2012 Festival Notları 1

Les Trois Couronnes du Matelot – Raúl Ruiz : Klasik edebiyat tadında, hani o şömine başında oturan İngiliz centilmenlerinin soğuk kış gecelerinde birbirlerine anlattığı türden, bir hayalet hikayesi. Geçen yıl ölen yönetmenin 1983 tarihli bu filmi şiirselliği, görsel stili ve sıradan bir seyir tecrübesinden çok hissedilmeyi talep eden anlatımı ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir film. Evet tüm filmler şu ya da bu şekilde bir hikâye anlatır ama bu film bir hikâye anlatmayı da anlatıyor. Gerçek ile düşün birbirine karıştığı ve kimi zaman aralarındaki ince çizginin tamamen kaybolduğu bu film ölene kadar aralıksız film çeken Portekizli ustadan görselliğin de öne çıktığı ve insanın içine işleyen hüznü ile de dikkat toplayan bir çalışma.
(“Three Crowns of the Sailor” – “Denizcinin Üç Altını”)

Girimunho – Helvécio Marins Jr / Clarissa Campolina : İlk uzun metrajlı konulu filmlerini çeken iki yönetmenden belgesele yakın bir dil ile anlatılmış, sakin ve etkileyici bir film. Gerçek hayatlarına yakın rolleri canlandıran amatör oyuncularının ve diyaloglarının doğallığı, görüntülerinin başarısı ve samimiyeti ile dikkat çeken film tüm o sakinliğinin içinden size göz kırpan canlılığı ile kimi anlarında hayli çarpıcı olmayı başarıyor. İnsanın ilk nefesi ile son nefesi arasındaki günlerin anlamı (veya üzerine derin derin düşünmeyi gereksiz kılan anlamsızlığı) ve sıradanlığın içindeki zenginlik üzerine söyleyecekleri olan film hayatın “uzun ve sakin bir ırmak” olduğunun altını çiziyor. Sevimli, doğal ve güçlü bir çalışma.
(“Swirl” – “Döngü”)

Sibir, Monamur – Slava Ross : Bir başka ilk film. Muhteşem bir vahşi doğada, Sibirya’da, geçen film bu doğanın muhteşem görüntüleri ve altı biraz fazla çizilmiş bir müziği ile trajik bir epik adeta. İyilik ve kötülüğü karşı karşıya getirmesi ve kimi dinsel olan çeşitli sembolleri kullanması ile bir parça fazla ahlâkçı bir tavır benimsemiş görünüyor ama iyi anlatılan hikâyesi, başta çocuk oyuncusu Mikhail Protsko olmak üzere başarılı oyuncuları ve her biri bir çıkışın (veya bir kurtuluşun) peşindeki karakterleri ile ilgi çekici olmayı başarıyor. Bu “kurtuluş” arayışı filmin dine göz kırpan yaklaşımını da ele veriyor aslında. Bu bir kenara bırakılırsa filmin güçlü ve çekici olduğunu kabul etmek gerek.
(“Siberia Monamour” – “Sibirya Monamour”)

Faust – Aleksandr Sokurov : “Mat i Syn – Ana ve Oğul”, “Otets i Syn – Baba ve Oğul” ve “Aleksandra” gibi filmleri ile favori yönetmenlerim arasına girmiş Sokurov’dan Venedik’te Altın Aslan kazanan ve yönetmenin güç ve iktidar üzerine çektiği filmlerinin bu sonuncusu bir Faust uyarlaması ve hikâyeyi bilenler için zorlayıcı ama bilmeyenler için “öldürücü” olabilecek anlatımı ve müthiş set tasarımının ve karanlık tonların ağırlığını taşıyan görselliği ile hayli zengin bir film. Kimi klasik tabloları hatırlatan görselliği oldukça etkileyici ama zorlayıcı ve yoğun diyalogları ile seyri de pek kolay olmayan bir film karşımızdaki. Zaman zaman dışavurumcu sinemadan esintiler taşıyan, kimi çarpıtılmış ve netliği azaltılmış görüntüleri filmin düş (ve zaman zaman karabasan) havasını destekliyor ama bu düş havası asla gereksiz bir sanatsal çabanın sonucu gibi görünmüyor. Aksine bu hikâye başka türlü anlatılamazın ispatı gibi bu mizansen anlayışı. Zor ama sabırlı olanları ödüllendirecek bir film.

Amarcord – Federico Fellini (1973)

21 Mart’ta ölen Tonino Guerra’nın anısına… Antonioni’den Tarkovsky’e, Angelopoulos’dan Rosi’ye sinema sanatının usta yönetmenleri ile çalışan bu büyük senaristin yönetmen Fellini ile birlikte yazdığı senaryodan çekilen “Amarcord” filminden tavus kuşu sahnesi. Hatırlıyorum anlamına gelen ismi ile bu film, iki usta sanatçının 30’lu yılların Mussolini yönetimi altındaki faşist İtalya’sında bir kasaba halkının hayatından çeşitli anları ilk bakışta birbirinden kopuk gibi görünen ama bir araya geldiğinde benzersiz bir anılar bütünü oluşturan sahneler ile anlattıkları sinemanın benzersiz örneklerinden biri. Bu sahne de yağmakta olan karın altındaki kasabada birden beliren bir tavus kuşunun yarattığı büyüyü anlatıyor. Her anı ile bir Fellini sahnesi ve iyi ki iki büyük isim, Fellini ve Guerra, bir araya gelmiş ve “hatırlamışlar” dedirtiyor seyredene.

