Wesele – Wojciech Smarzowski (2004)

wesele

“Para var, öyleyse her şey var”

 

Polonya’da zengin bir babanın kızını evlendirme hikâyesi.

 

Komünizm sonrası Polonya’da paranın merkezinde durduğu insan hayatlarının komik ve trajikomik bir fars formatındaki resmi. Para o denli odağında ki bu hayatların, hikâyenin tüm ilerleme noktalarında onun rolü var. Tüm film boyunca her türlü biçim ve içerikte sergilenen rüşvet sahneleri (resmi veya gayriresmi, bir şeyin yapılması veya yapılmaması ve hatta yapılan bir şeyin geri alınması için, bir şeylerin üzerinin örtülmesi için, bir şeyleri söylemek veya söylememek için) hem hikâyedeki dönüm noktalarını birbirine bağlıyor hem de filmin en esprili bölümlerini oluşturuyor.

 

Paranın karşısındaki aşk, bağlılık, fedakârlık gibi kavramlar ise az sayıdaki karakterin dilinde ama onlar da ya kaçmak ya da ölmek sonucu ile karşı karşıyalar.

 

Baş oyuncu Marian Dziedziel’in zengin baba rolünde çok başarılı olduğu ve nerede ise tek bir mekanda geçen filmde tüm ana ve yan karakterler ve her birinin para ile ilişkisi başarılı ile çizilmiş. Tüm oyuncular bu kalabalık farsın içinde tam bir ekip oyunu vermişler. Senaryoyu da yazan yönetmen Wojciech Smarzowski filmde tempoyu hep başladığı noktada götürmüş ki tempodaki bu değişmemezlik bazı anlarda filmin aleyhine olabiliyor.

 

“Düğünler boşanmaların ana sebebidir” gibi özdeyişleri de hayatımıza katan film zaman zaman kara mizaha kayan tarzı, para ile her şeyi satın almaya çalışan bir anlayışın içine girdiği kısır döngüde çabasının tam aksine parasını sürekli birilerine vermek zorunda kalmasının yarattığı komik durumları, düğünlerin bir yandan mutluluk bir yandan yoldan çıkmanın aracı olabileceğini göstermekteki başarısı ve sürekli içki ve sigara tüketen Polonyalıları ile keyifli anlar sunuyor. Bir başyapıt değil ama komedinin sadece zeki kelime oyunlarından ve esprilerden ibaret bir tür olmadığını parlak bir şekilde hatırlatıyor bize. Film bittiğinde siz de kendinizi fazla içki ve sigaradan “düğün yorgunu” hissedebilirsiniz.

(“The Wedding” – “Düğün”)

La Cantante de Tango – Diego Martínez Vignatti (2009)

LaCantante_40x60.indd

“Acısını peşinde sürükleyen ruh”

 

Terkedilen bir tango şarkıcısı kadının unut(ama)ma hikâyesi.

 

Tangonun mu filme yoksa filmin mi tangoya yakıştığını söylemek daha doğru olur bilmiyorum ama bu film görsel ve işitsel yaratımın nerede ise mükemmel bir ortaklığı. Kabullenilemeyen bir acının hikâyesine eşlik eden tangolar bu filmle başka hiç bir müziği ilişkilendirmeyi düşündürtmeyecek kadar başarılı. Şarkıların sözleri diyalogların sadece gerektiği kadar olduğu bu filmde hikâyeyi de çerçeveliyor ve sürüklüyor.

 

Filmin hemen tüm sahnelerinde yer alan Eugenia Ramírez Miori sade oyunu ve olağanüstü yorumları ile filmin odak noktası. Yüzü seyirciye hiç gösterilmeyen erkek arkadaşına duyduğu ve aşamadığı özlemi düşük tonda bir oyunculukla gösterirken, biriktirdiği tüm duygularını tangoları seslendirirken koyuyor ortaya. Hilmi Yavuz’un bir şiirindeki “hüzün ki en çok yakışandır bize” benim için bu filmden sonra her tango dinleyişimde aklıma gelecek sanırım.

 

İnceliklerle dolu bir film bu ve aynada kaybolan görüntü gibi küçük sembolik buluşların yanısıra, kadının içindeki dolduramadığı o büyük boşluğun sembolü olarak alınabilecek olan geniş ve boş lokasyonlar (kırlar, sahil, deniz) gibi hem güzel hem de filmi içerik ve görsel açıdan zenginleştiren sahneleri de içeriyor. Bir başka filmde kartpostala dönüşebilecek görüntüler bu filmde hikâyeyi besleyen unsurlardan biri. Zaman zaman empresyonist tablolara dönüşen bu görüntülere bir şekilde hüznü de başarı ile yedirmiş yönetmen Diego Martinez Vugnatti ve senaryo yazarlarından birisi olduğu bu filmde görüntü yönetmenliğini de üstlenmiş.

 

Kurgusu, kamera hareketleri, sakinliği ve yumuşaklığı ile hikâyeye çok uygun bir anlatım tarzı belirleyen yönetmen, sanki filmdeki her bir kare için (kadraj, kare içindeki objelerin yerleşimi, renkler vs.) tek tek çalışmış gibi. Filme getirilebilecek tek eleştiri de tam da bu noktada filmin zaman zaman belki bir parça narsist olması ama benim gibi bu narsizmi hak ediyor diye de düşünebilirsiniz.

 

Kieslowski’nin Üç Renk serisinde bir leitmotif olarak tekrarlanan bir görüntü vardır; yaşlı bir kadının tüm kalan enerjisi ile elindeki çöpü yüksekte kalan bir çöp kutusuna atma çabası. Bu filmde de aşamadığı “artık sevilmiyor olma” duygusu içinde boğulan kadının sık sık etrafında gördüğü birbirine sevgi dolu bakan/destek olan yaşlı çiftler bana benzer bir kullanımı çağrıştırdı.

 

“Zaman bile silemedi hatıranı” size tanıdık gelen bir duygunun ifadesi ise kaçırılmaması gereken bir film.  

(“The Tango Singer” – “Tango Şarkıcısı”)