Attenberg – Athina Rachel Tsangari (2010)

“ Koyun ağıllarının üzerine bir endüstri kolonisi inşa ettik ve bir devrim yaptığımızı zannettik. Küçük bir devrim…”

23 yaşındaki bir kadının ölmekte olan babası ve tümünü itici bulduğu diğer insanlarla olan ilişkilerinin hikâyesi.

Giorgos Lanthimos’un 2009 yapımı “KynodontasKöpek Dişi” filmini seyretmiş ve sevmiş olanlar için benzer sularda seyreden bir çalışma. Her ikisi de Yunanistan yapımı olan filmlerden 2009 tarihli olanının yönetmeni Lanthimos bu filmde rol almış örneğin veya bu filmi yöneten Athina Rachel Tsangari ilk filmin yapımcılarından biri. Her iki filmi benzer kılan sadece jeneriklerindeki bu isimler değil elbette; ilk filmde ebeveynlerinin çarpıttığı bir dünyayı algılamaya çalışan çocukların onlarla ilişkisinin yerini burada dünyayı tanımaya ve ona uyum göstermeye çabalayan kadının babası ile ilişkisi almış. Tuhaf karakterleri ve sıradışı anlatımı ile bu film de önceki gibi her ruha uygun değil ama tadını almayı başarabilenler için hayli çekicilik taşıyacağı kuşkusuz. Her iki filmde de şarkıların hikâyede ve karakterleri anlamada önem taşıdığını da ekleyelim bu benzerliklere.

Ünlü İngiliz doğa tarihçisi ve radyo-televizyon yapımcısı David Attenborough’dan hem adını hem de ruhunu ödünç almış bir film karşımızdaki. Attenberg kelimesi filmin kahramanı olan kadının en yakın kadın arkadaşının Attenborough soyadını yanlış telaffuz etmesinden geliyor. Zaman zaman baş karakterimizin seyrettiği televizyon programlarında karşımıza çıkan Attenborough belgeselleri ise hikâyeyi şekillendirmesinde çıkış noktası olmuş senaryoyu da yazan yönetmen Tsangari için. Film boyunca tüm karakterler çoğunlukla kısa ve kimileri tek kelimelik diyalogları ile konuşur ve kuşlardan gorillere kimi hayvanlara öykünerek hareket ederken, bir antropolojist bakışı ile hareket ediyor yönetmen ve adına insan denen türü mercek altına alıyor adeta; bu anlamda da Attenborough belgesellerinin kurgusal bir benzerini ürettiği söylenebilir yönetmenin. 1970’den günümüze “elektro protopunk” olarak adlandırılan türde müzik yapan bir grup olan “Suicide” ve 60’lı ve 70’li yılların ünlü Fransız şarkıcısı Françoise Hardy’nin şarkılarını müzik bandına katan film kimi çarpıcı sahnelerini de bu şarkıların eşliğinde getiriyor seyircinin önüne. Hardy’nin sevgilisi olmayan bir genç kızın ağzından söylediği şarkısı “Tous Les Garçons et Les Filles” şarkısı filmde tıpkı Hardy’nin bu şarkısı için çekilen klibinde olduğu gibi sokakta yürürken getiriyor karakterleri karşımıza. Hardy şarkısını yalnız ama yine de umutlu söylerken, iki kadın karakterimiz aynı şarkıyı daha karamsar bir tonda seslendiriyorlar. Suicide grubunun “Be Bop Kid” adlı şarkısı ise hastane odasında çalarken, ölmekte olan babanın yatağının önünde kızı şarkıya eşlik ediyor ve babasına veda ediyor onun bu çok sevdiği şarkı ile.

