The French Lieutenant’s Woman – Karel Reisz (1981)

french-lieutenantswoman

“Sanki çektiği işkence onun zevki haline gelmişti”

 

19. yüzyılda İngiltere’de yaşanan bir aşk ve bu aşkın filmini çeken oyuncuların paralel bir süreçle anlatılan hikâyeleri.

 

Yönetmen sinemada özellikle “Özgür Sinema” akımı sırasında yaptığı filmlerle ünlenen Karel Reisz, senarist Harold Pinter ve senaryonun uyarlandığı romanın sahibi John Fowles olunca ve başrollerde de Meryl Streep ve Jeremy Irons’ı görünce beklentinin yüksekliği çok doğal ve işte film de bu beklentiyi rahatça karşıladığı gibi bazı anları ile tam bir sinema keyfi yaratmayı da başarıyor.

 

Meryl Streep pek çok filminde olduğu gibi burada da iyi bir oyunculuğun ötesinde bir yerlere geçiyor ve bir karakteri canlandırmayı aşıp o karakterin kendisi oluyor film boyunca. Karşımıza getirdiği iki farklı karakterin her biri için iki farklı tat taşıyan bir oyunculuk sergilemesi ve özellikle 19. Yüzyıl hikâyesi bölümünde karakterin çekingenliğini, hassaslığını ve dengesizliğini tarifi zor bir ustalık ile oynaması, sadece vücut dili ile bile seyredene bir hikâye anlatabilmesi olağanüstü. Jeremy Irons da benzer bir şekilde karakter(ler)inin zayıflığını inandırıcı olmanın çok üzerinde gerçekçi bir şekilde çiziyor. Diğer rollerde de usta İngiliz oyunculuğunu görmek mümkün ama bir tek Ernestina rolünde Lynsey Baxter zaman zaman aksıyor.

 

Film Reisz’in ustalığını gösterecek pek çok sahneye sahip; mendirekteki ilk karşılaşma, deniz kıyısında uzandıkları sahne, ormanda ağaç altındaki konuşma ve filmin sonundaki kayıkhaneden göle açıldıkları sahne kullanılan kamera açıları, kadrajdaki görüntünün içeriği, görüntü yönetimi ve sergilenen oyunculuklar ile dört dörtlük bölümler. Harold Pinter da zor bir romandan ustalık dolu bir çalışma ile Joseph Losey ile yaptığı işbirliklerinde (“The Servant”, “Accident” vb.) olduğu gibi sınıf farklarını da gündemde tutan incelikli bir senaryo çıkarmış.

 

Klasiğe yakın bir sinema dili ile ve sinemanın görsel bir sanat olduğunu unutmadan başarılmış anlarla dolu olan film, klasik ressamlara referanslar da içeriyor. Anlattığı 19. yüzyıl döneminin usta empresyonist ressamlarından Monet’in “Gün Doğumu” tablosunun “3 yıl sonra” bölümünde filmin hikâyesi ile çok uyumlu bir şekilde şekilde sinemalaştırılması filmin yaratıcılarının takdir edilmesi gereken bir başka başarısı. Kostüm filmlerinin olmazsa olmaz “ağırlığı” burada da belki zaman zaman hissediliyor ve belki sinema dili biraz ağır olabilir ama film sinemanın yüz akı örneklerinden biri. Mutlaka görülmeli.

(“Fransız Teğmenin Kadını”)

101 Reykjavík – Baltasar Kormákur (2000)

101_reykjavik

“Hayat ölümden alınan bir moladır”

 

İzlanda’da 30 yaşında bir gencin yaşadığı boş ve bencil hayatının hikâyesi.

 

Annesi ile yaşayan ukala, sarkastik, umursamaz ve büyümemekte ısrarlı bir gencin biraz romantik, biraz komik, zaman zaman genç bir ergenin fantezisini hatırlatan biraz erotik bir hikâyesi. Hayaletlerin bile sıkıldığı soğuk kış günlerinde geçen film, yapacak bir şeyi olmadığı için kendini eğlenceye vermiş insanları anlatırken kahramanının varoluşsal problemlerinden sıyrılmak için takındığı umursamazlık maskesinin arkasına bakar gibi görünüyor ama çok da ileri gitmeden eğlenceli ve garip karakterleri ile yoluna devam etmeyi tercih ediyor.

 

İzlanda filmlerinin ortak görüntüleri olan havadan çekilmiş geniş yeşil alanlar ve kar görüntüleri bu filmde de yerini alıyor ve zaman zaman gerçekten nefes kesen bu görüntüler hikâyedeki insanların kendilerini saran boşluk ve anlamszılığı daha iyi hissetmemizi sağlıyor. Oyunculuk da yapan Baltasar Kormákur’un kendisinin de rol aldığı bu ilk filminde başroldeki Hilmir Snær Guðnason tam da canlandırdığı role uyan bir kayıtsızlık ve sevimlikle görünüyor perdede ve filmin sakin bir şekilde akmasını sağlıyor. Anne rolündeki Hanna María Karlsdóttir de rolünün hakkını verirken İspanyol sinemasından Victoria Abril kendini İzlanda’da bulan çekici bir İspanyol kadınından bekleneni getiriyor karşımıza; komik, sıcak ve seksi.

