yaşadığı herhangi bir sıkıntıdan çok uzak gibiler ve bu nedenle yaşadıkları sıkıntılar “zengin ve entelektüel olanlara ait lüks duygular” gibi görünebilir. Bu küçük eleştiri bir yana bırakılırsa büyüme, sanat ve sanatçı, aşk, yitirme duygusu üzerine ama en çok da ve özellikle ilk gençlik günlerindeki ve aşkın erotik çekişmesinden uzak dostluklar üzerine ve dozunda bir mizah duygusu ile anlatılan bir ağıt bu film. Kederden ve çekişmeden uzak, gün ışığının yüzümüzü daha bir sevecen aydınlattığı o geri gel(e)meyecek günler için.

(“Tekrar”)

Hafið – Baltasar Kormákur (2002)

“Öldükten sonra cesedimi istediğiniz gibi sürükleyin, daha önce değil”

Günümüz İzlanda’sından bir aile üzerinden parçalanma hikâyesi.

Gösterişsiz başlayan ve çoğunlukla öyle devam eden ama adım adım inşa ettiği parçalanma hikâyesi ile çok etkileyici bir film. Gözlemleri, tespitleri ve sergilediği insanlık manzarası ile umuda pek bir yer bırakmayan ve üzerinde düşünmeye zorlayan bir çalışma.

Kişisel, sosyal ve ekonomik tüm ilişkilerin rayından çıktığı, küreselleşmenin toplumun en küçük birimlerine kadar inen parçalayıcı ve standartlaştırıcı etkisinin egemen olduğu bir ortamda bireysel çıkarların ve diğerlerine rağmen ayakta kalma mücadelesinin nasıl doğal bir yaşam şekli haline geldiğini etkileyici ve yalın bir dille aktaran film yönetmen Kormákur’un da filmografisindeki en etkileyici çalışmalardan biri.

Bir İzlanda kasabasında çalışan ve para harcamamak için çaydan başka bir şey içmeyen Çinli işçilerden, kârlı olmasına rağmen kapitalizmin doğası gereği büyükler arasında yok olmamak için satılması gereken şirkete ekonomik küreselleşmenin yakıcı etkisi altındaki bir dünyada diğer ilişkilerin bundan etkilenmemesi imkânsız elbette. Ne değişen dünyada babanın eskiyi ayakta tutma çabasının bir anlamı var ne de piyano başında hep birlikte söylenen ve insanlığın yitirdiklerinin tümüne bir ağıt havası taşıyan şarkının parçalanan aileyi bir arada tutma şansı. Her türlü otoritenin (bireyleri bir arada tutan ve sevgi ve saygıya dayalı otoriteden bahsediyorum) yok olup gittiği bir dünyayı sembolize eden pek çok unsur var filmde. Tüm film boyunca aciz bir şekilde gösterilen polis, en sağlıklı ilişkiyi elindeki elektronik alet ile kuran delikanlı, iyimser filmlerde mutlu bir büyük aile fotoğrafına arka plan oluşturacak toplu akşam yemeğindeki tüm diyaloglar iç burkan bir acılığa sahip. Delikanlının ileride kendisinin de dönüşeceği insan olan babasına olan tepkisini arabanın, o etrafındaki insanlara göstermediği özel ile camlarını sildiği arabasının, kapılarına sprey ile $ işaretleri yapması belki de insanın içinde yer alan ve sonradan toplumun tüm geçerli değerleri ve dinamikleri ile yok edilecek olan güzelliğin bir göstergesi.

Şöminenin bile sahte olduğu ve başında hiç konuşmadan oturulduğu evler var bu filmde. Bu etkileyici sahneden daha etkileyici olan tüm yemek bölümü. Bir oyundan uyarlanan film belki de oyunun en dramatik anlarını burada sinemanın kendi dilini başarı ile kullanarak yeniden yaratıyor. Bunun ardından gelen mirası açıklama sahnesi ise tüm kötülüklerin ortaya döküldüğü çok etkileyici bir kırılma anı. Ailenin küçük oğlunun dilinden ifade edildiği gibi herkesin birbirine tepeden baktığı ve birbirlerine benzedikleri için birbirlerinden nefret ettiği bir aile, aslında bir tüm bir toplum var burada. Filmin tüm kadrosu, en küçük rolden başrollere kadar, saf ve güçlü bir oyun veriyorlar ve filmin dramatik gücünü daha da artırıyorlar.