Evet, bir antropolojist gibi yaklaşmış karakterlerine Tsangari. Karakterlerini hemen tüm sahnelerde olayın geçtiği mekanda yalnız bırakıyor ve ıssız hastane koridorlarından fabrika veya otele hikâye ile ilgisi olmayan hiçbir karakter görünmüyor etrafta. Böylece hem karakterlerine “hayvansı” bir yalnızlık ortamı sunuyor hem de seyredenin karakterin kendisine odaklanmasını sağlıyor yönetmen. Cinsel güdülerin veya bu film için daha doğru bir ifade ile içgüdülerin hikâyedeki yeri de yine aynı bakışın sonucu olsa gerek. Genç kadın yabancısı olduğu cinselliği ilk denemelerinde “ne yaptığından çok emin olmadığını” söylerken sanki yine hayvanların dünyasındaki içgüdüsel sevişmelere referans veriyor. Benzer şekilde, karakterler arasındaki cinsellik içeren konuşmalar ve anlatılan kimi erotik rüyalar da yönetmenin vurguladığı gibi “psikolojiden çok biyoloji ve zoolojinin” izlerini taşıyor. Film çok öne çıkarmasa da kimi toplumsal konulara da dokunmuş aslında. Ateist olan ve yaşadığı ülkenin dönüştüğü resimden dolayı hayli mutsuz olan babanın kimi söylemleri, yönetmenin insanları bir “tür” olarak ele aldığı filmindeki ulusal kimlikle ilgili kimi ifadelerin örneği olarak verilebilir ama bu söylemlerin filmin asıl hikâyesi ile çok da sıkı bir ilişkisini kurmak mümkün değil. Yine de ölmekte olan mimar babanın inşasında baş rolü üstlendiği sahil kasabasına bir evin çatısından bakarak konuştuğu ve karamsarlığını dile getirdiği sahne hem kendi başına çok iyi hem de bir nesneyi (veya insanı) “bir şeylere rağmen seven” bir insanın duygusunu seyirciye geçirebilmesi ile dikkat çekici.

Filmin tüm oyuncuları işini başarı ile yapıyor ama sinema dünyasındaki bu ilk rolü ile Venedik’te ödül alan baş roldeki Ariane Labed öne çıkıyor elbette. Sıradışı olması ile bir oyuncuyu zorlayabilecek bir karakteri senaryonun doğal sonucu olarak tüm vücudunu kullanarak oynaması gereken bir rolde çok başarılı sanatçı. Kısıtlı kamera hareketlerine ve sıklıkla geniş açılı çekimlere sahip hikâyesine bilinçli bir soğukluk da katan bu filmi, içerdiği bir çeşit kırılganlığın ve karamsarlığın çağrıştırdığı bir şekilde günümüz Yunanistan’ını düşünerek seyretmek de gerekli belki. Karamsar ve kırılgan bir ortamda yine de bir şekilde büyüyen, öğrenen ve mutluluğu hisseden genç kadının hikâyesi belki de Yunanistan’ın kendi hikâyesidir.

Habemus Papam – Nanni Moretti (2011)

“Tanrı’nın bende gördüğü yetenekleri arıyorum ama bulamıyorum”

Papa olarak seçilen bir kardinalin görevin sorumluluklarını yerine getiremeyeceği endişesine kapılması ile gelişen olayların hikâyesi.

Nanni Moretti’den elbette öncelikle İtalyanlar’ın çekebileceği bir film. Moretti’nin satir içeren ve senaryosunu Francesco Piccolo ve Federica Pontremoli ile birlikte yazdığı film hayli ilginç bir çıkış noktasından yola koyulan ama belki de konusunun “hassasiyeti” nedeni ile söylemlerinde keskinliğin eksikliğini hissettiren bir çalışma. İki usta oyuncunun sürüklediği film komediyi de alanına alarak ne derece doğru bir seçim yapmış tartışılır ama yine de filmin sadece konusu ile bile hayli ilginç olduğu açık.

