Glory – Edward Zwick (1989)

“Hayır, hayal görmüyorsunuz! Köle olarak kaçtık, savaşçı olarak geri dönüyoruz”

Amerikan İç Savaşı’nda savaşan ve tamamı siyahlardan oluşan ilk birliğin ve komutanları Robert Shaw’un hikâyesi.

Az ama popüler olan filmler çeken Edward Zwick’ten Amerikan İç Savaşı’ndaki ilginç yan hikâyelerden biri üzerine klasik sinema kalıpları içinde kalsa da ilgi çekmeyi başaran bir film. Savaşın çıkma nedenlerinden biri olan ama hep söylendiğinin aksine tek nedeni olmayan köleliğin kurbanlarının doğrudan kendilerini de ilgilendiren bir savaşa renkleri nedeni ile dahil edilmedikleri zamanlarda savaşma hakkı için mücadele eden insanların bu hikâyesi, Zwick’in elinde popüler sinemanın kriterleri açısından hayli başarılı olan ama özel bir sinema dili, yaklaşımı içermeyen bir ticari filme dönüşmüş.

İki ayrı kitaba ve Robert Shaw’ın ailesine yazdığı mektuplara dayalı senaryo “siyah” askerlerin hikâyesinin ayrılmaz bir parçası olan “beyaz” komutanı da öne çıkarıyor ve bu anlamda bir eleştiriye de açık oluyor. Çünkü ilk bakışta film beyaz kahramanın peşinden sürüklediği siyah askerlerin mücadelesi olarak algılanma riski taşıyor. Senaryo bir açıdan da bu algıyı destekliyor çünkü hikâye sık sık beyaz adamın gözünden anlatılan siyahlar olarak biçimlendirilmiş. Bunun yerine Shaw da hikâyenin bir parçası olarak ve sadece anlatılan taraf olarak konumlandırılmış olsa ve hikâye bir siyahın gözünden anlatılmış olsa idi, film asıl teması açısından kesinlikle çok daha dürüst bir yaklaşım sergilemiş olurdu. Yine de tarihsel gerçekler açısından bakıldığında, Shaw gerek asker olarak başarısı gerekse söz konusu olan siyah askerlere başta kendisinin de kurtulamadığı ön yargıları olsa da saygı ve sevgi ile yaklaşan, ve gerek beyaz askerlerle eşit muamele ve ücret gerekse cephe gerisindeki operasyonel işler için değil sıcak savaş alanında görev yapabilmeleri için verdiği uğraşlarla hikâyenin çok önemli ve ayrılmaz bir parçası sonuçta. Kimin gözünden anlatıldığı açısından eleştirilmesi gereken film zaman zaman Shaw’ı atının üzerinden kendisinden daha alçakta duran siyahlara bakarken resmederek bu yanlışı büyütüyor da üstelik.

Zwick ortaya özel bir sinema dili koymasa da başta tüm final bölümündekiler olmak üzere savaş sahnelerinde çarpıcı bir başarı sergiliyor. Savaşın hem acımasız yüzünü hem de bir ideal uğruna çarpışan insanların iç burkan cesaretlerini teknik becerisi yüksek bir dil ile sergiliyor. Özellikle, almalarının imkânsız olduğunu bildikleri bir kaleye arkadan gelen birliklere zaman kazandırmak için saldıran birliğin filmin tüm final bölümünde yaşadıklarını seyredeni de hikâyenin içine katarak anlatabilmesi Zwick’in takdir edilmesi gereken bir başarısı. Bunun dışında filmin hayli popüler olan James Horner imzalı müziklerini ve kimi başarılı oyunculuklarını da söylemek gerek. Shaw’ı canlandıran Matthew Broderick rolü için hem fiziksel hem yaş olarak küçük görünüyor başlangıçta ama gerçek Shaw’ın da savaşta öldüğünde sadece 25 yaşında olduğunu düşününce hem bu algının yanlışlığını anlıyorsunuz hem de savaşın eninde sonunda sadece ölen insanlardan oluştuğunu ve kendisine ölümü hiç yakıştıramayacağınız genç insanları yok eden bir kavram olduğunu hatırlamanızı sağlıyor onun seçimi ve kırılgan oyunu. Filmin asıl yıldızı kuşkusuz Denzel Washington. Rolü ile yardımcı oyuncu dalında Oscar kazanan oyuncu her yer aldığı sahnede öne çıkan isim oluyor ve karakterinin öfkesini, alaycılığını ve cesaretini tam anlamı ile perdede döktürerek sergiliyor. Morgan Freeman kesinlikle aksamayan ama özel bir boyut da içermeyen oyunu ile işini yaparken Shaw’ın yardımcı subayı rolündeki Cary Elwes bu isimlerin gerisinde kalan ve pek de inandırıcı olamayan bir performans sergiliyor.

