Alice’s Restaurant – Arthur Penn (1969)

alices_restaurant

“ Sanırım çok yavrusu olan bir dişi köpeğim. Tümünü emzirmeyi başaramadım.”

 

Arlo Guthrie’nin otobiyografik bir şarkısından uyarlanan bir 60’lar hippi kikâyesi.

 

Amerikan sinemasının 60’lar ve 70’li yıllarda başarılı örneklerini verdiği ve Avrupa sinemasının “auteur” özelliklerini de taşıyan filmlerinden biri olan bu film az eser vermiş olan yönetmen Arthur Penn’in bir çalışması. Folk müzik, özgür hayat, uyuşturucu gibi hippi döneminin belli başlı unsurlarını da taşıyan film bugün sinemasal olarak bir parça eskimiş dursa da o dönemi anlamak için seyredilebilecek başarılı örneklerden biri.

 

Tüm jeneriğini film başlamadan vererek emeği geçen herkese saygıyı gösteren ve bu anlamda anlattığı dönemin ruhuna da uygun davranan film kendi kısıtlı süresi içinde hippi dönemini yarattığı umut ve sonuçsuzluğu ile başarılı bir şekilde betimliyor. Başrollerden birinin de sahibi olan Arlo Guthrie’nin varlığı da –hoşgörülü bir ifade ile söylersek aksamayan oyununu bir kenara bırakarak- o dönemin belgelerinden biri oluyor filmde. Vietnam, askere al(ınma)ma, müzik, uzun saçlar, bir komüne çevrilen kilise vb. öğeler filmde doğal ve üzerinde özellikle çalışılmış havası vermeyecek şekilde çekilmiş sahnelerle ve yalın bir dille karşımıza getiriliyor. Filmin belki de en dikkate değer yanı da burada aslında; bir dönemi o dönemi betimleme iddiası taşımadan sade ve yalın bir şekilde karşımıza getirmesi. Öyle ki basit hikâyesi ile hippi akımının çıkışsızlığını da duyurmayı başarıyor bizlere. Bu bağlam da açılan restoran da bu yeni hayat biçimine kendi felsefesi ile belki de çelişerek tutunma çabasını örnekliyor.

 

Kar altındaki cenaze töreni ve kilisedeki evlilik töreni gibi tam da anlattığına uygun ve basit ama çarpıcı mizansenlerle oluşturulmuş sahnelerle dikkat çeken film, son sahnesinde de çekinmeden uzatılmış bir çekimle Alice’i (bu rolde filmin profesyonel anlamda en başarılı ismi olan Patricia Quinn var) bir boşluğa bakar gibi uzun süre bize bakarken gösteriyor (ve bu arada hareket eden kameranın görüntüsünü engelleyen ağaçlara da aldırış etmiyor) ve tüm bu seyrettiğimiz hikâyenin aslında bir kaybın, bir hüznün hikâyesi olduğunu söylüyor bizlere.

(“Alice’in Lokantası”)

The Cry of the Owl – Jamie Thraves (2009)

cryoftheowl

“Sence başımıza gelenlerin olmasının bir sebebi var mıdır?”

 

Bir adamın masum bir röntgencilikle başlayan ve başına gelenlerin hikâyesi.

 

Claude Chabrol’un da 80’lerde sinemaya uyarladığı bir Patricia Highsmith romanının yeni uyarlaması. Ripley serisi ile tanınan Highsmith’ten yapılan bu uyarlama ilginç bir şekilde en çok da senaryosunun ve olay örgüsünün vasata ve bazen onun da altına çektiği bir film. Kitapta gayet iyi duran bir olay örgüsü ve peş peşe gelen problemlerin zavallı durumuna düşürdüğü bir adamın hikâyesi sinemada nasıl bu kadar yapay görünebilir düşünmek gerek.

 

Gayet iyi başlayıp iyi bir gerilim filmi olma yolunda hayli umut veren filmde özellikle ikinci yarıda olaylar rayından çıkıyor ve inandırıcılık konusunda pek de başarılı olamıyor. Paddy Considine’ın sakin ve umutsuz/depresif karakteri filmin en ve belki de tek akılda kalan yanı ama onu da romana borçlu olduğunu düşünürsek sinemasal anlamda ortaya çıkan bir başarıdan söz etmek zor.

 

Şaşkın karakterin komik duruma düşmesini anlatırken kendi komik olan sahneler, üst üste gelen tesadüfler ve zayıf diyalogların zayıflattığı film yine de zaman zaman da olsa yaratmayı becerdiği karanlık atmosferi, ne olursa olsun bir Highsmith romanının izlerini taşıması ve tüm kötü tesadüflerin kendisini bulması ile iyice ufalan küçük adam karakteri ile  kalıcı olmasa da ilgiyi hak edebilir. İlk uyarlamayı da seyrederek, Avrupa’da yaşamayı seçmiş bir Amerikalı romancının eserine Amerikan ve Avrupalı yaklaşımların kıyaslamasını yapmak da eğlenceli olabilir.

(“Baykuşun Çığlığı”)

Shake Hands with the Devil – Michael Anderson (1959)

shakehandswiththedevil

“Biz yüzlerle değil üniformalarla savaşıyoruz”

 

1921 yılında İrlanda’da İngilizlere karşı savaşan IRA’nın bağımsızlık mücadelesine katılmak zorunda kalan bir gencin hikâyesi.