 

Kuzey Avrupa filmlerinin ortak özellikleri olan küçük garip karakterlerin küçük garip davranışlarını ele alan film kendini çekici kılmayı başaran bir alçak gönüllülük içinde tüm kahramanlarını size sevdiren türden, melankoli ve mutsuzluğun (varoluş sorununun tipik sendromları) arka planda kendini hafifçe hissettirdiği, açıklamayı değil göstermeyi tercih eden ve bu boş hayatla baş etmenin tek yolu onu yaşamak diyen bir çalışma. Hayatlarına karışmak isteyeceğiniz karakterlerin yer aldığı bir film, başarılıdır. Öyle değil mi?

Redbelt – David Mamet (2008)

redbelt

“Rekabet dövüşçüyü zayıflatır çünkü rekabet mücadele değildir”

 

Bir jujitsu ustasının temiz kalma mücadelesinin hikâyesi.

 

Hem senaryoda hem yönetimde David Mamet adını görünce kötüler tarafından kuşatılmış, zekice tuzağa düşürülmüş bir insanın mücadelesini izlemeyi bekliyorsunuz. Bu film de tam da bu ama filmin temel sorunu da burada; ne tuzak hikâyesi yeterince zeki ve ikna edici ne de kahramanın yalnızlığı ve felsefesi yeterince etkili.

 

Kirli bir dünyada saflığını korumayı çalışan bir dövüş ustasının hikâyesinin sinemada pek çok farklı versiyonu var ve “Redbelt” Mamet’ın temiz ve teknik açıdan başarılı çalışmasına rağmen bu filmlerden sinema tarihine iz bırakanların arasına katılamayacak. Özetle, teknik açıdan iyi ama artistik açıdan sınıfta kalan bir film karşımızdaki.

 

Filmografisinde “House of Games” gibi başarılı çalışmalar olan Mamet bu filmi tipik bir dövüş sanatı ve aksiyon filmi olmaktan öteye taşımaya çalışmış ama bunda başarılı olamamış. İntikam filmlerinde felsefe üretme derdine düşmeden (intikamın yeterince felsefesi var sonuçta) daha sade ve başarılı örnekler için Charles Bronson filmlerini görmek yeterli. Chiwetel Ejiofor ve Emily Mortimer’in diğer oyunculardan bir adım önde göründüğü film özellikle karakterleri açısından herhangi bir orijinallik içermese de yönetmenin temel temalarını içermesi ve vakur bir dövüşçüyü öne çıkarması ile sıkılmadan seyredilebilir bir statüde.

(“Kırmızı Kuşak”)

Salvador – Manuel Huerga (2006)

salvador

“Yapabileceğim iki şey var; sessiz kalıp başka tarafa bakmak veya mücadele etmek”

 

Franco’nun son yıllarında İspanya’da genç bir anarşistin direniş mücadelesinin hikâyesi.

 

İspanya’nın demokrasinin uzağındaki karanlık yıllarının son döneminde faşist yönetimin artan baskısına direnen örgütlerden birinin üyesi olan Salvador Puig Antich’in gerçek hikâyesini anlatan film anlattıklarını ilkini geriye dönüşlerle karşımıza getirdiği kabaca iki farklı bölümde toplamış; Salvador’un eylemleri ve yargılanması. Gerek açılış gerek kapanış jeneriği ile tüm “devrimcilere” referans görüntüler içeren film diktatörlüğe direnen hareketlerin ruhunu yüzeysel de olsa ihmal etmemekle birlikte asıl odak noktasını özellikle son bölümlerindeki vurgusu ile “adaletsizlik” olarak belirlemiş gibi görünüyor.

 

Eylem bölümlerinde kısa çekimler, hızlı kurgu ve çok hareketli bir kamera tercihinde bulunan film, dramatik hapishane bölümlerinde daha klasik ve zaman zaman duygusal bir tonu seçmiş. Hareketli bölümlerde tutturulan anlatım tarzı zaman zaman filmin anlatması gerekenden uzaklaşmasına, bir aksiyon havası doğmasına ve belki de bilinçli bir tercih olan devrimci “çocuklar” duygusunun öne çıkmasına neden olmuş. Bir diktatörlük ile ve özgürlük için verilen mücadeleye değil mücadele edenlerden birinin dramına odaklanmayı tercih eden film bu nedenle zaman zaman etkilenmemenin mümkün olmadığı dramatik sahnelere sahip olmayı da başarıyor ama filmden daha siyasi ve sosyal bir beklentiyi de boşa çıkartıyor.

 

Daniel Brühl’ün özellikle filmin son bölümlerinde çok etkileyici bir şekilde canlandırdığı Salvador uğradığı haksızlık ile bir yandan da faşist diktatörlüğe karşı hareketleri ve direnişi hızlandırmıştı. Film hemen sadece ona odaklandığı için mücadelenin tarihsel ve toplumsal konumu da dışarıda bırakılıyor ve bu bağlamda Salvador’un kişisel dramı gibi algılanma riskini de beraberinde taşıyor.

 

70’lerin iz bırakan şarkılarının da zaman zaman duyulduğu, idam cezasının yasal kılınmış bir cinayetten başka bir şey olmadığını çarpıcı bir biçimde gösteren, “tüm ülke dizlerinin üzerindeyken ayakta mücadele etmeyi” seçenleri ve Salvador’un babası aracılığı ile baskı ve korkunun insanları nasıl ezebileceğini anlatan bir film. Sinemasal açıdan değil ama anlattığı dram açısından etkileyici. O güzel devrimcilerin sinemasal becerisi daha yüksek filmleri hak ettiğini unutmadan ve idam edilmek için yaşı büyütülen bir gencin ülkesinde yaşadığımızı hatırlayarak seyretmekte yarar var.