Senaryonun değinir gibi olduğu ama bir Hollywood filminden daha fazlasının gelmesini beklemeyeceğiniz bazı yan temaları filmin ıskaladığı unsurlara örnek olarak gösterilebilir. Washington’ın oynadığı askerin beyaz komutanına söylediği “savaş bitince sen Boston’daki büyük evine gideceksin, peki bana ne olacak” cümlesi örneğin, politik bir duyarlılığı olan bir sinemacının elinde ezen/ezilen ilişkisinin bilinen standart anlamdaki kölelik ile sınırlı olmadığını ve sömürünün sınıfsal olarak ele elınması gerektiğini anlatan bir hikâyeye dönüşebilirmiş. Burada ise sonuçta, bu cümleyi söyleyen asker başta ret etse de finaldeki çarpışmanın en trajik anında birliğinin bayrağını taşıyarak saldırıyor düşmanına ve sarfettiği cümle de sadece kahramanlığının seyirci üzerindeki etkisini artırmayı hedeflemiş oluyor. Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, birliğini izinsiz terk eden bu askerin kurallar gereği kırbaçlanması gerektiğinde kameranın askerin sırtındaki köleliğinden kalma kırbaç izlerini gösterdiği kareler. Filmin doğrudan konusu olmadığı için senaryo daha fazla bu konunun üzerine gitmiyor ama orada da sıkı bir hikâye gizli imiş aslında. Senaryo için son bir eleştiri olarak da karakterlerin Shaw dahil olmak üzere biraz yüzeysel olarak çizilmiş olması söylenebilir ama film zaten karakterlerini derinleştirmek gibi bir amacı özellikle taşımıyor gibi görünüyor.

Aslında sonu başından belli olan ve bilinen anlamda bir bireysel hikâyesi olmayan film, buna rağmen anlattığını sıkı bir şekilde anlatan, özellikle savaş sahnelerindeki tüm o karanlık ve toz dumana rağmen görüntü yönetimi ve genel olarak müziğin başarılı kullanımı ile dikkat çeken ve Denzel Washington’ın oyunu ile hayli katkıda bulunduğu bir çalışma. Sonunda ne olursa olsun Amerikan İç Savaşı’nın asıl nedenlerine değinmeyen, bir şekilde yolunu bulup Amerikan gururuna da (iyi bildikleri bir şekilde kendi eleştirilerini de kendileri yaparak) destek sağlayan ve hikâyede neyi öne çıkaracağını etik açıdan doğru belirleyememiş bir film bu ama tüm bunlar bir kenara koyup bakılırsa görülmeyi de hak ediyor.

(“Zafer”)

The Tree of Life – Terrence Malick (2011)

“Ben dünyanın temellerini atarken sen neredeydin, sabah yıldızları birlikte şarkılarını söylerken ve Tanrı’nın bütün çocukları coşku ile bağırırken?”

Ailenin en büyük çocuğunun geriye dönüşle hatırladıkları üzerinden 1950’li yıllarda bir Amerikan ailesinin hikâyesi.

Amerikalı yönetmen Terrence Malick’den “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Melancholia” filmlerinin de aralarında bulunduğu rakiplerinin arasından sıyrılarak 2011’de Cannes festivalinde büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanan bir film ve hemen tüm Cannes festivallerinde olduğu gibi seyircileri ve eleştirmenleri ikiye bölen bir çalışma. Olağanüstü görselliği ve asıl tartışmanın kaynağı olan felsefesi ile 2011’in kuşkusuz en öne çıkan filmlerinden biri olmuştu bu eser. Bugüne kadar sadece altı filmi gösterime giren sinema ustası Malick’in beşinci uzun metrajlı çalışması bu ve anlatıcının sesinden dile getirilen ve “doğal yaşam ile faziletli yaşam” arasında seçim yapmak olarak özetlenebilecek teması ile hayli tartışmalar kopardı sinema çevrelerinde.

