Julia – Fred Zinnemann (1977)

“Dünyanın olacakları görmeyi neden reddettiğini anlamıyordu”

Yazar Lillian Hellman’ın Julia adında bir kadınla yıllara yayılan ve arka fonunda 30’lu yıllarda hızla savaşa doğru giden bir dünyanın olduğu arkadaşlığının hikâyesi.

Tiyatro oyunları, senaryoları ve anı kitapları ile tanınan ünlü Amerikalı yazar Lillian Hellman’ın “Pentimento” adlı anı kitabının bir bölümünden uyarlanan film yönetmen Fred Zinnemann’ın sondan bir önceki ve son parlak çalışması. Dev bir oyuncu kadrosunu barındıran film bugün bir parça eskimiş görünen ve kimi temel kusurları da barındıran ama yine de sinemanın klasikleri arasına girmeyi başarmış ve kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma.

Günümüzde daha çok “Spider Man” filmleri için yazdığı senaryolar ile tanınan ama Oscar kazandığı “Julia” ve “Ordinary People” adlı filmlerin yanısıra “Paper Moon” gibi çalışmaları ile de tanınan Alvin Sargent’ın senaryosu ile Hollywood’un büyük isimlerinden Fred Zinnemann’ın işbirliği ile ortaya çıkan filmin öncelikle kusurlarını sıralamak gerekiyor. Film “Julia” adını taşısa da hikâye onu değil de hikâyeyi zaman zaman sesinden dinlediğimiz Lillian’ı anlatıyor sanki. Öyle ki Lillian’ın kariyerindeki gelişimi bile takip edebilirken Julia’yı doğru dürüst tanıtmıyor film bize. Evet onun cesur, güçlü, öz güveni yüksek ve kahramanca adlandırılabilecek tavırlara sahip bir insan olduğunu anlıyoruz ama sanki hikâye Julia’nın kendisini değil hayatında bu karakterde bir arkadaşı olan Julia’yı anlatmayı tercih ediyor. Belki senaryonun uyarlandığı hikâyeden gelen bir durum bu ama iki kadın arasındaki dostluğu nerede ise Lillian ile Dashiel Hammett arasındaki ilişkinin gölgesinde bırakacak kadar zayıf anlatıyor film. Hikâyenin iddia ettiğinin aksine Julia’ya odaklanmadığının en bariz örneği de Lillian’ın ilk oyunundan sonraki törene ayrılan zamanın bile nerede ise iki kadın arasındaki ilişkinin sık sık geriye dönüşlerle anlatıldığı sahnelerin toplamından uzun olması. Senaryo Hitler’in iktidarını iyice sağlamlaştırdığı ve faşizmin yavaş yavaş Almanya’nın üzerine çöktüğü bir dönemde başta yahudiler olmak üzere çeşitli sınıflardan tutukluların kurtarılması için ülkeye gizlice para sokulmasına aracılık eden Lillian’ın gerilim dolu yolculuğunu bize filmde hayli geniş bir yer tutan ve özellikle kimi anlarında parlak bir sinemasal başarıya sahip olan sahneler ile aktarırken, filmin geneli içinde bu bölüm belki anlamsız değil ama kesinlikle filmin geriye kalanından “bağımsız” bir yerde duruyor. Eğer amaç adına faşizm denen canavarın yarattığı boğucu atmosferi vurgulamak idi ise bu zorlu yolculuğun sonunda iki kadının kafede buluşma sahnesi tüm atmosferi ile bunun çok daha etkileyici bir biçimde altını çizmeyi başarıyor zaten. Zinneman’ın üslubunda da zaman zaman problemler var filmde. Yönetmenin örneğin “From Here to Eternity” filminde başarı ile uyguladığı klasik Hollywood mizansen anlayışı ile bu filmde zaman zaman denediği daha serbest bir üslup birbiri ile yeterince kaynaşamamış görünüyor film boyunca.

Peki tüm bu kusurlara rağmen film neden ve mutlaka görülmeli? Öncelikle dört büyük oyuncusu, Jane Fonda, Vanessa Redgrave, Jason Robards ve Maximilian Schell için. Sırası ile Lillian Hellman, Julia, Hammett ve Johann’ı canlandıran dört oyuncu karakterlerinin ruhlarına girmişler adeta ve film boyunca döktürüyorlar. Jane Fonda senaryonun kendisine verdiği ağırlığı çok iyi değerlendirken Redgrave kariyerinde hemen hiç eşiğini düşürmediği oyunculuğunu burada da tekrarlıyor ve belki de bu nedenle şaşırtmıyor aslında. Robards nispeten küçük ve iniş çıkışları olmadığı için oyuncunun kendisini göstermesi zor olan bir rolün altından usta bir karakter oyuncusu nasıl olmalı konusunda dersler vererek kalkıyor. Schell ise başarılı bir oyuncunun filmde yapay efektlere başvurmadan fiziksel olarak nasıl değişebileceğini adeta vücudunu küçülterek gösteriyor. Bu filmdeki rolü ile ve geç bir yaşta sinemaya ilk adımını atan Meryl Streep de çok küçük bir rolde de olsa sonraki parlak kariyerinin ilk sinyallerini vermeyi başarıyor.

