Yengeç Sepeti – Yavuz Özkan (1995)

“Meğerse ben ailemi hiç tanımıyormuşum”

Yaşlı anne ve babalarının daveti üzerine hafta sonu bir araya gelen dört kardeşin hikâyesi.

1980 darbesinden önce çektiği ve politik sinemamızın öne çıkan filmlerinden olan “Maden” ve “Demir Yol” ile ün kazanan Yavuz Özkan’ın darbeden sonra yerleştiği Fransa’dan 1987’de Türkiye’ye dönüşünün ardından 90’lı yıllarda peş peşe çektiği filmlerden biri. Doğrudan politik olmayan ama değişmekte olan Türkiye’nin yaşadığı bu değişimin en küçük toplumsal birim olan aile üzerindeki etkilerini anlatmaya soyunan film kimi eksikliklerine rağmen Türk sinemasının ihmal ettiği bir alana, aile ilişkilerinin analizine, gösterdiği özen ile dikkat çekiyor.

Yavuz Özkan kendi senaryosundan çektiği filmde görünürde mutlu bir ailenin üyelerinin bir araya geldiği iki günde ortaya çıkan sorunları ve sevgi ve saygı görüntülerinin arkasındaki gerçek duyguları filmin adının da vurguladığı üzere bir sepete koyulan yengeçlerin birbirini yemesine benzettiği bir ortamda anlatıyor. Sinemadaki son rolündeki Sadri Alışık’ın canlandırdığı yaşlı babanın ve anı kitabında kendisini tanımladığı adı ile tiyatronun cadısı Macide Tanır’ın canlandırdığı yaşlı annenin iki gün içinde yaşanan tüm tartışmaları, kavgaları ve didişmeleri çaresiz gözlerle izlemesini Yavuz Özkan sinemamızda pek sık görmediğimiz bir olgunluk ile aktarıyor ama burada ölçüyü Türk sineması üzerinden düşündüğümü belirtmek gerek. Bu vurgunun da nedeni senaryodan kaynaklanan kimi aksaklıklar nedeni ile hikâyenin ve bunun karşılığı olan mizansenin zaman zaman tökezlemesi. Evin büyük oğlunun eşinin filmde oldukça absürt duran bir sahnede samanlıktaki yaralı adamla sevişmesi örneğin senaryonun anlatmaya çalıştığının aksine kendini ispat etme arzusu üzerinden üretilen bir intikam duygusunu anlatmaktan çok bir Fransız filmden ilham alınmış bir aksiyon gibi duruyor. Kimi diyaloglar da sinemamızın diyalog yazma becerisi konusundaki sıkıntılarının açık örneklerini oluşturuyor. Örneğin “evimizde yangın çıktı” cümlesinin bir yanlış anlamaya neden olması hikâyeye bir katkıda bulunmadığı gibi öncesi ve sonrasındaki tüm diyaloglar ile birlikte düşünüldüğünde oldukça sakil duruyor. Son bir örnek olarak mutlu aile görüntüsünün arkasındaki gerçeği anlatmaya soyunan bir senaryonun filmin hemen başında ima etmenin çok ötesine gidip ciddi bir sorunu açıkça sergilemesi de hikâyenin sonraki etkisini azaltması gösterilebilir.

Özellikle Derya Alabora ve Mehmet Aslantuğ’un oyunları ile öne çıktığı oyunculuklarda Tanır ve Alışık iki yaşlı insanın son günlerinde tanık oldukları karabasanı sade ve zarif oyunculukları ile canlandırıyorlar. Oktay Kaynarca rolü ile Antalya’da ödül kazanmış olsa da fazlası ile klişe ve abartılı oynuyor pek çok sahnede. Genel olarak bakıldığında ise Yavuz Özkan’ın kalabalık kadroyu ve özellikle kalabalık sahnelerdeki koreografiyi başarılı bir şekilde yönettiği söylenebilir. Özkan özetle bu filminde Türk sinemasının ihmal ettiği bir alanda oldukça iyi niyetli ve kimi önemli aksamalarına karşın seyre değer bir film çıkarmış. Daha iyi bir senaryo ve daha iyi diyaloglar filmi farklı yerlere taşıyabilirmiş ama yine de filme göz atmakta yarar var.

Hierro – Gabe Ibáñez (2009)

“O oğlum değil! O oğlum değil! Eminim bundan”

Oğlu kaybolan bir kadının umutsuz arayış çabasının hikâyesi.

İspanyol yönetmen Gabe Ibáñez’in ilk uzun metrajlı filmi. Çocuğu kayıp olan bir annenin hikâyesini anlatmaya soyunan film bu trajik olayın sahip olduğu dramatik gücü korku, gerilim ve belirsizlik öğeleri ile harmanlamayı deneyen ama yeterince başarılı olamayan bir çalışma.

