Dead Ringers – David Cronenberg (1988)

deadringers

“Bazen seni çok seviyorum, bazen de hiç eğlenceli değilsin”

 

Tek yumurta ikizleri olan jinekologların her şeyi paylaşma üzerine kurulu hayatlarının bir kadının araya girmesi ile dağılmasının hikâyesi.

 

David Cronenberg’den “The Fly”, “M.Butterfly” ve “Crash” vb. filmlerinde olduğu gibi seks, insan vücudu, dönüşme/değişme ve yok olma üzerine bir film. İkiz olmak, paylaşmak, varlığını ancak benzeri ile doğrulayabilmek ve kadınların “gerçeküstülüğü” kavramları üzerinden, temalarına soğukkanlılıkla yaklaşan bu çalışma bu mesafeli duruşu ile hem olumlu hem olumsuz anlamda filmin sizi içine almasını zorlaştırıyor ve seyredeni mesafeli bir duruş takınarak filme “duygularla değil düşünceler” ile yaklaşmaya zorluyor. Bu mesafeli durma çağrısı, kahramanlarına ne mutlak olumlu ne de mutlak olumsuz yaklaşmayı tercih etmesi ile de desteklenerek ikizlerin arasındaki kıskançlık, rekabet, didişme ve kopmaz bağı daha tarafsız bir gözle değerlendirme şansı sağlıyor bize.

 

Biri daha duygusal ve içine kapanık, diğeri daha umursamaz ve soğuk görünen ama her ikisi de kısmen aralarındaki kopmaz bağdan da kaynaklanan zayıflığı taşıyan ikizlerin gariplikleri daha filmin başında dokuz yaşındaki diyalogları ve bir oyuncak bebek üzerindeki çalışmaları ile gösteriliyor. Filmin atmosferindeki bu gerçeküstücülük veya bir başka deyişle tedirginlik havası çeşitli sahnelerle de film boyunca destekleniyor; kırmızılar içindeki ameliyat heyeti, garip jinekolog aletlerinin tasarımı vb. İkizleri karakterlerini herhangi bir açıklama ihtiyacı olmayacak şekilde başarı ile sergileyen Jeremy Irons elbette filmi sürükleyen isim olurken hem o hem de rolündeki kırılganlığı seyirciye geçirmeyi başaran Geneviève Bujold oyun tarzları ile tedirgin atmosferi besliyorlar.

 

Korkudan ziyade tedirginliği seçen, acayiplik ile zayıflığı aynı anda taşıyan karakterleri ile dikkatli seyredilmeyi gerektiren ama mesafeli duruşun zaman zaman zayıflattığı bir film bu. Ara sıra bir şeylerin eksik olduğu duygusunu yaratsa da ve hikâyesinin akışını oyunculukların ve atmosferinin gücüne teslim etmiş görünen bir senaryosu olsa da kesinlikle seyre değer.

(“Ölü İkizler”)

The French Lieutenant’s Woman – Karel Reisz (1981)

french-lieutenantswoman

“Sanki çektiği işkence onun zevki haline gelmişti”

 

19. yüzyılda İngiltere’de yaşanan bir aşk ve bu aşkın filmini çeken oyuncuların paralel bir süreçle anlatılan hikâyeleri.

 

Yönetmen sinemada özellikle “Özgür Sinema” akımı sırasında yaptığı filmlerle ünlenen Karel Reisz, senarist Harold Pinter ve senaryonun uyarlandığı romanın sahibi John Fowles olunca ve başrollerde de Meryl Streep ve Jeremy Irons’ı görünce beklentinin yüksekliği çok doğal ve işte film de bu beklentiyi rahatça karşıladığı gibi bazı anları ile tam bir sinema keyfi yaratmayı da başarıyor.

 

Meryl Streep pek çok filminde olduğu gibi burada da iyi bir oyunculuğun ötesinde bir yerlere geçiyor ve bir karakteri canlandırmayı aşıp o karakterin kendisi oluyor film boyunca. Karşımıza getirdiği iki farklı karakterin her biri için iki farklı tat taşıyan bir oyunculuk sergilemesi ve özellikle 19. Yüzyıl hikâyesi bölümünde karakterin çekingenliğini, hassaslığını ve dengesizliğini tarifi zor bir ustalık ile oynaması, sadece vücut dili ile bile seyredene bir hikâye anlatabilmesi olağanüstü. Jeremy Irons da benzer bir şekilde karakter(ler)inin zayıflığını inandırıcı olmanın çok üzerinde gerçekçi bir şekilde çiziyor. Diğer rollerde de usta İngiliz oyunculuğunu görmek mümkün ama bir tek Ernestina rolünde Lynsey Baxter zaman zaman aksıyor.

 

Film Reisz’in ustalığını gösterecek pek çok sahneye sahip; mendirekteki ilk karşılaşma, deniz kıyısında uzandıkları sahne, ormanda ağaç altındaki konuşma ve filmin sonundaki kayıkhaneden göle açıldıkları sahne kullanılan kamera açıları, kadrajdaki görüntünün içeriği, görüntü yönetimi ve sergilenen oyunculuklar ile dört dörtlük bölümler. Harold Pinter da zor bir romandan ustalık dolu bir çalışma ile Joseph Losey ile yaptığı işbirliklerinde (“The Servant”, “Accident” vb.) olduğu gibi sınıf farklarını da gündemde tutan incelikli bir senaryo çıkarmış.