Douglas Slocombe’un muhteşem görüntüleri var bir de elbette. Lillian’ın geriye dönüşlerle hatırladığı mutlu çocukluk ve gençlik günleri sahnelerindeki ışığın kullanımından gece vakti trenin gardan çıktığı sahneye kadar Slocombe filme damgasını vurmuş. Özellikle bu son sahnede kameranın açısı ve kadraj içine aldıkları ile sanatçı sinemada belki binlerce kez çekilmiş bir sahnede bile her zaman yeni bir şeyler söylenebileceğini ispatlıyor bir kez daha. Bu görüntülere eşlik eden Georges Delerue imzalı müzik de filmin artıları arasına yazılmalı.

Yukarıda bahsettiğim kafedeki son buluşma, Viyana üniversitesindeki Nazi sempatizanı gençlerin baskın sahnesi (her ne kadar sahnenin sonu garip bir biçimde kesilmiş gibi dursa da) veya açılıştaki yemek sahnesi (ki bu sahne Julia’nın inançları, fedakârlığı ve mücadelesi ile yüz seksen derece zıt bir dünyayı gösteriyor) gibi kimi parlak anları da olan film insanlık tarihinin karanlık anlarında sessiz kalmayı seçen büyük çoğunluğun aksine bir şekilde ve neyse ki cesur insanların da ortaya çıkabileceğini göstermesi ile de ilgiyi toplamayı başarıyor. Kimi kusurlarını görmemezliğe geleceğiniz türden ve işte o herhangi bir gerekçe bulma telaşına düşmeden sevilen filmlerden. Kaldı ki yeterince iyi anlatılamamış olsa da, ki dostluğu anlatmak aşkı anlatmaktan çok daha zordur sinemada çünkü aşkı seksten kimi güçlü trajik noktalara kadar pek çok etki gücü yüksek noktaya taşımak kolayken dostluk bir şekilde daha alçak perdeden seyreder aşka göre, dostluğun güzelliğini ve yüceliğini kendisine konu edinen bir film ilgiyi mutlak bir biçimde hak eder diye düşünüyorum.

The Conspirator – Robert Redford (2010)

“Savaş zamanında kanunların sesi kesilir”

Abraham Lincoln’ün öldürülmesinden sorumlu tutulanlar ile birlikte yargılanan Mary Surrat’in davasının hikayesi.

Birleşik Devletler sinemasının liberal kanadından Robert Redford’un ABD tarihindeki olayları gerçeğe mümkün olduğunca yakın bir içerik ile sinemaya aktarmak için kurulan “American Film Company” adına çektiği bir film. Belki işte tam da bu nedenle film zaman zaman bir tarih kitabından bölüm okurmuş hissini veren, sinemasal tadı biraz eksik kalmış ama profesyonel ellerin dokunduğu hissini de yansıtmayı başaran bir çalışma olmuş.

İktidar sahiplerinin gerçeklere yeni bir biçim vermek, onları gerekirse çarpıtmak ve şu ya da bu nedenle (ama her zaman yüce, kutsal bir takım nedenlerle) kurban belirlemek hakkı oldu tarihte. Lincoln suikastinin parçası olmakla suçlanan Surrat de Güneylileri iç savaşta yenmeyi başaran Kuzeylilerin kendilerince haklı gerekçelerle kararını baştan verdikleri bir yargılamanın kurbanı olmuş görünüyor filme göre. Suikast sonrasında kadının cezalandırılmaması, suçlu olup olmadığından bağımsız olarak, Güneylilere yeni bir suikast için cesaret verirken Kuzeylilerde de intikam düşüncesi yaratacaktır bu güç sahiplerine göre ve tüm bunları engellemek adına bir bireyin kurban edilmesi ve bu arada adaletten uzaklaşılması tereddüt edilecek bir konu değildir. Film işte bu adalet kavramına ve herkesin adil yargılama hakkına sahip olmasına önem veren ama başta kadının suçluluğu konusunda kendisi de emin olan bir liberal avukatın dava boyunca bu en temel insan hakkı uğruna verdiği mücadeleyi aktarıyor seyircisine. Bir sivilin askeri mahkemede yargılanmasından, tanıkların korkutularak veya ödüllendirilerek ifadelerinin değiştirilmesine kadar adil bir yargılamaya ters düşen her şey var bu davada. Delillerin savunma tarafından mahkeme gününe kadar gizli tutulması da dahil pek çok uygulama günümüzde bir ileri demokrasi ülkesini de akla getirmiyor değil doğrusu.

