The Playboys – Gillies MacKinnon (1992)

“İradesiz beyinler uygunsuz görüntülerden kolay etkilenir”

50’li yıllarda İrlanda’nın küçük bir kasabasında evlilik dışı çocuk doğuran bir kadının mutluluğu bulma çabasının hikâyesi.

Bireysel özgürlük, tutuculuk, IRA, karşılıksız aşk, sanatçılar ve mutluluğu bulmak üzerine orta karar bir film. İrlanda’nın yeşil doğasını bolca ve başarılı bir şekilde kullanan film giriş bölümünde ilginç ve gereksiz bir biçimde kısa tutulmuş sahnelerle sanki asıl hikâye sonra başlayacak diyor gibi ama başlangıç bölümündeki bu hızlı anlatım sanki fazlası ile düz bir hikâye anlatılacakmış havası yaratarak filme zarar veriyor.

Tutuculuğu ve kasaba halkının dedikodularını ve ikiyüzlülüğünü sık sık eleştiri konusu yapan senaryo kadının (Robin Wright) ve kardeşinin dik duruşlarının ve taviz vermemelerinin de altını çiziyor sürekli. Etrafındaki kendi deyimi ile “Mart kedisi gibi gece ortaya çıkan” tüm erkeklere direnen kadının kasabaya gelen ve filme de adını veren “The Playboys” adlı gösteri grubundaki bir oyuncuya (Aidan Quinn) aşık olmasının sırrı olarak diğerleri kendisine başkalarının onun hakkında ne düşündüğü üzerinden yaklaşırken oyuncunun kadının kendisinin ne düşündüğü üzerinden yaklaşması olarak gösteriyor. Sevgi ve önemsemenin göstergesi olarak doğru bir yaklaşım! Kadına karşılıksız bir şekilde aşık olan polis (Albert Finney) bu hikâyenin bir diğer önemli karakteri ve o da her aşk hikâyesini daha da çarpıcı kılan fedekârlığı temsil için yerini almış filmde.

Bu mütevazi filmin hayli güçlü bir oyuncu kadrosu var ama hikâye yeterince güçlü olmayınca onların oyunculukları da herhangi bir çarpıcılık içermeden hikâyeye yeterli desteği veren bir boyutta kalmış. Ağırlıklı olarak televizyon için çalışan yönetmen Gillies MacKinnon bu ilk sinema filminde daha çok televizyona yakışan bir tempo ve düz bir anlatımı tercih etmiş ama özellikle öne çıkan bir sahne var. Quinn ve Wright’ın motosikletle birlikte çıktıkları ilk gezi görüntüleri, renklerin ve anlatımın yumuşaklığı ve diyalogları ile çok iyi başarılmış bir flört sahnesi olmuş. Filmde ağırlıklı bir yer tutan ve kasabanın tutuculuğuna alternatif bir hayatı gösteren gezici tiyatro grubunun gösterileri ve grubun yavaş yavaş hayat girmeye başlayan televizyon karşısında ayakta kalma konusunda ilk endişeleri duymaya başlaması dikkat çekici bir hüzünlü hikâye ama filmde özellikle bir de IRA konusu olduğu düşünülürse sanki filmin asıl odağından zaman zaman sapmasına neden oluyor gibi görünüyor.

Aşkın hem canlandıran hem yok eden yanlarını pek derinlikli olmasa da işlemeye çalışan ve nihayetinde aşkın (en azından) iki kişilik bir duygu olduğunu anlatan küçük ve belki bir parça gereğinden fazla sevimli bir film.

(“Çapkınlar”)

On the Waterfront – Elia Kazan (1954)

“Hayatım boyunca doklarda çalıştım ve öğrendiğim tek şey var: Soru sorma ve sorulara cevap verme”

Doklardaki sendikaların yöneticilerinin tahakkümü ve yozlaşma ile mücadele eden bir adamın hikâyesi.

