The Best Man – Franklin J. Schaffner (1964)

“Demokrasilerde halk entelektüellerden değil aptallardan korkmalı”

Partilerinin başkan adayı olarak seçilmek için yarışan adayların gittikçe kirli bir savaşa dönüşen hikâyeleri.

Amerikalı yazar ve politikacı Gore Vidal’ın kendi oyunundan senaryolaştırdığı ve Franklin J. Schaffner tarafından yönetilen film adı verilmeyen bir partinin başkan adaylığı için yarışan beş adaydan özellikle ikisi arasındaki savaşa odaklanıyor ve özetle politikanın ne kadar kirli bir oyun olabileceğini (veya olduğunu) anlatıyor. Taraflardan birinin geçmişteki psikiyatrik rahatsızlığı ve eşini aldatmış olması, diğerinin ise yine geçmişte kalan eşcinsel ilişkileri karşı taraf için güçlü bir silah konumunda ve film bu kirli savaşta adayların ne kadar ileriye gidebileceğini gösterirken bir yandan da demokrasi, vicdan, ahlâk ve politikada temiz kalabilmenin imkânsızlığı üzerine önemli şeyler söylüyor.

Kendisi de başkan adaylığı için yarışmış ve kaybetmiş olan ve yine kendisinin de geçmişte eşcinsel ilişkileri olan Gore Vidal bir açıdan konuya hayli içeriden bakmış denebilir. Oyundan/filmden ortaya çıkan resim politikada “başarıya” ulaşmanın olmazsa olmaz koşulunun rakibini/düşmanını ortadan kaldırmak için her yolu kullanabilme becerisine sahip olmak olduğu. Film boyunca seçim yapan delegeler tehditle, teşvikle, şantajla ayartılıyorlar. Rakiplerin tüm hayatı didik didik ediliyor, aleyhlerine kullanılabilecek herhangi bir zayıf noktalarını yakalamak için. Tüm bu resmin ortasındaki politikacılar (ve anlaşılan özellikle Amerikalı olanlar) kendilerini nerede ise ölümsüz zanneden ve kendilerini konumlandırdıkları yerler biz sıradan insanların bulunduğu noktadan çok yukarıda olan insanlar. Filmin bunu öne sürme gibi bir amacı yok ve onun odağı vicdanı ile liderlik arzusu arasında sıkışan bir insanı anlatmak ama film boyunca Amerikalı politikacıların (ve etraflarındakilerin) bir ülkeye değil tüm dünyaya lider olacak bir kişi olmanın (veya bir kişiyi o lider yapmanın) peşinde koştuğunu hissediyorsunuz. Bu liderlik yarışında komünizm paranoyası, o tarihte izleri belirgin bir şekilde duran ırkçılık ve din en çok kullanılan araçlar. Rakibini komünist olmakla “suçlamak”, eyaletinde beyaz ve siyahların birlikte okuduğu karma okullardan hiç açtırmamış olmakla övünmek ve her iki cümleden en az birinin içinde Tanrı kelimesinin geçmesi sıradan tercihler bu yarışta.

Henry Fonda zeki, entelektüel, esprili, liberal ama kimilerine göre başkanlık için yeterince sert bir kişiliği olmayan adayı oynarken, Cliff Robertson hırslı, sert ve kirli yollara sapmaktan çekinmeyen adaya can veriyor. Her iki oyuncu da rollerinin hakkını vermişler ama onların önüne çıkan isim eski başkan rolündeki Lee Tracy oluyor. Tracy tiyatroda da canlandırdığı rolde yorgun, hasta ve kendisinden sonraki en doğru adayı bulmaya çalışan başkan rolünde etkileyici bir performans veriyor. Her iki adayın eşlerini oynayan Edie Adams ve Margaret Leighton da filmin yüksek oyunculuk düzeyine eşlik etmeyi başarıyorlar. Sonlardaki iki adayın yüzleşme bölümünde hayli etkileyici bir mizansen ortaya koyan yönetmen Schaffner bunun dışında kendisini geri çekmiş ve filmin senaryosunun öne çıkmasını sağlamış. Vidal’ın senaryosu da akıcılığı ve diyaloglarının parlaklığı ile göz dolduruyor açıkçası ama film zaman zaman sıkı ve keyifli bir tiyatro oyunu seyrettiğiniz havasını kıramıyor. Sonuç olarak ne anlattığı nasıl anlattığının çok önüne geçen bir film karşımızdaki.

Hikâyede olduğu gibi gerçek hayatta da kötünün zaferi engellenebilir mi veya herhangi bir kararımız vicdanımıza ters düştüğünde bedeli ne olursa olsun geri adım atabilir miyiz soruları için seyircisini kişisel cevaplarını aramaya teşvik eden film politikanın doğası gereği kirli olduğunu ve bundan kaçınmanın da mümkün olmadığını çok net gösteriyor. Yönetilenlerin içindeki tüm kötülüklerin toplamı kadarına sahip olunmadığı sürece yöneten olmak imkânsız gibi. En iyi olanın değil en güçlü olanın kazandığı bir oyun bu.

(“En İyi Adam”)