Filmin Latince olan orijinal adı yeni bir Papa seçildiğinde Vatikan’da Aziz Petrus Bazilikası’nın balkonundan yapılan ve Katolik dünyanın yeni liderinin belirlendiğini tüm dünyaya duyuran bir cümle ve Türkçe’de “Bir Papamız Var” anlamına geliyor. Hikâyemiz eski Papa’nın ölümü ile açılıyor ve kardinaller arasında yapılan seçimle yeni Papa’nın belirlenmesini getiriyor karşımıza ve aslında asıl hikâye tam da bu noktada yani yeni liderin kapıldığı panik atak ve tereddüt ile başlıyor. Bu anlamda hikâye dramatik bir yan da içeriyor ama senaryo dini ve toplumsal epey malzeme içeren bu dramatizmi yeterince keskin de olmayan bir satir anlayışına bulayınca film bir türlü yeterince çarpıcı olamıyor. Yapılan seçimler sırasında kamera kardinallerin yüzlerinde gezinirken, iç sesler ile her birinin Tanrı’ya kendilerinin seçilmemesi için yakardığını göstererek görevin korkutuculuğunu vurgulayan film sürpriz bir şekilde seçilen yeni Papa’nın yaşadığı korkuyu ve dehşeti sanki biraz fazla yumuşak getiriyor karşımıza. Üstelik bu yumuşamada payı olan komedi havası da belki de karakterin Papa olması nedeni ile biraz fazla çekingen görünüyor. Senaryonun başka kusurları da var açıkçası. Yeni Papa’nın panik atağını tedavi için çağrılan psikiyatristin ateist olması veya Nanni Moretti’nin kendisinin canlandırdığı bu doktorun gizililik nedeni ile yeni Papa halka duyurulana kadar bazilikayı terkedemeyerek içeride kardinallerle vakit geçirmek zorunda kalması nerede ise filmin ana temasından hayli kopuk sahnelere yol açıyor. Örneğin bahçedeki voleybol turnuvası bölümü yavaş çekimleri ile de Fellini tarzı (örneğin “Roma” filminde rahiplerin defilesi sahnesi) bir komikliğe uzanır gibi yapıyor ve zaman zaman da sevimli yaşlılar eğleniyor formatına bürünüyor. Moretti’nin buradaki amacı muhtemelen Papa olarak dünyadaki milyonlarca insanın gözünde ruhani liderliğe yükselen bir bireyin de eninde sonunda insan olduğunu göstermek ama tüm bunlar filmde yerli yerine oturmuyor bir türlü. Psikiyatristin İncil’deki söylemlerden depresyonun izlerini bulup çıkarması veya kardinallerin dans etmesi gibi sahneler de kendi başına belki ilginç ve hatta eğlenceli ama senaryo bu tür sahneleri filmin teması ile güçlü biçimde ilişkilendiremeyince bağımsız birer eğlenceli ana dönüşüyorlar sadece.

Kendisi bir öndere ihtiyaç duyduğuna inanırken önder olması beklenen bir adamın trajedisini güçlü kılmak için yetersiz kalan senaryo filmin başarısına yeterli katkıyı sağlayamıyor olsa da Papa rolündeki Michel Piccoli ve sözcüsü rolündeki Jerzy Stuhr için bunu söylemek büyük bir haksızlık olur. İki deneyimli oyuncu ekonomik oyunları ile filme büyük bir seyir keyfi katıyorlar ve deneyim kelimesinin de canlı birer izahı oluyorlar film boyunca. Hikâyeye hemen hiçbir şey katmayan ve kendi başına da yeterince eğlence üretemeyen psikiyatrist karakteri veya aslında genel olarak filmin ana temasının dışında kalan diğer her şeyin çıkarıldığı bir senaryo muhtemelen çok daha keskin bir filmin ortaya çıkmasını sağlarmış diye düşünmemek elde değil. Kendisini mutlakiyetle tanımlayan bir kurum olarak din ile onun başına seçilen ama kendi kişisel tereddütlerini yaşayan bir adam arasındaki zıtlığın yine de seyrini gerekli kıldığı bu film Moretti’nin zarif anlatımının da etkilerini taşıyan ve Vatikan şehrinin görsel zenginliğini de başarı ile karşımıza getiren bir çalışma.

(“We Have a Pope” – “Bir Papamız Var”)

La Nostra Vita – Daniele Luchetti (2010)

“Tek konuştuğun şey para. Para her şeyi halleder sanıyorsun”

Tanık olduğu ve ihbar etmediği bir ölümden sonra hayatındaki her şey rayından çıkmaya başlayan bir inşaat işçisinin hikâyesi.

İtalyan yönetmen Daniele Luchetti’nin senaryosuna da katkıda bulunduğu şimdilik son filmi. Sevecen ve dürüst bir insanın günlük hayatında karşılaştıklarına ve yaşadığı zorluklara eğilen film, alçak gönüllü ve yumuşak bir tonda ilerleyen, başrol oyuncusu Elio Germano’nun çarpıcı performansı ile sürükleyiciliğini koruyabilen ama gündeme getirdiği konuları sanki yüzüstü bırakıp mutlu bir sona yönelmesi ile kendisine zarar veren bir çalışma.