Yönetmenin 1998 tarihli ve gerçek bir başyapıt olan “The Thin Red Line” adlı filmini görmüş olanlar için bu film, işte o filmde gördüklerinin katlanarak artırıldığı bir görsel şölen olarak düşünülebilir. Ailenin büyük oğlunun huzursuz bir hayat sürdürdüğünü belli eden bugününden geriye dönük olarak aktardığı (daha doğrusu fısıldayan bir ses ile arada konuştuğu) hikâye bu anlamda bir dış ses kullanımı ile tıpkı “The Thin Red Line” filmini çağrıştırıyor; orada olduğu gibi bu filmde de Malick sık sık bir sahneyi gösterirken dış ortamın sesini kesiyor, kimi zaman gizemli sesler ekliyor ve bu seslerin dışında tam bir sessizlik içinde gösteriyor göstermek istediklerini. Açıkçası bu tür sahnelerin hemen tümünde de arada bir tekrar hissi vermiş olsa da kesinlikle çok etkileyici olmayı başarıyor. Öyle ki yönetmenin tüm film boyunca yeni bir sinema dilini karşımıza getirdiğini dahi söylemek mümkün. Malick 139 dakika süren filminde hikâyeye kesinlikle bir gizem, nerede ise melankoliye varan bir hüzün ve derinlik katan bu tercihi ile göz alıyor öncelikle. Bu cazibeye filmin kimi bölümlerinde aralıksız süren ve inanılmaz görsel efektleri de ekleyince, filmin gerek görsel gerekse mizansen anlayışına bir kusur bulmak pek mümkün değil. Her biri farklı okumalara imkân veren bu görsel denemeler doğum sahnesinden evrenin yaratılışına ve hayatın oluşumuna uzanan içerikleri ile en duyarsız seyirciyi bile etkileyebilecek güçte. Geçmişin tüm karakterlerinin birlikte hayal edildiği sahil sahnesinden “kendisine atfedilen kutsallığı” ile doğum sahnesine, Malick seyircisini avucunun içine alıyor film boyunca. İşte tam da burada tüm bu görselliğin filmin özellikle kimileri tarafından eleştirilmesine konu olan ve kişisel olarak benim de hayli haklılık payı verdiğim felsefesi ile birlikte ele alınması gerekiyor aslında; tüm bu her biri açıkça kutsal bir nitelik ile seyirciye sunulan sahneler bu denli etkileyici olmasa, bu sahneleri rahatça “New Age” havasının hayli abartıldığı, mistik ve kutsal olmanın sık sık gözümüze sokulduğu ve eğer hızınızı alamayıp daha da ileri giderseniz bir din programının görselliğinden ne farkı olduğu üzerinden sorgulamak mümkün.

Doğrudan bir dinsel propaganda filmi olmayıp “Tanrı” kavramının bu denli yoğun kullanıldığı bir başka film var mıdır bilmiyorum sinema tarihinde. Bu film kesinlikle “Tanrı ile konuşan” bir film. Sadece karakterlerin diyaloglarından veya ettikleri dualardan söz etmiyorum; kamera nerede ise filmin her karesinde gökyüzünü getiriyor görüntüye. Sık sık karakteri alttan çeken kamera sadece o anda görüntülediği kişinin anlatanın gözünden “büyüklüğünü” değil, ondan daha fazla anlatanın Tanrı karşısındaki küçüklüğünü de vurguluyor adeta. Filmin bu dinsel temasını tüm o muhteşem görselliğin arkasına saklama gibi bir telaşı da yok Malick’in; aksine görsellik bu temanın sürekli besleyicisi ve yücelticisi oluyor film boyunca. Malick’in senaryosu daha filmin başında sadece karakterlerini değil biz seyircisini de bir sınava davet ediyor. Rahibelerin karakterlerden birine sunduğu gibi iki yol var gidilecek: biri doğal, diğeri ise faziletli olanı. Bu iki yol açıkça Hristiyanlık inancındaki insanın günahkâr doğduğu ve bu anlamda vaftizin de günahlardan arınmanın ilk koşulu olduğu düşüncesinin devamı. Doğal olan yaşamı seçmek bizi günahlara sürüklerken, faziletli yaşamı seçmek bizi cennete kavuşturacak olan. Malick vaftiz sahnesini nerede ise kutsal bir ışık ile aydınlatarak, başta doğum sahnesi olmak üzere ailenin kutsallığını vurgulayarak ve anne ile baba arasındaki farkı göstererek bu anlayışın altını çizmekten de kaçınmıyor. Anne faziletli olanı, baba ise doğal olanı seçmiş görünüyor ve filmde birincisi ne kadar olumlu resmedilirse, diğeri tüm o sert otoriterliği ve “başarılı olmak istiyorsan, fazla namuslu olmayacaksın” (ki filmin tüm mistik ve dolaylı anlatım atmosferinde bu cümle rahatsız edecek kadar doğrudan kalıyor) öğütleri ile olumsuz olarak çiziliyor. Büyük çocuğun anneye olan bağlılığı ve babasına boyun eğdiği için ona öfke duyması, ve babasının ölmesini dilemesi de filmin hem Freud’u anımsatan yanı oluyor hem de bize hangi tarafta durmamız gerektiğini söylüyor.