Bir feribot seyahati sırasında kaybolan çocuğun annesinin daha sonraki su fobisi, dozu kaçmış rüya sahnelerinde yerden havaya doğru yağan su ve sık sık görüntüye gelen dalgalar amaçlananın aksine bir bütünsellik yaratmıyor ve daha çok sık başvurulan klişelerin bir tekrarı gibi görünüyor film boyunca. Issız görünen adadaki tekinsiz karakterler ve yürekleri hoplatmayı deneyen ani hareketler, baş karakterimiz gizlice girdiği bir evin içinde iken aniden sırtına dokunan bir el gibi, filme bir yenilik veya yaratıcılık havası katmaktan çok sıradan bir görüntüye sahipler çoğunlukla. Sıklıkla başvurulan bu trükler biraz daha ekonomik kullanılabilse ve filmdeki trajediyi bastırmak yerine onu besleyen bir biçim alsa film çok daha farklı noktalara gidebilirmiş.

Baş karakteri canlandıran Elena Anaya filmin en büyük kozu. Güzelliğini oyunu gücü ile birleştiren sanatçı senaryodaki başta kadının olayı kendi başına çözmek için giriştiği çabalar olmak üzere kimi yeterince inandırıcı olmayan noktalara rağmen hikâyeyi seyredilebilir kılımayı başarıyor ve bunu nerede ise tek başına yapıyor. Başta ada görüntüleri olmak üzere başarılı bir görüntü yönetiminin olduğunu da söylemek gerek. Görsellikteki başarı filmin ağırlıklı olarak senaryodan kaynaklanan kusurlarını zaman zaman örtüyor ama bu durum da konsantrasyonunuzu görüntülerden hikâyeye çevirdiğinizde o alandaki eksiklikleri daha fazla hissetmenize yol açıyor. Oysa yönetmen başta açılıştaki hayli sert ve çarpıcı kaza sahnesi olmak üzere yeteneklerini sergileyebildiği anlar da yaratmış filmde.

Filmde tek mutlu kadının evli ve çocuklu iken, trajedilerin kurbanı olan diğer üç kadının bekâr veya dul olmalarının dikkat çektiği filmde senaryo kadınlara yalnızlığın tehlikelerini mi işaret ediyor bilinmez ama film yalnızlığın yönetmesi ve dayanılması zor olan trajedilerin etkisini iyice artırdığını net bir şekilde söylüyor. Bunu söyleyen senaryo keşke bu kadar aksamasa diyeceğiniz bir film karşımızdaki. İki kadın arasındaki karavan içinde geçen ve nerede ise saç saça baş başa geçen kavga sahnesi gibi kimi anların filmi hayli zayıflattığı film temel olarak açılış sahnesi ve benzeri birkaç sahne, Anaya’nın başarılı oyunu ve yönetmenin gereksiz süslemelerine rağmen bir annenin çocuğunu kaybetmeyi kabullen(eme)mesindeki trajedi için görülebilir.

Shutter Island – Martin Scorsese (2010)

“Yaralar canavar yaratabilir ve siz de yaralısınız”

Akıl hastası suçluların tutulduğu bir hapishaneden kaçan bir mahkumu araştırmak üzere hapishanenin olduğu adaya gelen bir federal polisin hikâyesi.

Eserlerinin pek çoğu sinema ve televizyona uyarlanmış Amerikalı yazar Dennis Lehane’ın aynı adlı romanından çekilen filmin yönetmeni Martin Scorsese ve sanatçı romanın doğru sinemasal karşılığını bulmuş görünüyor. Ortaya çıkan profesyonel bir dil ile aktarılmış, bazı etkileyici sahneleri olan ama hikâyesini sürpriz finalde ortaya çıkan gerçeklerin de yeterince ikna edici kılamadığı gösterişli ve biraz yüzeysel bir film olmuş.

Güçlü bir sinemacı Scorsese ve o gücünü bu filmde de göstermiş ve başta görsellik olmak üzere kalitesi hayli yüksek ama bu kaliteyi oluşturan bileşenlerin her birinde sık sık klişelere başvurmaktan çekinmeyen ve bu nedenle de zaman zaman sıradanlaşan bir filme imza atmış. Farelerden Nazi bilim adamlarına, işkencelerden akıl hastalarına kadar film hikâye boyunca tüm klişeleri üzerimize boca edip duruyor ve geriye de yine de set tasarımları, dekorları, müziği ve görüntüleri ile kendisini seyrettiren yaklaşık bir 140 dakikalık macera kalıyor. Fırtına sahnesi ve sonrasındaki görüntüler, başta hapishane binası olmak üzere mekanlar, deniz ve fener gibi öğeler filmde ustalıkla kullanılmış ve seyircinin seyrettiğinin içine girebilmesini sağlamış görünüyorlar. Film bu hali ile özellikle kimi Gotik öğelere yer vermeleri ile bilinen korku/gerilim türünden örnekleri ve hatta Roger Corman filmlerini bile çağrıştırıyor ama kuşkusuz Corman filmlerinin çok daha yüksek bütçelilerini. İki polisin adaya seyahati ve orada karşılanmalarını gösteren açılış sahnesinden gerçek bir olayı anlatan ve İkinci Dünya Savaşı sonunda bir kampta teslim olmuş Alman askerlerinin öldürülmesini anlatan sahneye, film B sınıfı filmlerinin pek çok unsurunu görkem katılmış halleri ile fazlası ile kullanıyor. Tüm bu öğelere yer verilmesini de Scorsese’nin sinema tarihine referanslar yolu ile bir saygı duruşu göstermesi olarak yorumlamak mümkün elbette. Özetle Scorsese, fırtınayı, mekanı ve zaman zaman dozu kaçan müziği filmin karakterlerinden biri yapıyor ve eski filmlere selam gönderiyor gibi.

