“Biz Tanrıyız. Yarattığımız insanların hayatını kontrol eden küçük ve kötü tanrılar. Yaşamalarına veya ölmelerine karar veriyoruz”
Adı doğrudan belirtilmese de “The African Queen” filminin çekimleri sırasında yönetmen John Huston’ın çekimleri aksatan av tutkusunun hikâyesi.
Clint Eastwood’un klasik sinema anlayışını takip eden ve özellikle sinema tutkunlarını cezbetme ihtimali yüksek olan filmi kibire varan bir ukalalık, başına buyrukluk ve zekâ örneği bir yönetmenin hikâyesini anlatıyor. Sinemanın büyük yönetmenlerinden John Huston’ın filmde gösterilen ve bir romandan uyarlanan karakteri aslında ilk bakışta pek de bu yönetmene duyulan bir saygı/sevgi gösterisinin örneği değil gibi. Film daha çok onun tutkusunu, tutkusunun peşinden gitme kararlılığını, farklılığını ve sinemasal yetkinliğinden kaynaklanan gücünü arkasına alan cesaretini anlatıyor gibi. Hollywood gerçekleri ile kendi istediği sinemayı yapmak arasında elinden geldiğince ikincisinden yana tavır koyan, politik doğruculuğu dışlayan, söz ustası ve sık sık da Hemingway’i çağrıştıran bir profile sahip bir yönetmen bu filmde anlatılan. Dolayısı ile ilk bakıştaki izlenimin aksine karakterinin tutkulu ve özgür yaklaşımının yanında durduğu söylenebilir filmin.
Eastwood’un başrolü de üstlendiği film sanatçının en parlak oyunlarından birini vermesine fırsat verse da en az onun kadar başarılı bir isim senarist James Agee rolündeki Jeff Fahey olmuş. Diğer karakterlerin daha geride kaldığı film, Katharine Hepburn ve Humprey Bogart karakterlerini de canlandırarak sinemaseverler için gerçek bir nostalji duygusunun oluşmasına aracı oluyor.
Politik açıdan bakıldığında, yerli Afrikalılara ikinci sınıf insan muamelesi gösteren diğer beyazların aksine onlara daha yakın davranan bir karakter var karşımızda ama sonuçta bu yakınlık yine ve sadece “iyi bir beyazın” davranışın ötesine geçen bir tavır değil. Yerlilere daha iyi davranan bir karakterin varlığının asıl soruların sorulmasına engel olması mümkün değil çünkü. Beyaz efendi iyi olabilir ama ortada hizmet eden siyahlar ve hizmet edilen bir beyaz gerçeği var. Filmin bu konularla ilgili herhangi bir sorusu, derdi yok ve ırkçı kolonyalistlere karşı iyi bir kolonyalist kötünün iyisi gibi son tahlilde pek de bir farklılık içermeyen bir yaklaşım.
Görüntü yönetiminin zaman zaman “gün batımında Afrika” gibi klişelere sapan bir yaklaşımı olsa da genelde etkileyici olduğu film, anlattığı tutkuyu ve tutkunun sahibini gereği kadar iyi analiz etmemiş olsa da hem özellikle sinemaseverler için özel bir anlama sahip hem de kendisinin “sözcük, fikir ve melodi satan fahişelerden biri” olduğunun farkında olan ve bu nedenle seçtiği ayrıksı duruşu da ancak bir noktaya kadar götürebileceğini bilen karakteri ile ilgiyi hak ediyor.
(“Beyaz Avcı Kara Yürek”)