L’un Reste, L’autre Part – Claude Berri (2005)

“Karımı seviyorum. Başka bir kadını daha seviyorum. Karım boşanmak istemiyor. Ben istiyorum. Öteki de boşanmamı istiyor. Çok mutsuzum.”

Fransız sinemasından kadın-erkek ilişkileri, aşk, ihanet , aile üzerine ol(a)mamış bir komedi/dram/melodram denemesi. Kadroda Fransız sinemasından Charlotte Gainsbourg, Daniel Auteuil, Nathalie Baye, Pierre Arditi, Miou-Miou gibi dev isimler yer alınca beklenti doğal olarak yüksek oluyor ama anlattığı iki temel hikâyeden biri vodvil ile durum komedisi arasında gidip gelen diğerinde dramın ağır bastığı bu film ne yeterince komik ne de yeterince dramatik olan senaryosu ile nerede duracağını bilememiş bir hava taşıyor. Filmdeki trajik olayın hangi amaçla filmde yer aldığını, senaryodan çıkarıldığında hiç bir şeyin eksilmeyeceğini düşündüğünüzde, anlamak mümkün değil.

Aldatanlar, aldat(a)mayanlar, aşk, seks, aynı anda iki kişiyi sev(ebil)mek, ayrılmak, bir araya gelmek gibi kavramlar üzerinden aşkın doğasındaki bencilliği vurgulayan, “kendimi özgür hissediyorum, size baktıkça daha da özgür hissediyorum” gibi vurgularla aşk üzerine tanım ve açıklamalar getiren ve gidenler/kalanlar üzerine hafif ve kendi halinde akıp giden bir film. Kapanış jeneriklerinde Gainsbourg’un seslendirdiği şarkısı ile kendisini de özetleyen film Fransız sinemasından “bir ilişki filmi daha” görmek isteyecekler için.

(“One Stays the Other Leaves” – “Biri Kalır Biri Gider”)

Razsledvane – Iglika Triffonova (2006)

“Adalet olmazsa darmadağın oluruz. Resmen palavra!”

Abisini öldürme şüphesi ile tutuklanan bir adamın suçunu ispatlamaya çalışan bir dedektifin suçlu ile iletişim kurma çabasının hikâyesi.

Sinemada sorgulama üzerine düşününce akla ilk gelen filmlerden biri Claude Miller imzalı benzersiz “Garde à Vue” olur. Bu film de sorgulayan ile sorgulanan arasında taraflardan birinin direnmesi nedeni ile kurulamayan ilişkinin seyrini getiriyor karşımıza ama sık sık bu temanın dışına çıkarak kendi problemleri olan dedektifi de içine alan ve belki de konuyu bir parça dağıtan yan yollara sapıyor.

Film yarattığı atmosfer ve karanlık duygusu ile büyük ve gizemli bir şeyler olacakmış hissini verirken, aslında odaklandığının suçlu ile iletişim olması filmin başarısını zedeleyen en temel unsur. Sonuçta suçlu ile iletişim kurabilme ve onu konuşturabilme, suçlunun hissettiği yalnızlık duygusunu kullanma, ve iki oğlundan biri ölen diğeri öldüren konumunda olan bir annnenin trajedisi gibi elle tutulur ve zaman zaman oldukça iyi işlenen temaları olan bir filmin ayrıca bir gizem atmosferine ihtiyacı var mıydı tartışılır bir konu. Yine de bu çelişki gibi görünen konular ayrı ayrı ele alındığında her birinde belli bir çizginin üzerine çıkmayı başaran bir film bu.

Dedektif rolünde Svetla Yancheva ve şüpheli rolünde Krassimir Dokov’un başarılı olduğu film katillerden nefret etmek ile onlara merhamet etmek arasında kalan ve sıradan insanların neden olabileceği vahşet karşısında dehşete düşen karakteri üzerinden dolaylı yoldan da olsa “insanlığın hali” üzerine düşünmeye de çağırıyor bizi. Bir parça daha olgun, konsantrasyonunu daha az dağıtmış bir film çok daha iyi olurdu diye düşünmemek elde değil.

(“Investigation” – “Soruşturma”)

Naj Sul – Young-Seok Noh (2008)

naj-sul“Kendimi çok mutlu hissediyorum. Yanımda güzel bir kardeşim var ve içiyoruz.”

Kız arkadaşı tarafından terkedilen bir gencin kendine gelmek için çıktığı zoraki yolculuğun hikâyesi.