Ailenin kızının kocası ile birlikte evi talan etme sahnesi gibi seyredeni kahredebilecek bölümler içeren film, elbette benzersiz kar ve dağ görüntüleri, vahşi kapitalizmin uç noktalarını gösteren anları, naifliğin, hümanizmin ve toplumcu düşüncenin tamamen yok olduğu bir dünyada karşımıza çıkacak manzarayı anlatan etkileyici kareleri ile mutlaka seyredilmesi gereken bir film. Evet, filmde de söylendiği gibi “aşk şarkıları yazan ama kendinden başka kimse için bir şey hissetmeyen insanların” dünyası var burada. Yaşadığımız dünyayı ama önce kendimizi sorgulamak için.

(“The Sea” – “Deniz”)

Can-Can – Walter Lang (1960)

“Günah Montmartre’da icat edilmedi. Burada sadece mükemmelleştirildi”

1896’da kankan dansının yasak olduğu Fransa’da dansın ve gerçek aşkı anlamanın müzikal hikâyesi.

Cole Porter’ın sahne müzikalinden uyarlanan film müzikal sinemanın başyapıtlarından olmasa da şarkıları, oyuncu kadrosu, dönem kostümleri ve kankan başta olmak üzere dansları ile keyifli bir çalışma.

Hollywood’un kendi ürettiği gerçekliği vardır ve bunu cüretkârca sunmaktan ve doğalmış gibi kabul görmesini beklemekten hiç çekinmez. Bu filmde de klasik Hollywood klişelerinden biri film boyunca pervasızca kendini gösteriyor. Fransa’da geçen ama çoğunlukla Amerikalı oyuncuların yer aldığı filmde oyuncuların aksanları üç kategori arasında dağılmış; Başta Frank Sinatra olmak üzere katıksız Amerikan aksanı ile İngilizce konuşan Amerikalı oyuncular, Fransız aksanı ile İngilizce konuşan Fransız oyuncular ve Fransız aksanı ile İngilizce konuşmaya çalışan Amerikalı oyuncular. Bu dil cümbüşünü (aslında garipliğini) bir kenara koymak gerek çünkü Hollywood öyle diyorsa öyledir.

Maurice Chevalier’nin biraz da yaşının gereği bir parça durgun, Louis Jourdan’ın tüm yakışıklılığı ile sevimli ve canlı, Frank Sinatra’nın oynadığı filmden bağımsız tekrarladığı standart oyunu ile idare eder göründüğü ve sanki Montmatre’da bir Amerikalı gibi dolaştığı filmin yıldızı elbette Shirley MacLaine. Sanatçı güldürüyor, eğlendiriyor, şarkı söylüyor, dans ediyor ve tüm filmi sürükleyen isim oluyor.

Bir dönem filmi olmasından dolayı kostümlerin çok göz alıcı olduğu bir film bu. Elbette tümü rengarenk, gösterişli ve çekici. Bu kostümler eşliğinde sergilenen dans ve şarkı bölümlerinin özellikle bir kısmı çok başarılı. MacLaine’in denizcilerle yaptığı dans sert koreografisi ile dikkat çekerken, yine MacLaine’in nişan törenindeki “gösterisi” sanatçının komedi yeteneğini de ortaya koyması ile öne çıkıyor. Doğrudan hikâyenin bir parçası olmayan ve bu nedenle bir parça filmin dışında gibi duran “Adem ve Havva” balesi bölümü de bir elmanın nelere yol açabileceğini gösteren ve üzerinde özenle çalışıldığı belli olan karelere sahip. Ayrıca “Just One of Those Things” ve “It’s All Right with Me” şarkılarını ve Jourdan’ın evlilik teklifine kadar uzanan çıkma teklifi bölümünü de unutmamak gerek.