Gerçeğin ne olduğu konusunda belirsizlik yaratan ve finalde seyirciye sürpriz yaratan filmlerin belki en başarılı örneklerinden biri değil karşımızdaki ama yine de amaçladığına ulaşıyor gibi. Yeterince başarılı olamamasının temelde de iki nedeni var: Leonardo di Caprio’nun idare eder bir biçimde canlandırdığı baş karakterin sözlerinin ve vücut dilinin bir şeylerin göründüğü gibi olmadığını gereğinden fazla belli etmesi ve gerçeği öğrenince yerine oturan ama o zaman da bir aldatılmışlık hissi veren hikâyedeki kimi boşluklar. Bunlar bir kenara bırakıp filmin tadına varılabilir elbette ama Scorsese’den daha sağlam ve dolu bir sinema örneği bekleyen sinemasaverler için bu tat yeterince güçlü ve kalıcı olmayacaktır.

(“Zindan Adası”)

También la Lluvia – Icíar Bollaín (2010)

“Senden tiksiniyorum. Tanrı’ndan tiksiniyorum. Açgözlülüğünden tiksiniyorum”

Kolomb’un Amerika’yı keşfi sırasında İspanyolların yerlilere yaptığı katliamı konu alan bir film çekmek için Bolivya’ya giden bir film ekibinin hikâyesi.

Sinemaya oyuncu olarak başlayan ama artık ağırlıklı olarak yönetmenliğini yaptığı filmler ile beğeni toplayan İspanyol yönetmen Icíar Bollaín’den Batı’nın ötekileri tarih boyunca sömürmesi ve bu sömürünün günümüzde de biçim değiştirerek sürmesi üzerine çarpıcı bir film. Film ekibinin günümüz Bolivya’sında karşılaştıkları düşünüldüğünde anlatılan hikâyenin günümüz Türkiye’si de dahil olmak üzere hemen tüm ülkelerde yaşanan bir gerçekliğe işaret ettiğini söylemek mümkün: İnsana ait olan suyun ticari bir meta olarak görülüp insanın elinden alınması ve asıl sahibine para karşılığı satılması. Ülkemizin dört bir yanını işgal eden HES inşaatlarının tüm direniş çabalarına ve hatta yargı kararlarına rağmen aralıksız devam edebiliyor olduğunu düşününce filmin hikâyesi daha da iç acıtı oluyor.

Dave Matthews Band’in “Don’t Drink the Water” şarkısı (http://www.gurkankilicaslan.com/?p=2591) film boyunca dönüp durdu beynimde. Bu başarılı şarkının sözleri hikâyedeki film ekibinin çektiği filmin birebir karşılığı adeta. “Burada ikimizi alacak yer yok, burası sadece benim” diyen, “saklanmanın, direnmenin anlamı yok” diyen bir işgalcinin ağzından aktarılan şarkının sözleri sanki bu film içindeki film için yazılmış gibi. Alberto Iglesias’ın çok başarılı müzikleri eşliğinde anlatılan hikâye en vicdanlı görünen Batılının bile ucuz işgücünün keyfini çıkarmaktan kaçın(a)madığı bir dünyayı anlatırken kimi çok çarpıcı sahneleri ile seyirciyi etkisi altına almayı başarıyor. Film ekibinin bir prova sırasında kendilerini seyreden yerli garsonları “altın nerede?” diye sorguladıkları sahne adeta bir Brecht oyunundaki yabancılaştırma etkisinden izler taşıyan anlatımı ile sadece garsonları değil seyirciyi de hazırlıksız yakalıyor. Çekilen filmdeki katliam sahnesinde artık kaçamayacağını anlayan bir yerli kadının yere oturup üzerine saldırmakta olan İspanyol askerleri ve onların vahşi köpeklerini beklerken saçlarını açıp serbest bırakması yönetmen Bollaín’in elde ettiği dehşet ve çaresizlik duygusu görülmeye değer.