Üçüncü çocuklarına hamile olan eşine gösterdiği sevecenliği, inşaattaki işçileri tatlı sert yönetimi ve herhalde sonradan yaşayacağı trajedinin seyirci nezdindeki etkisini daha da artırmak için süresi gereksiz uzatılmış görünen sevişme sahnelerindeki diyalogları ile hayli mutlu ve umudu da sınırsız görünen bir karakteri tanıtarak başlıyor film. Adamın inşaatta gece bekçiliği yapan bir kaçak göçmen işçinin cesedini bulması ile hayatındaki her şey de birden tersine dönmeye başlıyor. Senaryo göçmen işçinin ölümü ile sonraki olaylar arasında ne somut ne de manevi bir bağ kurmuyor ve seyirciden ne beklediği konusunda da net bir eğilim hissettirmiyor. Dolayısı ile ne ölen işçinin ne de kahramanımızın başına gelenlere nasıl yaklaştığını anlatabiliyor filmin senaryosu. Bunun dışında kapitalizmin rekabetçi ortamının ve yoksulluğun doğal sonucu olarak ortaya çıkan güvencesiz çalışma ve kaçak işçi çalıştırma gibi konuları da açık yüreklilik ile dile getiren ve bu anlamda kimi çarpıcı sahneleri de olan filmin burada da bir sıkıntısı var; eleştirel bir yaklaşımdan çok göstermeyi tercih eden bir anlayışı benimsiyor filmimiz. Ayrıca iki göçmen karakter (ölen kaçak işçinin sevgilisi ve oğlu) nerede ise bir “kendini iyi hisset” hikâyesinin parçasına dönüşünce, film mesajını oldukça naif bir “dünyayı güzellikler kurtaracak” ifadesi ile verir hale düşüyor. Özellikle kahramanımızın sıkıntı yaşadığı anlarda ailesinden aldığı fedakârlık dolu desteği ve komşularının onun adına altına girdikleri sorumlulukları ve aldıkları riskleri de düşününce, nerede ise Amerikan filmlerinin hep empoze edegeldiği gibi sistemin kendisinde sorun olmadığı, sorunun sistemin uygulayıcılarında olduğu ve işte bir iki dostun yardımı ile her şeyin yoluna gireceği mesajı veriliyor bile denebilir.

Elio Germano’nun Cannes’dan ödülle dönen performansı filmin en büyük artılarından biri. Sanatçı sadece toplu şarkı söyleme sahnesinde olduğu gibi oyunculuk şovu yapmaya uygun sahnelerde değil en az onun kadar karakterini günlük hayatın içinde gösteren sahnelerde de çarpıcı kelimesi ile özetlenebilecek bir oyun veriyor. Luchetti el kamerası ile yaptığı çekimlerde ve özellikle Germano’nun yüzüne odaklanan yakın plan çekimleri ile doğal ve etkileyici görüntüler elde ediyor sık sık ve tam olarak derdinin ne olduğunu anlatamasa da seyirciyi filmine katmayı başarıyor. Karakterlerini işçi sınıfından seçmesi ile anlattığı hikâyeyi de saygın kılan Luchetti Germano’nun dışındaki diğer tüm oyunculardan da tam bir ekip oyunu alması ile övgüyü hak ediyor. Kalabalık sahnelerde kameranın görüntülemeyi seçtikleri ve genel olarak bu sahnelerdeki mizansen anlayışı da kayda değer kesinlikle.

Cannes’da yarışmalı bölümde yer almayı ne kadar hak ettiğini de sorgulamak gerekiyor aslında bu filmin. Aksadığı en temel nokta başlattığı dramı kaymayı tercih ettiği son ile zayıflatan senaryosu olan film, yine de ülkedeki soysuzlaşmayı ve bunun günlük hayatın her anına ne kadar doğal bir biçimde girmeyi başardığını göstermesi ile de ilgi toplayabilecek ve Luchetti’nin yumuşak kamerasının hoş bir seyir zevki kattığı bir çalışma özet olarak. Bir Ken Loach filmi gibi başlayıp bir Hollywood filmi gibi sona ermek gibi bir talihsizliği olsa da, görmekte yarar var; hele de Türkiye’deki emekçilerin karabasanı olan taşeronluğun İtalya’daki örneklerini de karşımıza getirdiğini düşünürsek.