Sinemanın ustalarından Elia Kazan’dan gerçek bir Amerikan sineması klasiği. Oyunculukları, yönetimi, hikâyesini anlatım biçimi, kurgusu ve işte bir film hangi alanlarda değerlendirilebilir ise onların tümünde sınıfı parlak notlarla geçen bir başyapıt. Yönetmenin kişisel geçmişinde 1952 yılında Amerika Aleyhtarı Faaliyetleri Araştırma Komitesi’nde sinema sektöründe çalışan ve bir kısmı arkadaşı da olan ve komünist organizasyonlarla bağlantısı olan sekiz kişinin ismini vermesi gibi bir kara leke var. Her ne kadar kendince bunun çeşitli gerekçelerini sunsa da sonuçta kendi sinema kariyerini sürdürebilmek için verdiği bir çirkin tavizdi bu ve bu kara leke onun sanat dünyasında tüm hayatı boyunca bir kesim tarafından hep dışlanmasına neden oldu. Onu dışlayan ve sürekli eleştiren isimlerden biri ünlü oyun yazarı Arthur Miller idi ve işte bu filmin de Elia Kazan’ın onun “The Crucible – Cadı Kazanı” oyununa bir cevabı olduğu söylendi kimilerince. Açık bir ifade ile muhbir olmakla suçlanan Elia Kazan bu filmde de ilginç bir biçimde bir yozlaşma ve mafya örgütü haline gelen bir sendikanın baskısı karşısında konuşmayı tercih eden ve arkadaşlarınca muhbir olarak suçlanan bir adamın hikâyesini ele alarak kendi geçmişi ile ister istemez bağlantı kurulmasına neden oluyor ve belki de bir kendini temize çıkarma, açıklama aracı olarak kullanıyor filmi. Bu arada filmin hikâyesinin the New York Sun gazetesinde yayınlanıp Pulitzer ödülü kazanan ve gerçek olayları anlatan makalelere dayandığını, yapımcıların çekime başlamadan önce sendikaların tepkisini almamak için gangsterleri komünist olarak göstermek istediklerini ve ilk senaryoyu yazan Miller’ın da bu nedenle filmden çekildiğini belirtmekte fayda var. Daha da ilginci, çekilen senaryoyu yazan ismin de tıpkı Kazan gibi komitede muhbirlik yapan bir başka isim olan Budd Schulberg olması. Çok çetrefilli bir konu kısacası bu kamera arkası hikâyeleri ama sonuçta tüm bunlar filmin bir başyapıt olduğu gerçeğini örtmemeli.

İlk sinema filminde Eva Marie Saint, rahip rolünde Karl Malden ve örgütün lideri rolünde Lee J. Cobb çok parlak oyunculuklar veriyorlar ama filmin iki asıl yıldızı var. Rod Steiger bir yardımcı rolün nasıl bir filmin temel taşlarından biri olabileceğini parmak ısırtacak bir güzellikte gösteriyor ve sinema tarihine geçen ve Marlon Brando ile araba içinde konuştukları o olağanüstü sahnede has bir oyunculuğun nasıl bir yaratıcılık gösterisi olabileceğini ispatlıyor. Ve elbette tek ve ölümsüz Brando; bu filmdeki oyunculuğunun gücünü, seyredene verdiği keyfi ve bir gerçek ana tanıklık etmenin o tedirgin eden güzelliğini anlatacak kelime bulmak mümkün değil sanırım. Göründüğü her sahneye damgasını vuran bir vücut dili, gerçekçiliğin gidilebilecek en uç noktasına kadar gitmiş gibi görünen mimikleri, hiç aksamayan doğallığı ile her bir sahnede bazen bir ufak el hareketi veya bir derin bakış ile, bazen sessiz bazen gürültülü bir biçimde ama hemen her zaman varlığını hissettirmesi filmin içine sizi öyle bir çekiyor ki sıyrılmanız mümkün değil. Canlandırdığı kahramanın hikâye içinde aslında bir sürünün parçası olmaya dönüşen ama kibar olmak gerekirse sessiz çoğunluk diye adlandıracağımız gruptan bağımsız davranışları onun oyunculuğunda tekrar tekrar yaratılıyor sanki. Özetle sanatın güzelliği karşısında ağlama hissi duyabileceğiniz o benzersiz anları yaratıyor film boyunca. Bu beş oyuncunun da Elia Kazan’ın da kurucularından biri olduğu Actor’s Studio’da çalıştıklarını ve orada Stanislavski’nin oyunculuk yöntemleri üzerine kurulu “Metod Oyunculuğu” derslerini aldıklarını belirtmekte yarar var.