Filmin suikast(ler) sahnesine başlarda ayırdığı bölüm filmin geneli ile kıyaslandığında biraz geçiştirilmiş ve sanki bir resmi tutanaktaki gerçek ifadelerin (tarih temalı popüler bir televizyon kanalının belgesel tarzı kadar gerçek) görselleştirilmiş hali gibi duruyor. Sonrası ise çoğunlukla mahkeme salonunda geçen iyiler ile kötüler arasındaki bir mücadelenin yönetmenin çok fazla müdahele etmediği hikâyesi görünümünde daha çok. James McAvoy’un idare ettiği filmde Robin Wright çarpıcı bir performans verme potansiyeli yüksek olan rolünde bu potansiyelin tümünü gerçekleştirememiş ve takındığı ve karakterine yakışan yüz ifadesini film boyunca muhafaza etmiş gibi. Senaryo avukatın kız arkadaşı, yargılanan kadının kızı veya diğer kimi yan karakterleri derinleştirmeden sadece bu gerçek hikâyeyi anlatmak için ihtiyaç duyduğu kadar kullanıyor ve bu da filmin içine girmeyi zorlaştırıyor bir parça.

Filmin takdir edilmesi gereken ve belki aynı ölçüde de eleştiriyi teşvik eden yanı ise hemen sadece sadece davaya odaklanması ve iç savaşın sebeplerinden adil olmayan bir yargılamanın içinde bırakılan kadının Güneylileri destekleyen bir insan olarak savunduğu değerlere kadar hiçbir konuyu gündeme getirmemesi. Sonuçta savaşın arkasındaki nedenlerden biri de Güneylilerin köleliğe karşı çıkan Lincoln’ün başkan seçilmesi nedeni ile Birleşik Devletlerden ayrılma kararı idi. Film tüm bunları bir kenara koyarak yargılananın kimliğine, savunduklarına değil yargılandığı konuda suçlu olup olmadığına bakmasını istiyor seyircinin. Günümüz Türkiye’sindeki kimi davalarda yargılananların yargı konusu olan olayla ilgili olarak değil inançları, geçmişleri ve savundukları değerlerle gündeme getirildiğini düşününce filmin bu seçimi çok doğru bence ama sıradan bir Amerikalının bu konudaki hassasiyeti farklı olacaktır muhtemelen.

Mahkeme sahnelerinin ağırlıklı olduğu bir filmde yönetmenin yüzlerce benzeri çekilmiş bu sahnelerde özel bir yaratıcılık göstermesini beklemek hakkımız ama pek çok televizyon dizisinde tanık olacağınız sahneler burada da yerini almış; duruşmayı izleyenlerin kahkahaları, protestoları ve duruşma salonunda şaşkınlığın doğurduğu sessizlik anları birbirini kovalarken siz de bunları daha önce gördüğünüz hissinden kaçamıyorsunuz. Okul hayatında tarih dersinden hoşlanmayanları yapımın profesyonelliği ikna edebilir mi bilmiyorum ama tarihteki önemli bir davayı hatırlamak ve adalete kim olduğumuzdan ve neyi savunduğumuzdan bağımsız olarak hepimizin ihtiyacı olduğunu hatırlatan bu film ilgiyi hak ediyor yine de.

(“Suikast”)

Dance with Me – Nouvelle Vague (2006)


Bir Fransız grup Nouvelle Vague, onların İngiliz post-punk grubu The Lords of the New Church’ün “Dance With Me” şarkısına yaptığı yorum ve şarkıya fon olarak seçilen Jean Luc Godard’ın “Bande à Part” filminin dans sahnesi. Ortaya çıkan ise mükemmel uyumu ile bir görsel ve işitsel zirve. 1964 tarihli filmin unutulmaz sahnelerinden biri olan bu üçlü dans bölümüne eşlik eden 1983 tarihli bir şarkının 2006 tarihli yorumu; müziğin ve sinemanın 42 yıllık buluşması denebilir özetle ortaya çıkana. Bu muhteşem filmi hem bu dans sahnesi hem de unutulmaz diğer iki sahnesi, “Bir dakikalık sessizlik” ve “Louvre içinde koşma”, ile hatırlamak ve dansın, dostluğun ve dostlarla dans etmenin doyumsuz keyfini hissetmek için.

