Hangi Küreselleşme – Attilâ İlhan

Attilâ İlhan’ın 90’lı yıllarda çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarından derlenen kitap, yazarın deyimi ile Türkiye’nin 30’lu yıllarda başlayan “totaliterlik” eğiliminden arada demokrasiye pek de uğramadan 90’lı yıllardan itibaren küreselleşmeye savrulmasını analiz ediyor. Yazarın başka yazıları da “Hangi…” serisinden “Sol”, “Batı” ve Atatürk” gibi diğer başlıklarda derlenip yayınlanmıştı. Kitap tüm derlemelerde olduğu gibi “tekrarın” izlerini taşıyor ve İlhan’ın 91-97 arasındaki yazılarını ardı ardına okuyunca bunu daha önce okumuştum hissine kapılmaktan kurtulamıyorsunuz. Bu bir kenara bırakılırsa, İlhan ısrarla şu temel savın peşinde tüm yazılarında: 30’lu yıllarda “Müdafaa-i Hukuk” ve “Misak-ı Milli” kavramlarından uzaklaşmaya başlayıp dünyadaki totaliterizm rüzgârına kapılan Türkiye’nin bugün de ve üstelik ülke yöneticilerinin dışardan teşvikli gönüllülüğü ile adına küreselleşme denen yeni sömürü düzenine geçmiş olması. Zaman zaman Türk halkının “karakteri” icabı bu yeni düzene geçişte karşısına engel çıksa da yöneticilerimizin, İlhan’ın kitabın önsözünde alıntıladığı gibi “Gün gibi ayan oldu içime, encamı fenadır bu gidişatın”. Üstelik İlhan bunları bugünlerde küçük emperyalist olmaya soyunmuş Türkiye’yi görmeden yazmış.

True Grit – Ethan Coen / Joel Coen (2010)

“İyi bir avukata değil, iyi bir yargıca ihtiyacım var”

Babasını öldüren bir kanun kaçağını yakalamak için iki kanun adamını kiralayan bir genç kızın hikâyesi.

Charles Portis’in aynı adlı romanından ilk uyarlamayı 1969’da özellikle western filmleri ile tanınan Henry Hathaway yapmış ve baş rolde John Wayne rol almıştı. Coen kardeşlerin 2010 tarihli bu uyarlaması ise romana daha sadık kalan ve başta profesyonelliği ve özellikle görüntü yönetiminde kendisini gösteren işçiliği ile ve yönetmenlerin sıkı anlatımı ile kendisini gösteren bir çalışma. Yine de ortaya çıkan Amerikan sinemasının ortalama kalitesini tutturan ama ne türüne ne de genel olarak sinemaya özel bir yaratıcılık kazandıran bir film sadece.

1969 tarihli yapımda görüntüler usta bir isme, Lucien Ballard’a emanet edilmiş ve etkileyici bir sonuç alınmıştı. Bu yapımda ise görüntü yönetmenliğini bir başka usta isim Roger Deakins üstlenmiş ve başta açılış sahnesi olmak üzere ortaya yine etkileyici bir sonuç çıkmış. Açılış sahnesinde yağmakta olan karın altında gece vakti yerde yatan ve filmimizin kahramanı olan genç kızın babasının cesedi örneğin hayli başarılı bir ışıklandırma ile çok çarpıcı bir kareye kaynaklık ediyor. Filmin genelinde ise Deakins western filmlerin olmazsa olmazı olan geniş ve boş alanları ustaca kullanıyor ve filmin hem nefes almasını hem de hikâyenin büyük (aslında olduğundan da büyük) görünmesini sağlıyor. Evet olduğundan da büyük çünkü sonuçta daha önce yapılmış bir uyarlamayı tekrarlarken yeni uyarlamanın yaratıcılarının ilkinden farklı bir şeyler ortaya koyması gerekiyor. Bu farklılığın ne olduğunu ya da ortaya çıkan sonucun bir ikinci uyarlamanın gerekliliğini doğrulayıp doğrulamadığı tartışmalı. Fimin BAFTA ödüllerinde 8 dalda aday olup sadece birini kazanabilmesi, Oscar’larda ise 10 dalda aday olup hiç birini kazanamamış olması bir şeylerin göstergesi olsa gerek ve sanırım bu da filmin kendisini oluşturan unsurların hepsinde ortalama bir başarı seviyesini tutturduğu ama bu unsurların herhangi birinde (burada Deakins’in çalışmasını ayrı tutmak gerek) özel bir çarpıcılığa sahip olmadığını gösteriyor. Özetle rahat seyredilen, kesinlikle profesyonel ve her şeyin dozunda tutulduğu ama ikinci bir çevrimin gerekliliğini doğrulamayan bir film karşımızdaki. Coen kardeşlerin kara olarak adlandırılabilecek mizahından esintilerin, örneğin başlardaki suçluların asılma sahnesinde beyaz suçlulara son bir söz hakkı verilirken kızılderilinin başına geçirilen çuval ile susturulması, filme yedirilmesi de bu açıdan farklı bir sonuca yol açmıyor.