 

Temel olarak IRA örgütünün mücadelesine ve bu mücadele içindeki tam bağımsızlığı ve buna bağlı olarak savaşı isteyenlerle kısmi barışı kabul edenlerin çekişmesine odaklanan film tüm bu süreci bir parça romantizm de ekleyerek ve hassas noktalara pek dokunmadan anlatmayı seçmiş. Politikadan ve şiddetten uzak durmaya çalışan bir tıp öğrencisinin istemeden de olsa girdiği savaş içinde bu öğrencinin sertlik yanlısı şahinlerle mücadelesinin tarafında duruyor yönetmen ve bu bağlamda bugün bazılarınca hala tartışılan ve IRA ile İngiltere arasında 1921’de imzalanan anlaşmayı da destekliyor. Bu anlaşma bugün pek çoklarınca Kuzey İrlanda’nın İrlanda’dan ayrı bir statüde ve Büyük Britanya’nın parçası olmasına neden olan bir anlaşma olarak görülüyor.

 

Siyah beyaz çekilen film bu renklerin (veya renksizliğin) doğal estetiğini özellikle İrlanda kırlarının ıssız manzaralarında başarı ile kullanıyor. Siyah beyazın kontrastını ve bazı karelerinde gölgeleri etkin bir şekilde kullanan görüntü yönetiminin yanısıra rıhtımdaki çatışma ve “sorgu/konuşturma” sahneleri gibi  başarılı bölümler de dikkat çekiyor filmde.

 

Savaşa devam yanlılarının sertlik ve maço özelliklerini sık sık gündeme getiren senaryo bunun karşısına Don Murray’in vasat oyunu ile canlandırdığı entellektüel ve barış yanlısı bir tiplemeyi koymuş ama Hollywood’un romantizm de olmalı mantığı ile Murray üzerinden filme yerleştirdiği yan hikâyeler hem bu karşılaştırmanın etkisini azaltmış hem de filmde sırıtan bölümlere neden olmuş. James Cagney tahmin edileceği gibi sertlik yanlısı bir karakteri canlandırıyor ve filmdeki en başarılı oyunculuğu da o veriyor.

 

Senaryosundaki zayıf noktalara rağmen başarılı görüntü yönetiminin de desteklediği bir estetiği var filmin ve belki de bizler açısından dikkat edilmesi gereken bir yanı da terör, bağımsızlık, özgürlük ve terörle mücadele için “özel kuvvet” kullanımı gibi konuları gündeme getirmesi. “Son adama kadar” diyenlerle “Geriye kimse kalmazsa kazanmanın ne anlamı var” diyenleri karşımıza getiren ve siyah beyazın o özel tadını hatırlatan bir film. İrlanda tarihi üzerine fikir almak için değil belki sadece o mücadeleyi hatırlamak için.

(“Hürriyet Kahramanı”)

One Day in Europe – Hannes Stöhr (2005)

one_day_in_europe

“Bugün kafalarında futboldan başka bir şey yok”

 

Galatasaray ile Deportivo’nun Şampiyonlar Ligi finalini oynadığı gün Avrupa’nın dört ayrı noktasında yaşanan küçük hikâyeler.

 

Hayali (veya benim ve bazıları için umutsuzca özlenen) bir şampiyonlar ligi finalinin oynandığı gün Avrupa’nın dört ayrı şehrinde (Moskova, İstanbul, Santiago de Compostala ve Berlin’de) geçen birbirinden bağımsız küçük hikâyeleri anlatan sevimli bir film bu. Hikâyelerin tümünü bağlayan ortak öğeler var elbette; soyulan veya soyulma rolü yapıp sigortadan parasını almaya çalışan karakterler, hikâyenin geçtiği şehire başka bir ülkeden gelen yabancılar, polisler ve karakollar, futbol sevgisi ve futbolla en az ilgisi olanların hikâyelerin kahramanlarının olması. Yerinde bir mizah duygusu, olayların geçtiği ülkelere özgü motiflerin ve karakterlerin yerinde seçimi ve herhangi bir turistik malzeme peşinde koşulmaması, görüntülerden yansıyan samimiyet duygusu ve sıcak oyunculuklar filme artı puan getiren noktalar.

 

Moskova bölümünün sonundaki sürpriz, İstanbul bölümündeki taksi şöförünün başarılı çizilmiş karakteri, Santiago de Compostola bölümündeki hüzün gibi başarılı parçaları olan film doğrudan futbola veya futbolun hayattaki yerine odaklanmayıp, insanların maça hazırlandığı, maçı seyrettiği saatlerde etrafta olan biten küçük olayların peşinden gitmeyi tercih ediyor. Bu açıdan bakıldığında futbolla ilgili en fazla odaklanılan konunun bu sporun evrensel etkisi olduğu söylenebilir. Deportivo’nun “Los Turcos” olarak anılan bir kulüp olması, statüden/ülkeden bağımsız televizyon karşısında maçın büyüsüne kapılan insanlar, başka belki de hiçbir kavramın bir araya getiremeyeceği insanların seçtikleri renklerin ve bayrağın peşinde bir bütün olması bu etkiye örnek olarak gösterilebilir.

 

Sonuç olarak sıcak, küçük ve anlattığı hikâyeler aracılığı ile Avrupa’yı da karşımıza getiren bir film. Olayların geçtiği şehir/ülkeler ile dalgasını da geçebilen ve bu açıdan belki de İstanbul’a ve Türklere daha hoşgörülü bakan bu film bir analiz peşinde olmasa da futbolu seven herkes ve özellikle Galatasaray’lılar için ve farklı diller konuşsa da insanların bir şekilde anlaşabileceğine inanan, insanın her yerde aynı insan olduğunu düşünen herkes için. Küçük ve sevimli.

(“Avrupa’da Bir Gün”)