Irma la Douce – Billy Wilder (1963)

“Sen balerinin sadece kendisi için dans etmesini isteyen bir emprezaryo gibisin. O bir dâhi ve herkesin faydalanması gerekiyor onun dehasından.”

Kurallara bağlı ve dürüst bir polislikten tutulduğu bir fahişenin muhabbet tellallığına geçen bir adamın kadını kimse ile paylaşmama çabası ile başlayan olayların hikâyesi.

Bir sahne müzikalinden Billy Wilder ve I.A.L. Diamond ikilisi tarafından senaryolaştırılan ve Wilder’ın yönettiği keyifli bir film. Oyun sinemaya aktarılırken müzikal öğeler çıkarılmış ve pek çok filmde iş birliği yapan Wilder-Diamond ortaklığında bir parça uzun ama başarılı bir komediye dönüşmüş. “Tatlı İrma’nın” hikâyesi ahlâki bir noktadan yaklaşılmaması gereken filmlerden. Sevgilisini satan bir adamın hikâyesi özellikle de ahlâkçıların bir komedi kalıbı içinde bile pek de hoşgörü ile yaklaşacağı bir konu olmasa gerek.

Jack Lemmon ve Shirley MacLaine ikilisinin eğlendiği ve eğlendirdiği bir film bu. MacLaine her müşterisine farklı bir hikâye anlatarak onlardan aldığı parayı artıran “cool” görünümlü ve işinin ustası fahişe rolünde çok enerjik bir performans veriyor. Lemmon ise naif bir insandan bir “kaplana” dönüşürken oldukça keyif veren sahnelere imza atıyor. Polis minibüsünün arkasında onlarca hayat kadını ile yolculuk etmek zorunda kaldığı ve ilk çözülme emarelerini gösterdiği sahnede çok başarılı örneğin. Kalabalık bir kadrosu olan filmde Lou Jacobi de hem filmin unutulmaz cümlelerinden bazılarına aracılık ediyor hem de “ama o başka bir hikâye” ifadesi ile sona eren geçmişinden hikâyeler ile seyirciyi eğlendiriyor. Filmin en kuvvetli olduğu yanlarından biri de kimileri oyunun orijinalinde yer alan kimileri ise I.A.L. Diamond’ın kaleminden çıkan espriler. Bu espriler belki tüm film boyunca her zaman en üst düzeyde değil ama filmin hayli uzun olan süresinin farkedilmemesini sağlayanlar da onlar oluyor. Örneğin “Üzgünüm, yüzleri hiç hatırlayamam” cümlesi bir fahişenin ağzından çıktığında elbette çok komik bir ana kaynaklık ediyor. Paris’in Casanova sokağında icra edilen mesleğin ekonominin çarklarını nasıl döndürdüğünü anlatan ve “bebek arabası satıcısının fahişe kıza, onun kabadayısına, kabadayının rüşvet olarak polise ve polisin de bebeği için aynı parayı satıcıya ödemesi” zinciri ile özetlenebilecek bakış bir kapitalizm hayranının itiraz edemeyeceği bir yaklaşım ve film bu sokağın halk ile nasıl iç içe geçmiş bir halde ve normalleşmiş bir halde var olduğunu göstererek muhafazakar bakışlara da karşı duruyor. Elbette Amerikan sinemasının konusu ve kahramanları böyle olan bir film için lokasyonu Paris olan bir Fransız oyununu tercih etmeleri anlaşılır bir durum. Ne de olsa Fransa ve Fransızlar her zaman ahlâk dışı kavramların aracısı olmuştur Amerikalılar için.

Kendisini kendisi ile aldatan ve bu durumdan bir kıskançlık krizi çıkaran adam rolünde Lemmon bir İngiliz taklidi yaparken daha önce gördüğü İngiliz filmlerinin konularından, mekanlarından ve kahramanlarından hikâyeler uydurarak epey eğlendiriyor bizi. Filmin çoğunlukla onun etrafında dönen ve ona dayalı esprileri belki her zaman birinci kalite değil ve filmin süresi kurguda rahatça epey bir kısaltılabilirmiş dedirtecek kadar uzun olsa da hayli komik, eğlendirici bir film. Son on beş yirmi dakikası sıradan seyirciyi mutlu etmek için eklenmiş gibi görünüyor örneğin. Yine de başarılı bir set tasarımı ile oluşturulan Casanova sokağının başarılı görüntüleri ile empresyonist resimleri de çağrıştıran film Wilder-Diamond ikilisinin başarılı iş birliklerinden biri.