İlk yapımda john Wayne’nin canlandırdığı rolde bu kez Jeff Bridges var ve sanatçı rolünün hakkını veriyor ama Teksaslı şerif rolünde Matt Damon biraz silik kalıyor film boyunca. Genç oyuncu Hailee Steinfeld ise doğal ve kimi sahnelerdeki güçlü oyunculuğu ile göz doldurmayı başarıyor. Filmin müziği ise ilk filmdeki Elmor Bernstein çalışmasının gerisinde kalıyor. Senaryonun ilk filmin aksine kitaba daha sadık kalması ve kitaptaki gibi hikâyenin genç kızın ağzından anlatılması ise filme özel bir farklılık getirmiyor ama anlatıcının bildiğinden daha fazlasını bizim de bilmiyor olmamız filmin sonu açısından da başarılı bir tercih olmuş gibi görünüyor. Bunun dışında senaryonun mizah yanı veya Damon ve Bridges ikilisinin karakterlerinin genç kız üzerinden rekabeti ve örneğin silahşörlük becerilerini yarıştırmaları belki filme kimi sıcak anlar kazandırıyor ama örneğin genç kızın su almak için gittiği derede peşinde olduğu katil ile karşılaşması gibi anların dram gücünü de azaltıyor açıkçası.

Özetle western türünü yenilemeyen ve böyle bir amacı da olmayan, iyi anlatılmış ve yeterince iyi oynanmış, seyri kolay ve zevkli bir film Coen kardeşlerin imzasını taşıdığını sık sık belli eden bu çalışma. Yine de yönetmenlerin becerisini daha “farklı” filmlerde görmek gerçek bir sinemaseveri daha fazla mutlu edecektir kuşkusuz.

(“İz Peşinde”)

The Untouchables – Brian De Palma (1987)

“Tatlı söz ve silahla, sadece tatlı sözle alabileceğinden daha fazlasını alırsın”

İçki yasağı döneminin Amerika’sında Al Capone’un peşine düşen bir federal ajanın hikâyesi.

Federal ajan Eliot Ness’in gazeteci Oscar Fraley ile birlikte yazdığı anı kitabından uyarlanan film Ness’in Capone’u ele geçirmek için yaptığı mücadelenin hikayesini şık, stilize ve zaman zaman tipik 80’ler havasını taşıyan bir yüzeysellik içinde anlatan sıkı bir suç filmi. Yönetmen Brian de Palma’nın seyirci nezdinde en çok ilgi toplayan eserlerinden biri olan film Palma’nın alamet-i farikalarından biri olan sinemasal referanslarından birini de içeriyor ve tren garının merdivenlerinde geçen sahnesinde Sergey Ayzenştayn’ın “Bronenosets Potyomkin – Potemkin Zırhlısı” adlı baş yapıtındaki unutulmaz merdiven sahnesini tekrarlıyor.

Usta senarist David Mamet’ın senaryosundan çekilen film hayli zengin bir oyuncu kadrosuna sahip: Kevin Costner’dan Sean Connery’e, Robert de Niro’dan Andy Garcia’ya Amerikan sinemasının ünlü oyuncularının önümüze sürüldüğü bir film karşımızdaki. Önümüze sürülmüş diyorum çünkü film yönetmenin mizansen anlayışı ile sürekli olarak büyüklüğün ve ihtişamın iddiası içinde hikayesi boyunca. Ne var ki bu zengin kadrodan ayakta kalan tek isim Sean Connery. Yardımcı bir rolde de olsa Connery, her zamanki donuk oyununu veren Costner’ı da, şaşırtıcı bir abartı ile rolünü canlandıran Robert de Niro’yu da ve senaryonun kendisine pek de yardım etmediği rolünde yüzünden hiç eksiltmediği hınzır gülümsemesi ile ortalıkta gezinen Andy Garcia’yı da ezip geçiyor. Bu zengin ama performanslarını pek yukarılara taşıyamayan kadroya filmin müziklerini yapan Ennio Morricone’nin güçlü ama bence kimi sahnelerde hikâyenin geçtiği döneme pek uymayan müziğini de ekleyince Palma’nın seyirci üzerinde çarpıcı bir etki bırakmaya çalıştığı açık.