Swerve – Craig Lahiff (2011)

“Irak’ın en sevdiğim yanı buydu. Hiçbir şey aynı kalmıyordu”

Tanık olduğu bir kaza sonucu kendisini gizemli bir kadın, onun polis kocası ve bir çanta dolusu parayı içeren bir maceranın içinde bulan bir adamın hikâyesi.

Avustralyalı sinemacı Craig Lahiff’ten kara film tarzına yakın bir suç filmi. Umut verici başlayan ama daha sonra güçlü ve zayıf yanlarının paralel yürüdüğü film Avustralya sinemasından son zamanlarda çıkan kimi sert filmlerin bir örneği. Kendisini kesinlikle seyrettirmeyi başaran çalışmanın kimi öne çıkan eksilerine rağmen bir cazibe taşıdığı da açık.

Güvenilirliği hikâyenin finaline kadar belirsizliğini koruyan (aslında bu konuda tam anlamı ile başarılı olduğu söylenemez filmin) gizemli ve bir sarışın kadın, onun öfke problemi yaşayan polis kocası, uyuşturucu ticaretinden gelen kayıp paranın peşindeki çetenin acımasız tetikçisi ve tüm bu “kötü” karakterlerin arasına düşen ve bir çanta dolusu parayı teslim edecek kadar dürüst kahramanımız. Film bu karakterler üzerine kurduğu hikâyesini bir kara film için fazla gelecek bir dozda “kırmızı” ile boyuyor ve kimi sert sahneleri ile dikkat çekiyor. Açılıştaki tam bir profesyonellik ile çekilmiş olan uyuşturucu alışverişi sahnesi ile başlayan film hikâye ilerledikçe ve olaylar karışmaya başladıkça zaman zaman inandırıcılıktan uzak düşmeye de başlıyor. Bu inandırıcılık sorunu bir yana, film atmosferi ve sarışını ile Hitchcock’u akla getirse de ve örneğin kasabaya yarışma için gelen bando takımları ile bu anıştırmayı desteklese de, bunu da süratle unutuyor ve bando takımlarının senaryodaki varlığı da otelde yer olmamasının açıklaması olmak gibi bir zorlamaya (ve gereksiz bir zorlamaya çünkü bu durum bile polisin adamı evine davet etmesini inandırıcı kılmıyor) bağlanıyor sadece. Oysa bir sarışın, bir tren ve para dolu bir çanta ile Hitchcock neler yapardı diye düşünecektir bir sinemasever ister istemez.

Senaryonun gittikçe yoldan çıkmasının bir örneği olan hareket halindeki trenin üzerine atlama gibi sahnelere de sahip olan film, tüm bunlar bir yana bırakılırsa sağlam kurgusu ve iyi kotarılmış sahneleri ile dikkat çekiyor. Anlaşılan senaryonun da sahibi olan yönetmen hikâyesinin dinamizmi ile yetinememiş veya dozunu kaçırmış ve işler bir parça yolundan çıkmış. Oysa hikâye bu gereksiz zorlamalara sapmasa ve hikâyeye bir şey katmayan sert sahnelerden biraz daha uzak durmayı başarsa çok daha doğru bir seçimde bulunurmuş. Herkesin herkese kazık attığı bu hikâyede kahramanımız tek kazanan veya daha doğru bir deyiş ile tek kaybetmeyen olurken, paradan aşka ve uyuşturucuya kadar her şeyin sahte olduğu bu dünyada film “iyi” olmanın imkânsızlığını da söylüyor gibi.

Kara mizaha göz kırpar gibi yapan film belki buradaki niyetini biraz daha açık etse kendisini daha üst bir seviyeye çıkarabilirmiş ama Avustralya çöllerini ve bu çöllerin ortasından geçen ıssız yollarını sık sık kadraja alan çekici görüntüleri, zaman zaman filmin dramından uzak düşse de bu hatadan uzak durduğu anlardaki çekiciliği ile başarılı müzik çalışması ve yukarıda sıraladığım kimi öğeleri ile film ticari sinemanın çekicilik kriterlerini tutturmayı başarıyor. Tekniği sağlam, oyunculukları yeterli, seyri heyecan verici ama kimi zaman keşke dedirten bir çalışma özet olarak.

(“Sapak”)