Film boyunca yönetmen Bollaín sürekli günümüz ile geçmişi karşılaştırıyor ve değişen bir şey olmadığını söylüyor, Ken Loach filmleri ile tanınan Paul Laverty’nin senaryosu aracılığı ile. Kolomb’tan önce insan ayağı değmemiş topraklarmış gibi Amerika’nın keşfi olarak adlandırılan olayın geçtiği zamanların öne çıkan sonuçlarından biri misyonerlik faaliyetleri aracılığı ile bu toprakların Hristiyanlaştırılmış olması ise diğerleri de elbette el konulan topraklar, yok edilen kültürler ve ucuz iş gücü kaynakları olsa gerek. Senaryo filmin yapımcısının düştüğü ikilemi ve “doğal” bir sömürüye nasıl kolaylıkla ve hiç sorgulamadan aracı olduğunu şık örnekler ile anlatıyor. Sömürü ve kolonileştirmeyi anlatan bir filmin yapımcısının filmde kullandığı figüranların kum torbasından daha ucuz olduğunu coşku ile anlatmasının bir örneği olarak gösterilebilecek bu yaklaşım film boyunca sürüyor. Dışarıda suyun özelleştirilmesini yoğun bir şekilde protesto eden halk varken, içerde film ekibine kokteyl düzenleyen yerel yönetici bu yaklaşımın bir diğer örneği. Gael García Bernal’ın biraz fazlası ile sevecen ve yumuşak bir tavırla canlandırdığı yönetmenden, Luis Tosar’ın hayli güçlü ve Bernal’ı fersah fersah geride bırakan performansı ile oynadığı yapımcı karakterleri Batılının kendisinin başlattığı ve devamına da kendisinin aracı olduğu sömürü düzeni karşısındaki vicdanlı ama bu vicdanlarının neden olduğu sorgulamaları asla düzenin temel prensiplerinin sorgulamasına taşı(ya)mayan karakterlerin sembolleri gibi.

Su elbette filmin baş rolünde. Günümüz Bolivya’sında yüzlerce yıldır özgürce kullandıkları suyun artık uluslararası şirketlerin üzerinden nemalandığı bir metaya dönüşmesine şiddetli tepkiler veren halkın isyanı geçici bir çözüm yaratıyor filmde ama Juan Carlos Aduviri’nin doğal ve etkili bir oyun ile canlandırdığı yerlinin ifade ettiği gibi “asıl mücadele” bundan sonra başlayacak ve elbette biliyor, hissediyor ve korkuyoruz ki bu mücadelenin galibi yine sermaye destekli egemen güçler olacak. Bırakın suyu özgürce kullanabilmelerini, yağmur suyunu biriktirmelerine bile izin verilmeyen bir halkın mücadelesi ve filmin bir sahnesindeki kadınların direnişi günümüz Türkiye’sinde yaşam kaynakları olan dereleri kurutacak HES’lere karşı mücadele eden köylüleri çağrıştırıyor ve düzenin dünyanın her yerinde aynı şekilde işlediğine bir kez daha tanık oluyorsunuz film boyunca.

Filmin kimi aksayan noktaları da var. Örneğin yapımcının değişimi biraz fazlası ile ani oluyor ve bir gerçekçilik sıkıntısı yaratmıyor değil. Aynı yapımcının filmin finalindeki “vicdanlı ve kahraman beyaz adam” rolü üstlenmesi de filme oldukça başarılı isyan sahneleri kazandırmış olsa bile rahatsız ediyor. Senaryonun diğer Laverty imzalı benzerlerinde olduğu gibi zaman zaman didaktik bir hava taşıdığını da söylemek gerek.

Çok başarılı görüntü yönetimi ile dikkat çeken ve geniş açı ile çekilmiş panoramik görüntülerinde hayli çarpıcı olan film sinemanın “film içinde film” temalı başarılı örneklerinin arasında yerini alıyor. 2000 yılında Bolivya’nın Cochabamba şehrinde yaşanan su isyanlarının kimi gerçek görüntülerini de içeren ve 2010 yılında ölen Amerikalı sosyalist yazar Howard Zinn’e adanan film kolonizmin neoliberalizme dönüştüğünü ama düzenin değişmediğini göstermesi açısından önemli ve görülmesi gerekli bir çalışma. Finalde yerli adamının ağzından duyduğumuz sözler, “Her zaman bizim başımız derde girer ve asla kolay değildir. Keşke başka bir yolu olsaydı ama yok”, isyanın tek yol olduğunu işaret ediyor ve bu bağlamda sokaktaki isyan ile sanatı karşı karşıya getiriyor, ve sanki ilkini işaret ediyor tek çözüm olarak.

(“Even the Rain” – “Yağmuru Bile”)