Filme asıl damgasını vuran Palma’nın kimi kamera açıları ve hareketleri ile hikâyeye damgasını basmış olması. Açılıştaki tepe kamerası ile çekilmiş ve Capone’un medyayı da etkileyen gücünü ve karakterini gösteren sahne veya bu sahnede Robert de Niro’nun ve hemen bir sonraki sahnede Costner’ın, hikaye boyunca kapışacak iki güçlü karakterin, yüzlerini bir süre seyirciye göstermeme tercihleri, yönetmenin stilize bir anlatımın peşinde koştuğunu gösteren ve örneğin kuş bakışı ile çektiği sahneler ya da kameranın görüntüleri hemen tüm sahne boyunca Connery’in evine giren suikastçinin gözünden verdiği anlar bu görsel çarpıcılık çabasının izlerini taşıyor ve bu çaba aslında başarıya da ulaşıyor. Mamet’ın senaryosu belki özel bir yaratıcılık içermiyor ama hikâye hiç aksamıyor ve seyircinin ilgisini hiç kaybetmeyecek bir tempoda ilerliyor. Palma’nın senaryoya uygun yönetim biçimi ve bu tempoyu süsleyen kimi stil denemeleri de filmin bu çekicilik yanını destekliyor.

Muhasebe kayıtları üzerinden Capone’nun vergi kaçırdığının tespit edilmesi ve ancak bu şekilde hapse atılabildiği düşünüldüğünde hikâyede doğal olarak Costner’ın canlandırdığı ajan Ness’in çabaları biraz boşlukta kalıyor gibi oluyor ama senaryonun kimi başka kusurları daha öne çıkıyor. Örneğin muhasebe kayıtlarını didik didik eden ve Charles Martin Smith’in canlandırdığı ajan karakteri üzerinden yaratılan komedi anları veya bir çatışma sırasındaki komedi unsurları hikâyenin atmosferine zarar veriyor gibi görünüyor. Kimi karakterlerin yeterince derinleştirilmemiş olması da dikkat çekiyor. Örneğin ajan Ness’in karısı rolündeki Patricia Clarkson hikâye boyunca göründüğü karelerde sadece müşfikliğin ve fedakârlığın sembolü bir melek gibi bir görünüp kayboluyor sadece.

Palma’nın filmi kimi kusurlarına rağmen seyri kesinlikle zevkli, iyi anlatılmış ve gardaki çatışma sahnesinden açılış sahnesine kadar üzerinde özenle çalışıldığı belli olan ve baş kahramanının hikâye boyunca yaşadığı karakter değişimlerinin izlerini başarılı bir şekilde ortaya koyan bir çalışma. Görüntülerinin başarısı, atmosferindeki ustalığı ve iki farklı gücün, Al Capone ve ajan Ness’in, çatışmasını anlatmaktaki becerisi ile 80’lerden gelen bir klasik karşımızdaki. Aksiyon sahneleri, döneminde sert ve kanlı bulunan ama günümüz sinemasının değerleri içinde hayli yumuşak görünebilecek kimi anları, aksamayan ritmi ile bu film görülmesi gereken filmler listesinde yerini almış olanlardan.

(“Dokunulmazlar”)

A Midnight Clear – Keith Gordon (1992)

“Yine her zamanki gibi bir gündü. Dünya ne güzel diyordum ama her an ölebilirdim”

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru teslim olmak isteyen bir grup Alman askeri ile karşılaşan altı Amerikalı askerin hikâyesi.