(“Sokak Kızı İrma”)

Killer’s Kiss – Stanley Kubrick (1955)

“Belki de her şey hayatı fazla ciddiye almakla başlıyor”

Bir boksörün komşusu olan bir kadına ilgi duyması ile başlayan olayların hikâyesi.

Stanley Kubrick’in senaryosunu, kurgusunu, görüntü yönetmenliğini ve yönetmenliğini üstlendiği ve kara film tarzında bir suç ve gerilim filmi. Filmin çok düşük bir bütçe ile çekildiği gerçeği kendisini film boyunca sürekli gösteriyor ve bunun en belirgin göstergesi de oyunculuklar. Özellikle baş roldeki Jamie Smith kendisini sürekli kasar bir halde ve özellikle vücudunu çok zorlayarak oyunuyor. O kadar ki bir süre sonra onun bu “tuhaf ve kötü” oyununun “tuhaf ve çekici” bir hale dönüştüğünü söylemek bile mümkün. Irene Kane ise onun yanında çok daha profesyonel bir görüntü veriyor ama onun oyunculuğu için kullanılabilecek en doğru kelime vasat sanırım. Yan karakterlerin tümü için de benzer bir yorum yapmak mümkün.

Ortalamanın oldukça altında kalan süresi ile bir hikâye veya novella tadı taşıyan bu filmde en cazip unsur elbette Kubrick’in damgasını taşıması. Yönetmen fotoğrafçılığının izlerini filmde sürekli gösteriyor ve özellikle siyah beyaz kontrastını başarı ile kullanıyor film boyunca. Hemen tüm kareler üstün bir mizansen anlayışı ile oluşturulmuş havasını veriyor. Boks maçı sahnelerinde örneğin bir Scorsese filmindeki altı çizilmişlik veya üzerinde çalışılmış bir görkem havasının yerine tek bir kamera ile çekilmiş, yalın, doğal ve kısa anlar var. Bir yumruğun atılması kadar kısa ve gerçek diye özetlenebilir bu anlar. Benzer bir biçimde plastik mankenlerin olduğu depoda geçen ve oldukça uzun süren kavga sahnesi yönetim becerisi olarak oldukça üst bir seviyede ama bu sahnede Frank Silvera’nın oyunu sanki bir Pembe Panter filminde Peter Sellers’ı izlediğiniz etkisi yaratmıyor da değil.

Filmin kısa süresi, hikâyesinin yalınlığı ve dağılmaması ve belki de en önemlisi Kubrick’in tarzı seyircinin ortaya çıkan eseri içine rahatça girebileceği ve kendisine ait küçük ve özel bir nesne gibi görmesini sağlıyor. Alçak gönüllüliğü filmi başta oyunculuk alanındaki olmak üzere çeşitli zaaflarına karşın işte bu nedenle samimi kılıyor. Bu zaaflardan biri de, elbette imkânların kısıtlılığından kaynaklanan, bazı olayları gösterme yerine kahramanların dilinden aktarma tercihi. Akışı biraz bozan bu durum kadının geçmişinin psikolojik analizinin de yetersiz ve aslında gereksiz kalmasına yol açıyor.