Leonard Bersntein müzikal olmayan bir filme yaptığı tek müzik çalışmasını bu film için gerçekleştirmiş ve bence bir parça fazla kendini öne çıkaran ve filmin atmosferini bazen ezen ama kendi başına değerlendirilirse başarılı bir iş çıkarmış. Kurgu ise tek kelime ile harika ve sanki seyrettiğimizin kurguda hiç müdahele görmemiş çekimlermiş havası yaratmasını sağlıyor. Yönetmen Kazan bu başyapıtında artık klasik olmanın ötesine geçen sahneler yaratmış. Örneğin yukarıda da bahsettiğim Brando ile Stegier’in arabanın içinde konuştukları ve hikâyenin akışını, sonraki gelişmeleri dramatik biçimde etkileyen sahne, Saint ile Brando arasında geçen ve sonu dans ile biten sahne ve Brando’nun Saint’e itiraf sahnesindeki yakın plan yüz çekimleri sinema derslerine konu olan anlardan sadece birkaçı. Siyah beyaz görüntülerini çarpıcı ama asla yapay olmayan kontrastlarla kullanan film bir zamanlar yönetmenlerin ses veya görüntü efektlerini değil bir hikâye anlatma derdi ile oyuncuları yönettiğini hatırlatarak sinemanın bugünü için üzüntü duymanıza neden olacaktır. Günümüz ana akım sineması hikâyesine saygı duyan ve becerisini onun hizmetine veren isimlerin eksikliğini çekiyor maalesef.

“Seyreden ve itaat eden çoğunluk” olgusunun karşısına mücadele etmeyi koyan, “halkın gücünü” savunan bir film bu çalışma bir yandan da. Her türlü tahakküme ve sömürüye karşı birlikte hareket etmenin, direnmenin tarafını tutan bir film ama bir yandan da bir “cesur yüreğe” her zaman ihtiyaç olduğunu söylüyor. Has bir sinemacının elinden çıkan, has bir film. Klasik, keyifli ve olağanüstü.

(“Rıhtımlar Üzerinde”)

Target – Arthur Penn (1985)

“Ajan olacağımıza çılgın olduk. Hepimiz. Bilgi bulmaya çalışacağımıza birbirimizi yok etmeye başladık”

Karısının kaçırılmasından sonra sıradan bir adam ile ilgili ortaya çıkan sırların hikâyesi.

Amerikan sinemasının televizyon kökenli yönetmenlerinden Arthur Penn’in altmışlı ve yetmişli yıllarda çektiği başarılı filmlerden sonra formunun düşmeye başladığı dönemden bir film. Penn’den ziyade Holywood’un aksiyona daha yatkın isimlerine yakışan, tonunu yeterince tutturamamış ve aksiyon kahramanına dönüşen bir sıradan adamın yarattığı komik durum ile iddialı bir gerilimli ajan hikâyesi arasında gidip gelen bir çalışma bu film özetle.

Gene Hackman’ın sürüklediği filmde oğlu rolünde genç bir Matt Dillon vasat bir performans sergiliyor. Yan karakterler ise ağırlıklı olarak senaryodan kaynaklanan ve zaman zaman sıradanlaşan diyalogların da etkisinin olduğu gereksiz karikatürize edilmiş rollerde pek de başarılı değiller. Arabalı takip sahnelerinin filmin genel performansı düşünüldüğüne başarılı olduğu filmde hani nerede ise acemice kotarılmış sahneler de yer alıyor. Örneğin Paris’te havaalanında geçen ve kahramanımızın öldürülmeye çalışıldığı sahne bir parça daha ileri gidilse bir ZAZ komedisine yakışır hale gelecekmiş gibi duruyor. Tüm casus filmlerinin alamet-i farikası olan farklı ülkelerde geçen hikâye burada da var elbette ve kahramanlarımız Dallas-Paris-Hamburg-Batı Berlin rotasında ilerleyerek kaçırılan kadını kurtarmaya çalışıyorlar.