Oyuncu ve yönetmen Keith Gordon’un 1988’de “The Chocolate War” ile başladığı yönetmenlik kariyerindeki ikinci çalışması. Savaş içinde geçmesine rağmen bombalar ve ölümden çok bireylere odaklanan film anti-militarist görünümü ile dikkat çekiyor ama doğrudan ve alışılagelmiş bir savaş aleyhtarlığı yerine pasifizmin öne çıktığı mesajı ile asıl ilgiyi topluyor. Başarılı bir sinema uyarlaması da olan ilk romanı “The Birdy” adlı eserini 53 yaşında basan William Wharton’ın aynı adlı romanından yönetmen Keith Gordon’ın yazdığı senaryo hikâyesini eli yüzü düzgün bir şekilde anlatan filme kaynaklık ediyor ve o dönemin altı genç oyuncusunun belki çok öne çıkmadığı ama görevlerini yerine getirdiklerine ikna eden performansları ile kendisini seyrettiriyor.

Altı askerden birinin zaman zaman anlatıcılık rolünü üstlendiği filmde bu askerin ağzından duyduklarımız belki çok fazla çarpıcı cümleler içermiyor ama hem dozunda tutulmaları hem de basitliğin içindeki çarpıcılıkları ile dikkati çekiyorlar. Gerek bu cümleler gerekse hikâye bu askerleri abartılı sözlerle süslenmiş bir maceranın içinde göstererek klasik anti-militarist söylemlere kaynaklık etmiyor. Bunun yerine savaşın varlığını kabullenen (ama elbette insanlık tarihine bakıldığında kaçınılmaz bir kötülük olarak gördüğü için) ve tek direniş yöntemi olarak pasifizme işaret eden bir bakış sergiliyor. Filmin bu söylemini sinemasal açıdan belki çok etkili olmayan ama alçak gönüllü ve sıcak bir tonda seslendirdiğini belirtmek gerek. Sonuçta filmin savaş ve noel kavramlarını birleştirerek zaman zaman klişelere yöneldiğini de söylemeli ama tıpkı Christian Carion’un 2005 tarihli ve yakın bir hikâyesi olan “Joyeux Noёl” filmindeki gibi klişelerin içinden de dürüst mesajların çıkartılabileceğini gösteriyor bu film seyirciye.

Ölen askerlerden birinin cenazesinin arkadaşları tarafından yıkandığı sahne veya yağan karın altında birbirine tüfekler gibi çatılmış ve biri Amerikalı diğeri Alman iki askerin bedenleri gibi görüntüler hayli sembolik olsa da yönetmen Keith Gordon öncelikle oyuncularından aldığı ve tam bir takım oyunu performansı ile filmini samimi kılmayı başarıyor. Tedirginlik ve korku içinde nöbet tutan askerlerin görüntüsünün bir süre sonra “düşmanları” ile kartopu oynayan asker görüntülerine dönüşmesi örneğin ancak oyuncularının doğal performansları ve yönetmenin bu absürt görünebilecek kareleri gerçekçi kılan mizansen anlayışı ile açıklanabilir. İyi planlanmış ve barışçıl bir çözüm için umut yaratan planın tepetaklak olduğu sahne ise ilk bakışta bir yanlış anlamanın nasıl büyük trajedilere yol açabileceğinin hikâyesi gibi görünüyor ama aslında gösterilen adına savaş denen büyük insanlık suçuna ve onun aracı olan ölüm makinelerine karşı verilen barış mücadelesinin ne kadar kırılgan ve kazanmaya ne kadar uzak olduğu. Bu da iç acıtan bir resim elbette ve filmin de başarılı karelerinin oluşturduğu bir resim bu.

Kızgınlığını, fikirlerini ve söylemini yüksek sesle değil sessiz bir şekilde aktarmayı tercih eden film, benzer şekilde güzel değil doğru görüntülerin peşinde koşan ve elde eden görüntü yönetimi ile de ilgiyi hak ediyor. Belki daha güçlü bir sinema dili ile daha da çarpıcı olabilecek bir film karşımızdaki ama ne olduğunu ve nereden geldiğini anlamadıkları seslerin kaynağını ve amacını keşfetmeye çalışan genç askerlerin tedirginliğinde olduğu gibi gerilimli sessizliği hem filmi çekici kılıyor hem de barışın çok uzaklarda olduğunu acılı bir dille aktarmayı başarıyor. Filmin adının farklı Noel şarkılarında söz olarak yer alan ve filmde de seslendirilen “It Came Upon the Midnight Clear” adlı şiirden alındığını da belirtelim son olarak.

(“Cesaretin Bedeli”)