Filmin dinsel temaları bunlarla sınırlı değil; günah da sık sık karşımıza geliyor hikâye boyunca. Vaftiz aracılığı ile günahtan arınmaktan büyük oğulun komşu kadının gizlice girdiği evinde kadının geceliği ile ilk günahını işlemesine ve sonra bu gecelikten duyduğu dehşete, Malick günah kavramını unutturmuyor bize. Kameranın sürekli göğe yükselmesi de sadece Tanrı’nın varlığını değil, onun bizi günahlarımıza karşı gözetlediği izlenimini de yaratıyor bu bağlamda değerlendirilince. Senaryo bir başka günahı da dinsel savunması ile birlikte sunmaktan çekinmiyor bize. Ailenin üç oğlundan birinin ölüm haberini hemen başlarda gösteren senaryo, bu ölüm karşısında özellikle annenin Tanrı’ya sitemini de konu ediniyor. Faziletli yaşamı seçmiş bir insanın başına böyle bir şey gelmesine izin veren Tanrı’yı “neredeydin” sorusu ile sorgulayan kadına cevabı kilisedeki rahip veriyor vaazında; ne kadar faziletli olursak olalım dünyanın acılarından muaf olduğumuzu zannedecek kadar büyük bir yanılgı içinde olmamalıyız diyen rahibin mutlak itaati isteyen bu vaazı senaryonun eleştirdiği veya inançların sorgulamasını tartışmaya açmak için araç olarak kullandığı bir konuşma değil. Aksine hikâye bu vaazın yanında duruyor ve tüm o muhteşem dağ, deniz ve gökyüzü görüntülerinin de içinde bulunduğu doğal nimetleri sürekli ön planda tutarak Tanrı’yı sorgulamanın değil ona minnettar olmanın gerekliliğini seslendiriyor.

Kurgusu, anlatımı, Emmanuel Libezki’nin olağanüstü görüntüleri ve Douglas Trumbull’ın CGI kullanılmayan efektleri ile kayıtsız kalınamayacak bir film “The Tree of Life”. Sadece görselliğinin hayal edilmesi, yaratılması ve kurgulanması ile bile ayakta alkışlanmayı hak ediyor. Yine de özellikle filmin felsefesine takılmışsanız, zaman zaman uzun ama çok uzun bir new age şarkısı dinlediğiniz hissine kapılmanız ve “iyi de tüm bu görselliğin örneğin bir “İftara Doğru” programında sergilenen doğanın nimetlerinden ne farkı var” diye düşünmeniz olanaksız değil. Yaşadıklarının sonucu olarak hem biyolojik babasını hem de Hristiyanlığın kutsal üçlemesindeki Baba’yı “Siz iyi değilken ben neden iyi olmalıyım?” diye sorgulayan çocuğun sorusu ise havada asılı kalıyor bu hüzünlü görsel senfoninin sonunda.

(“Hayat Ağacı”)

La Nuit – Salvatore Adamo (1965)

Bir zamanlar şarkıların sözlerinin ve melodisinin önemli olduğunu ve bugünlerde ABD listelerinden bir farkı kalmayan Fransız şarkı listelerinde böyle bir şarkının tam 11 hafta bir numara olabildiği günleri hatırlamak için. Salvatore Adamo ağlayan gözleri ile şarkıyı tam anlamı ile yaşıyor! Gündüzler bir şekilde geçiyor ama ah şu geceler olmasa diyenler için…

The Third Man – Carol Reed (1949)

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Viyana’ya çocukluk arkadaşını aramaya gelen bir yazarın arkadaşının karıştığı korkunç suçu keşfetmesini anlatan filmin bugün en çok hatırlanan sahnelerinden biri. Sinema tarihinin en parlak örneklerinden biri olan Carol Reed’in 1949 tarihli bu İngiliz filmi, Orson Welles, Joseph Cotten, Alida Valli ve Trewor Howard’ın aralarında olduğu muhteşem kadrosu, Anton Karas imzalı müziği, yazar Graham Greene’in senaryosu ve elbette Reed’in parlak yönetmenlik becerisi ile unutulmazlar arasında.

Bu sahnede yazar ve seyirci öldüğü söylenen adam ile ilk kez karşılaşıyor. Standart dışı kamera açıları, büyük usta Robert Krasker’in kontrastlı siyah-beyaz görüntüleri ve atmosferi ile sinema derslerine konu olan bu sahnede Orson Welles’in yüz ifadesine dikkat!

(“Üçüncü Adam”)