(“Our Life” – “Hayatımız”)

Politik Kamera – Michael Ryan / Douglas Kellner

ABD’li iki akademisyen Michael Ryan ve Douglas Kellner tarafından yazılan ve ilk kez 1990 yılında basılan kitap alt başlığının da vurguladığı gibi Hollywood sinemasının ideolojisini ve politikasını ele alan bir çalışma. Temel olarak Amerikan toplumunda 1960’lı yılların sonlarına doğru başlayan (yeniden) muhafazakârlaşmanın ve bunun sinemadaki yansımasının üzerinden ilerleyen kitap, 1980’li yılların ortasına kadar uzanan bir süreçte hem Hollywood’un toplumdaki bu dönüşüme nasıl hizmet ettiğini hem de bu dönüşümden nasıl etkilendiğini inceleme kapsamına alıyor. Özellikle Jimmy Carter’ın 1977-1981 arasındaki başkanlık döneminde yaşanan ekonomik krizin sonucu olarak ve 1960’lı yıllardaki özgürlükçü hareketlere tepki olarak gelişen bu Yeni Sağ dalganın en somut sembolü Cumhuriyetçi başkan Ronald Reagan’ın kendisi olsa gerek. Yazarlar bu dönemin sinemadaki sembolü olarak da farklı türlerden (korku, fantastik, felaket vs.) filmler seçerek, kimi zaman bu filmlerin hikâyelerinden kimi zaman da filmden seçilen sahnelerden yola çıkarak oldukça çarpıcı analizler yapıyorlar.

Özellikle 70’li yıllarda Avrupa sinemasına da yaklaşan bir tavırla feminizm, siyah radikalizm ve cinsellik gibi alanlarda yazarların deyimi ile “karşı devrim” olarak nitelenebilecek filmler üreten Hollywood’un süratle nasıl tam tersi yöne savrulduğunu çarpıcı örnekler ile karşımıza getiriyor yazarlar. Ryan ve Kellner filmleri ve kimi sahnelerini oldukça detaylı bir analizin kapsamında ele alırken sık sık oldukça derin politik, sosyal ve ekonomik değerlendirmelerde de bulunuyorlar. 60’lı yılların liberalizminin muhafazakâr kodları sarstığını ve yerine yenilerini koy(a)mayıp güvensiz bir toplum yarattığını ve bunun da ortaya 80’lerin sağını çıkardığı saptamasında bulunan yazarlar, ABD’de gerçek bir “sosyalist” (evet, aynen bu kelimeyi kullanıyor yazarlar) alternatifin üretilebilmesi için sol cenahtakilere öncelikle bu alternatifin arzu edilebilir olmasını sağlamaları gerektiğini ve kültürün (popüler olanlar dahil) kitlelere ait psikolojinin biçimlendiği yer olduğu saptamasından yola çıkarak solun sahip olduğu entelektüel birikimi bu kültürün kodlarını kullanarak değerlendirmeleri gerektiğini söylüyorlar.

Zaman zaman biraz akademik bir tonda ilerleyen kitabın dilinin ağırlaştığı zamanlar da oluyor ve metonimi kavramını çok iyi sindirmeden ve metafor ile farkını çok iyi anlamadan analizlerin derinliğine anlaşılmasını engelleyecek bir yaklaşımı olması örneğinde olduğu gibi konsantre ve hayli bilinçli bir okumayı gerektiriyor. Bu çabanın da karşılığını fazlası ile veriyor kitap; Coppola filmlerinin incelendiği bölüm başta olmak üzere, yeni sağ sinemanın cinsellik, sınıf, ırk gibi kavramlara ve ekonomik ve sosyal düzene yaklaşımını örnekleyen tüm bölümleri ile hayli çarpıcı ve ufuk açan bir kitap bu. Bir filmin seyredenin sınıf, ırk ve cinsiyetine göre nasıl farklı algılanabileceğinin örneklerini de içeren kitap sinemanın büyüsüne ve özellikle Hollywood’un çok iyi becerdiği hikâye anlatıcılığının çekiciliğine kapılarak hangi ideolojilerin yoğun ve etkin bir propagandasına maruz kaldığımızı örnekleri ile sergileyerek uyarıcı bir işlev de üstleniyor.

(“Camera Politica: The Politics and Ideology of Contemporary Hollywood Film”)