Başrolde Frank Sinatra olunca tahmin edilebilir bir final ile bitiyor film ama filmdeki tüm gelişmeler ve tarafsız bir değerlendirme bu seçimin yanlışlığını çok açık bir şekilde gösteriyor. Bir tarafta Fransız aristokrasisi ve burjuvazisini, diğer tarafta Fransız lümpenlerini (aslında bu görüntü altında, Frank Sintra’nın varlığını düşünürsek, tarihi ve birikimler üzerine kurulu bir kültürü olmayan Amerikalıları) tutarak bir sınıf çatışması hikâyesi de anlatır gibi görünse de kuşkusuz böyle bir derdi olmayan bir müzikal. Günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi görmedikleri, okumadıkları ama yine de ahlâksız olduğuna emin oldukları şeylere günah yaftası yapıştırmaktan kaçınmayan püriten ahlâk sahiplerine yüzeysel de olsa çatan film, eğlenceli bir seyirlik sonuç olarak.

(“Paris Dansözü”)

Stage Fright – Alfred Hitchcock (1950)

“Umarım nasıl olduğu sorulduğunda, gerçekten nasıl hissettiğini söyleyen insanlardan değilsindir”

Bir ünlü sanatçı, onun sevgilisi, o sevgiliye aşık bir oyuncu adayı ve bir dedektif arasında geçen cinayet, masumiyet ve aşk hikâyesi.

Alfred Hitchcock’un başyapıtlarının arasında nispeten gölgede kalan bir film. Bir romandan uyarlanan senaryo bir yandan dram ve polisiye üzerinden bir gerilim filmine aracılık ederken diğer yandan da bu gerilim atmosferini zaman zaman mizah ile dengelemeye çalışmış. Bir başyapıt değil ve pek çok Hitchcock filminden geriye kalan kült olmuş sahneler açısından zayıf ama yine de ustanın izlerini taşıyan, seyri keyifli ve klasik sinemanın tadını taşıyan bir film karşımızdaki.

Marlene Dietrich ve Hitchcock iş birliğinden daha üst düzey bir sonuç çıkabilir ve Dietrich daha çarpıcı bir karakter aracılığı ile daha etkileyici bir performans verebilirdi belki ama sonuçta onu bir filmde ve örneğin “La Vie en Rose” söylerken izlemek her zaman cazip bir aktivitedir. Buradaki eksiklik belki filmin finali ile tutarlılığı sağlamak adına filmde zaman zaman beliren “femme fatale” havasının yeterince işlenmeden kalmış olması. Jane Wyman rolünde idare eder bir havada oynarken Michael Wilding ise zeki ve esprili dedektif rolünde filmdeki en başarılı isim oluyor.

Yönetmenin kendini gösterdiği ve diğer filmlerine göre daha kısıtlı sayıda olduğu görülen klasikleşmiş karelerin başında barda geçen “dedektife yaklaşma ve sarhoş adamdan kurtulma“ sahnesi gösterilebilir. Burada Hitchcock özellikle kurgu ve diyaloglar aracılığı ile filmin en çok gülümseten anlarını yaratmayı başarıyor. Wyman’ın oyuncu adayı ve hizmetçi karakterleri arasında gidip gelirken içine düştüğü durumlar ve kimliğini saklama gayreti de tam da Hitchcok filmlerinde bekleyeceğiniz türden bir “kahramanımız zor durumda” gösterisi. Diyaloglar demişken burada birkaç örnek de vermek gerekiyor. O günlerin sineması için biraz sıra dışı bir karakter olan boşanmış babayı canlandıran Alastair Sim’in alaycı ve zeki cümleleri filmin en sarkastik anlarını oluşturuyor. Polisin cinayet için tanıklığına başvurduğu hizmetçi kadın ise kendisine çok soru sorulmasını “kendisini Sovyetler Birliği’ndeymiş gibi hissetmek” ifadesi ile anlatarak Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarından bir tipik karşıya bakışı getiriyor filme.

Finali ve gerçeğin keşfi zaman zaman eleştiri konusu olmuş bu filmin ama bu eleştirilerin geçersizliği başlardaki flash-back sahnesi dikkatli bir şekilde seyredilirse görülecektir. Burada yönetmen seyircinin çabuk yargıya varma alışkanlığını ve klişelere olan eğilimini kullanarak seyirciyi bir anlamda ters köşeye yatırıyor. Sürpriz finali, günümüz gözü ile bakıldığında çok komik duran “gizli dinleme” sahnesi, herkese kısmet olsun dedirtecek bir fedekâr sevgili karakteri ve bazen doğruların en inanılmaz görünen olduğunu hatırlatması ile en üst düzeyden olmasa da keyifle seyredilecek bir Hitchcock filmi.

(“Sahne Korkusu”)