Filmin senaryosu, yönetmenliği, görüntü yönetmenliği, müziği, kurgusu ve sanat yönetmenliği aynı isme ait olunca tahmin edileceği gibi düşük bütçeli bir bağımsız film var karşımızda. Filmin farkı ise bu tür filmlere pek alışık olmadığımız Güney Kore sinemasından geliyor olması. Batı sinemasından çıkan bağımsız filmlerinin gözde teması olan yolculuk burada da söz konusu ve kahramanımız zoraki çıktığı yolculuğunda bir türlü inisiyatifi ele geçiremiyor.

Oldukça keyifli bir müziği var filmin ve kahramanımızın başına gelenlere uçarı ve hoş bir arka plan yaratıyor. Genç adam film boyunca terkediliyor, kayboluyor, azarlanıyor, soyuluyor, taciz ediliyor ve tüm bunların arasında içiyor veya içiriliyor. Yaptığı gaflar da bunların üzerine ekleniyor. Tam bir sevimli kaybeden var karşımızda. Tüm bu olan bitenler yalın ve doğal bir dille, güldüren değil gülümseten, keyiflendiren bir üslup ve doğal oyunculuklar ile anlatılıyor. Film boyunca süren “üşüme” sahneleri, pansiyondaki televizyon seyretme bölümleri ve elbette filmin hemen her karesinde yer alan yeme/içme görüntüleri bu küçük filme garip bir çekicilik kazandırmışlar.

Sakin bir şekilde akan, küçük zıpırlıklar ve uçarılıklar içeren, finali ile “hayat aynı hataları yapmaya değecek kadar güzel” mesajını da veren sevimli bir film. Ana akım sinemanın kısıtlayıcı kurallarından kendini sıyırmış, zaman zaman bir “yeni dalga” havası yaratan bu filmin bitiminde kendinizi bir yandan mutlu ama bir yandan da filmin o kendi gerçekliğinden ayrıldığınız için mutsuz hissetmeniz yüksek bir ihtimal.

(“Daytime Drinking” – “Gündüz İçkisi”)

El Lobo – Miguel Courtois (2004)

x“Kelimeler yalandır. Eylemler değil”

Franko döneminde İspanya’da ETA içindeki bir muhbirin hikâyesi.

Gerçek olaylardan esinlenen filmde yaşadığı maddi problemin de etkisi nedeni ile ve kendisi ile ilgili suçlamalardan kurtulabilmek için polis adına ETA içine sızan ve muhbirlik yapan bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Senaryodaki pek çok öğe Türkiye için de çok tanıdık aslında; özgürlük istekleri, suikastler, bombalamalar, örgüt içi çekişmeler, sol örgütlerin demokrasi talebini engellemek için terörü durdurmaya pek de istekli olmayan güvenlik güçleri, arada kalan insanlar vs. Geriye dönüşle anlatılan filmin odak noktası ne terör, ne devletin yaklaşımı ne de kendi halinde bir adamın muhbire dönüşmesinin analizi. Film daha çok bir macera atmosferinde muhbirin yaşadığı tedirginlik üzerine kurulu ve sosyal ve siyasal anlamında bir şeyler söyleme telaşında değil. Senaryonun en çok odaklandığı ise bir muhbirin adına çalıştığı kişi(ler) tarafından yalnız bırakılması.

Olaylara yaklaşım biraz yüzeysel boyutta kalınca, ne kahramanın dönüşümünü ne de tam olarak durduğu yeri anlamak mümkün oluyor. Amaçladığı gerilimi hissettirmekte yetersiz kalınca, filmin kaçırdıkları daha da göze batar hale geliyor; Franko’nun ölmek üzere olması nedeni ile “şimdi ne olacak” boşluğuna düşen bir ülke ve halkı hak ettiği ilgiyi hemen hiç görmüyor, filmin romantizm bölümlerinin ele alınışı yetersiz, muhbir olmanın ruh hali başlı başına bir yaratıcı analizi hak ederken atlanıyor vs.

Bir ara sarıya boyadığı saçlarının eğretiliği bir yana Eduardo Noriega’nın oyununun idare eder bir seviyede olduğu bu film, yukarıda belirttiğim eksiklikler (veya beklentiler) bir kenara koyulup zaman zaman bir yalnız kahramana dönüşen muhbirin hayatı olarak ele alınıp da seyredilebilir elbette. O gözle bakınca da oyalayıcı, aksamayan ve keyifle seyredilir bir politik gerilim hikâyesi karşımızdaki. Elbette, faşist bir diktatörlük altında yaşayan bir ülkede bireylerin ve kurumların nasıl konumlandıklarını ve özgürlük mücadelelerin sürekliliği ve gerekliliğini düşündürtmek gibi faydaları da var. Kısacası, sosyal analizleri unutup seyredilmesi gereken ve o açıdan bakınca da pek de fena olmayan bir film.

(“Wolf” – “Kurt”)