Taht Alqasf‎ – Philippe Aractingi (2007)

“Yaşamak, sadece yaşamak! Çok fazla şey mi istiyoruz?”

2006’daki Lübnan savaşını sona erdiren ateşkesin hemen ardından oğlunu ve kız kardeşini bulmak için Lübnan’a dönen bir kadının hikâyesi.

Lübnanlı yönetmen Philippe Aractingi’nin ülkesinin hiç değişmeyecek gibi görünen kaderine oğlunu arayan bir kadın ve para karşılığında onu ülkenin tehlikeli gölgesine götürmeyi kabul eden bir taksi şöförü üzerinden baktığı filmi duyarlı, dürüst ve çarpıcı bir çalışma. İki baş oyuncusundan şöförü canlandıran Georges Khabbaz’ın ilk, kadını canlandıran Nada Abou Farhat’ın ikinci sinema filmi bu ve yine ikinci filmlerinde rol alan iki yan karakterin dışında tüm roller amatör ve çoğunlukla gerçek hayattaki karşılıklarını oynayan amatörler tarafından canlandırılmış. Zaman zaman gerçek görüntüler ile de ülkenin savaş sonrasındaki halini gösteren film hemen her zaman bir savaş ortamında yaşayan bir ülkede çekilmenin “doğal avantajını” kullanmış ve tüm hikâye boyunca yönetmen oyuncularını gerçek mekânlara ve anlattığı hikâyenin gerçek karşılığının ortasına salıvermiş görünüyor. Ortaya çıkan sonuç ise elbette yürek burkan bir doğal hikâye oluyor.

Savaş içinde yaşamayı artık içselleştirmiş insanların, iki çocuğunu kurtarabilmek için diğerlerini geride bırakmak zorunda kalan kadınların ve dehşet ve ölüm ile büyümeye alışmış çocukların olduğu bir dünyayı anlatmaya soyunan film bunu yaparken “felaketin sömürüsünden” çoğunlukla uzak durmayı başarıyor ve örneğin Georges Khabbaz’ın sıcak, doğal ve rahatsız etmeyen bir amatörlük ile canlandırdığı şöför karakterini küçük hesaplar peşinde koşan ve kendi derdine düşmüş bir adam olarak resmederek klasik fedakâr kahramandan uzak durmayı başarıyor. Kendisinin de içinde derin acılar olan adamı tüm hikâye boyunca kimi zaman komedinin, kimi zaman ise anlamsız ve gereksiz seks sahnesinde olduğu gibi devam eden hayatın göstergesi olarak kullanıyor yönetmen ve bu yolla da filmi kolayca düşebileceği çocuğunu arayan anne klişelerinden çoğunlukla uzak tutmayı başarıyor. Hem Khabbaz hem de olağanüstü bir zarafet ve güçlü oyunculuk ile rolünün hakkını veren Nada Abou Farhat yönetmenin bu konudaki en büyük desteği oluyor film boyunca.

Hayli başarılı bir müzik eşliğinde anlatılan hikâye Ortadoğu’nun artık çözülemeyecek kadar karışmış bir problem yumağının odağındaki ülkenin defalarca yaşadığı trajedisinin nedenleri veya çözümlerinin peşinde değil. Birincisi bir filme sığmayacak kadar karışık ve uzun, ikincisi ise imkânsız görünen bu öğelerin yerine film kamerayı ülkenin “sıradan anlarından birine” çevirmiş ve neyi nasıl anlatırsa anlatsın birilerinin tepkisini çekmemenin imkânsız olduğu bir dünyada mümkün olduğunca taraflardan uzak kalmayı başarmış. Kadının sonucu baştan belli olan ve kendisinin de içten içe hissettiği arayışını anlatan film sinemanın kimi unutulmaz örneklerinin yer aldığı yol filmi kategorisinin içine sokulabilir rahatça. Burada da bir arayış, bir sürekli yolda olma duygusu ve elbette değişen/dönüşen karakterler var. Gerçek görüntüler kadar yönetmenin bilinçli tercihi ile pek çok sahne de filmin belgesel havasını destekliyor. Toplu mezarlıklar, kadın ve çocukların sığındığı okul binalarındaki görüntüler ve tüm bu kaosun yaratıcısı olan Batılı ülkelerin gazetecileri arasında dolaşan kadının kimi zaman el kamerası ile çekilmiş görüntüleri bu gerçekçi havayı daha da elle tutulur hale getiriyor.

Özellikle ikinci yarısında film ritmini biraz şaşırıyor ve yukarıda bahsettiğim anlamsız seks sahnesi hikâyeye zarar veriyor ama trajedinin içinde de iki birey arasında ve üstelik onları dönüştürebilecek bir yakınlaşmanın umudunu yaratarak ilgiyi hak eden film dünyanın bu en sorunlu coğrafyasından gelen yönetmenin sonraki çalışmaları için de beklenti yaratıyor. Görülmeli.

(“Sous les Bombes” – “Under the Bombs” – “Bombalar Altında”)