Dans salonundaki sahnelerindeki bilinçli yapaylık bana eski Türk filmlerindeki maalesef bilinçsiz (yani becerilememiş) dans veya pavyon sahnelerini hatırlattı ki her an görüntünün bir yerinden Suzan Avcı’nın çıkacağını düşündüm. Oysa burada bu sahneler filmin akışına ve havasına uygun bir katkı yapar durumdalar. Zaman zaman kullanılan el kamerası ile örneğin boks maçına hazırlık sahnesinde olduğu gibi etkileyici görüntüler oluşturan Kubrick kendine has bir gerilim filmi oluşturmayı başarmış denebilir rahatça. Karşılıklı pencereleri aracılığı ile birbirlerini gözetleyen kahramanlarımız filme bir yandan bir “röntgencililik” havası veriyor diğer yandan da kahramanlarımızın baştaki yalnızlıklarını vurgulayarak sonraki gelişmeleri daha anlamlı kılıyor. Değişik, çekici ve küçük bir film. Zayıf anlarında bile Kubrick’in has sinemacı kişiliğinin kendini gösterdiği bu film kesinlikle ilgiye değer.

(“Katilin Busesi”)

Chance – Abner Benaim (2009)

“Gonzalez soyadı ile yoksulları tavlarsın, karının soyadı Dubois ile de zenginleri”

Panama’da aristokrat bir aileye hizmetçilik eden iki kadının isyanı ile başlayan olayların hikâyesi.

2009 yılı Orta ve Güney Amerikalı sinemacıların zengin evlerinde çalışan hizmetlilerin hikâyelerine odaklanmaya kara verdikleri bir yıl olsa gerek. Aynı yıl içinde Bolivya sinemasında “Zona Sur” (Juan Carlos Valdivia) adlı film çekilirken, Şili ve Meksika da bir ortak yapım olan “La Nana” (Sebastián Silva) ile benzer bir temaya el atmıştı. “Chance” ise bir Panama yapımı ve yine zenginliği tehlikede olan veya filmdeki olaylardan sonra tehlikeye giren bir ailenin yanındaki iki hizmetçinin isyanına odaklanıyor. İlginç bir şekilde üç filmde de ailenin en küçük çocuğu bir erkek ve hizmetliler ile eşit seviyede bir ilişki kuran nerede ise tek bireyi ailenin. Söz konusu filmlerin ilki içlerinde doğrudan değil ama çok daha incelikli bir biçimde değişmekte olan bir düzenin getirdiği bir politik havayı taşıyan tek film. “Chance” ise belki zenginlere, adaletsizliğe ve sömürüye karşı bir yoksul “ayaklanmasını” anlatıyor ama durmayı seçtiği ve sık sık popüler güldürüye fazlası ile kayan rotası böyle bir okumayı biraz zorlama kılabilir doğrusu.

“La Nana” filminde olduğu gibi bu filmde de hizmetçilerden birinin doğum günü var ve elbette ailenin görev duygusu ile ve zoraki düzenlediği bir kutlama bu. Gerek bu sahne gerekse babanın politikacı olarak ve aile babası olarak ikiyüzlülüğü, alışverişe servet harcanırken hizmetçilerin maaşının ödenmemesi ve aile bireylerinin para konulu konuşmaları hizmetçilerinin anlamaması için İngilizce yapmaları filmin bu aile özelinden yola çıkarak genel olarak yönetenleri ve güç sahiplerini eleştirmeye soyunduğunu gösteriyor. Konuşmalarında halka refah vaat eden bir politikacının kendi evindeki hizmetçiyi sömürmesi ve işte sonra gelişen tüm olaylar zaman zaman bir Kemal Sunal güldürüsü havasını da taşıyan “halkçı” bir atmosfer içinde anlatılıyor gibi oluyor ama sonra film fazlası ile çığrından çıkıyor. Çoğunluğa ve popülerliğe yakın duran tüm filmler gibi üzerinden komedi durumu üretmesi kolay olan daha doğrusu bunu doğal kabul etmemiz beklenen klişe tiplemeleri, örneğin eşcinselleri ve travestileri kullanarak gereksiz yerlere de sapan bir film bu.

Sonuç olarak eğlendiren ama düşündürttüklerinin komedi tonu içinde zaman zaman kaybolmasına neden olan keyifli bir film. Ne olursa olsun son yıllarda özellikle Güney Amerika’da gelişen ve kuşkusuz liberal egemen güçlerin pek de mutlu olmadığı gelişmeleri hatırlatan bir film bu. İsyan edenlerin koyu renkli tenleri ile egemenlikleri yıkılanların beyaz tenlerini düşünmek yeterli bunun için.

(“Şans”)