Soğuk savaş döneminde geçen hikâyenin ciddi bir “aile güzellemesi” olduğu da rahatça söylenebilir. Hem kahramanımız ile oğlu arasında pek de iyi olmadığı başlarda birkaç kez vurgulanan ilişki finaldeki hayli uzun süren kucaklaşma sahnesi ile huzura kavuşturuluyor hem de en sert dünyalardan biri olan casusların dünyasında bile ideolojiler ne olursa olsun en temel kuralın ailelere dokunmamak olduğu anlatılıyor. Zaten tüm patırtı da on sekiz yıldır yaşatılan bir “ailenin intikamını alma” arzusundan kaynaklanıyor filmde.

Bu tür filmlerde gerilimin zirve noktalarının ve bu noktaların sıklığının çok iyi belirlenmesi gerekir ama burada bir dağınıklık söz konusu bu alanda. Bu nedenle ne film seyredeni avucunda tutabiliyor ne de filmin sizden ne beklediğini tam olarak kavrayabiliyorsunuz. Yine de Gene Hackman için, soğuk savaş günlerini hatırlamak için ve yeterince keyif vermese de bir casus filmi seyretmek için tercih edilebilir. Naif yanlarına karşın Avrupa şehirlerinin sokaklarında geçen bir gerilim hikâyesi ne olursa olsun doğası gereği bir çekicilik taşır ne de olsa.

(“Hedef”)

Allotment Wives – William Nigh (1945)

“Bir şey yapmam gerekiyordu. Namlu size doğrultulmuştu”

İkinci Dünya Savaşı sırasında ölürlerse sigortalarından yararlanmak üzere genç kadınları askerlerle evlendiren bir çetenin hikâyesi.

Küçük bütçeli filmleri ile tanınan Monogram şirketinin çektiği B sınıfı bir film. Özellikle Fransız yönetmenlerin ilgilendiği ve örneğin Yeni Dalga akımının referanslarından biri olan bu tip filmlerin genel özellikleri düşük bütçelerle çekilmeleri, yıldız oyunculara fazla yer verilmemesi ve genellikle aksiyon, korku veya benzeri türlerden olmalarıydı. Bu film de bu özellikleri taşıyan çalışmalardan ama örneğin yine bir Monogram filmi olan “Dillinger” gibi klasik olmuşlardan değil.

Kara film havası taşıyan hikâyesi zorlama tesadüfleri de içeren akışı ile subayın teklif edilen görevi kabul etmesi için ikna edilmesi veya çetenin reisi olan kadının kızının yanına girebilmek için subayı iknası gibi sahnelerde olduğu gibi başarısız diyaloglar ve dikkat çekici kötü oyunculuklar ile oldukça göze batıyor. Subay rolündeki Paul Kelly herhalde en kötü oyunlarından birini veriyor bu filmde. Çetenin lideri rolündeki Kay Francis ise B sınıfı filmlere uygun oyunu ile idare ediyor. Oyunculukla ilgili en iyi özet, filmde hizmetçinin bile kötü oynaması!

Şantaj, tehlikeleri kadın(lar), sırlar, iyiler, kötüler, kahramanlar, becerikli ve beceriksiz polisleri ile B tipi bir film sonuç olarak. Filmin çekildiği yıl düşünüldüğünde düşebileceği milliyetçilik tuzağına fazla kapılmaması ve çete liderine bir kötü karaktere değil bir insana yaklaşır gibi yaklaşmayı tercih etmesi gibi erdemlerinden de söz ederek bu türün gerçek klasiklerine göz atılması daha doğru bir seçim olur diyeyim.

(“Asker Eşleri”)