 

Klasiğe yakın bir sinema dili ile ve sinemanın görsel bir sanat olduğunu unutmadan başarılmış anlarla dolu olan film, klasik ressamlara referanslar da içeriyor. Anlattığı 19. yüzyıl döneminin usta empresyonist ressamlarından Monet’in “Gün Doğumu” tablosunun “3 yıl sonra” bölümünde filmin hikâyesi ile çok uyumlu bir şekilde şekilde sinemalaştırılması filmin yaratıcılarının takdir edilmesi gereken bir başka başarısı. Kostüm filmlerinin olmazsa olmaz “ağırlığı” burada da belki zaman zaman hissediliyor ve belki sinema dili biraz ağır olabilir ama film sinemanın yüz akı örneklerinden biri. Mutlaka görülmeli.

(“Fransız Teğmenin Kadını”)

101 Reykjavík – Baltasar Kormákur (2000)

101_reykjavik

“Hayat ölümden alınan bir moladır”

 

İzlanda’da 30 yaşında bir gencin yaşadığı boş ve bencil hayatının hikâyesi.

 

Annesi ile yaşayan ukala, sarkastik, umursamaz ve büyümemekte ısrarlı bir gencin biraz romantik, biraz komik, zaman zaman genç bir ergenin fantezisini hatırlatan biraz erotik bir hikâyesi. Hayaletlerin bile sıkıldığı soğuk kış günlerinde geçen film, yapacak bir şeyi olmadığı için kendini eğlenceye vermiş insanları anlatırken kahramanının varoluşsal problemlerinden sıyrılmak için takındığı umursamazlık maskesinin arkasına bakar gibi görünüyor ama çok da ileri gitmeden eğlenceli ve garip karakterleri ile yoluna devam etmeyi tercih ediyor.

 

İzlanda filmlerinin ortak görüntüleri olan havadan çekilmiş geniş yeşil alanlar ve kar görüntüleri bu filmde de yerini alıyor ve zaman zaman gerçekten nefes kesen bu görüntüler hikâyedeki insanların kendilerini saran boşluk ve anlamszılığı daha iyi hissetmemizi sağlıyor. Oyunculuk da yapan Baltasar Kormákur’un kendisinin de rol aldığı bu ilk filminde başroldeki Hilmir Snær Guðnason tam da canlandırdığı role uyan bir kayıtsızlık ve sevimlikle görünüyor perdede ve filmin sakin bir şekilde akmasını sağlıyor. Anne rolündeki Hanna María Karlsdóttir de rolünün hakkını verirken İspanyol sinemasından Victoria Abril kendini İzlanda’da bulan çekici bir İspanyol kadınından bekleneni getiriyor karşımıza; komik, sıcak ve seksi.

 

Kuzey Avrupa filmlerinin ortak özellikleri olan küçük garip karakterlerin küçük garip davranışlarını ele alan film kendini çekici kılmayı başaran bir alçak gönüllülük içinde tüm kahramanlarını size sevdiren türden, melankoli ve mutsuzluğun (varoluş sorununun tipik sendromları) arka planda kendini hafifçe hissettirdiği, açıklamayı değil göstermeyi tercih eden ve bu boş hayatla baş etmenin tek yolu onu yaşamak diyen bir çalışma. Hayatlarına karışmak isteyeceğiniz karakterlerin yer aldığı bir film, başarılıdır. Öyle değil mi?

Redbelt – David Mamet (2008)

redbelt

“Rekabet dövüşçüyü zayıflatır çünkü rekabet mücadele değildir”

 

Bir jujitsu ustasının temiz kalma mücadelesinin hikâyesi.

 

Hem senaryoda hem yönetimde David Mamet adını görünce kötüler tarafından kuşatılmış, zekice tuzağa düşürülmüş bir insanın mücadelesini izlemeyi bekliyorsunuz. Bu film de tam da bu ama filmin temel sorunu da burada; ne tuzak hikâyesi yeterince zeki ve ikna edici ne de kahramanın yalnızlığı ve felsefesi yeterince etkili.

 

Kirli bir dünyada saflığını korumayı çalışan bir dövüş ustasının hikâyesinin sinemada pek çok farklı versiyonu var ve “Redbelt” Mamet’ın temiz ve teknik açıdan başarılı çalışmasına rağmen bu filmlerden sinema tarihine iz bırakanların arasına katılamayacak. Özetle, teknik açıdan iyi ama artistik açıdan sınıfta kalan bir film karşımızdaki.

 

Filmografisinde “House of Games” gibi başarılı çalışmalar olan Mamet bu filmi tipik bir dövüş sanatı ve aksiyon filmi olmaktan öteye taşımaya çalışmış ama bunda başarılı olamamış. İntikam filmlerinde felsefe üretme derdine düşmeden (intikamın yeterince felsefesi var sonuçta) daha sade ve başarılı örnekler için Charles Bronson filmlerini görmek yeterli. Chiwetel Ejiofor ve Emily Mortimer’in diğer oyunculardan bir adım önde göründüğü film özellikle karakterleri açısından herhangi bir orijinallik içermese de yönetmenin temel temalarını içermesi ve vakur bir dövüşçüyü öne çıkarması ile sıkılmadan seyredilebilir bir statüde.

(“Kırmızı Kuşak”)