Always Spring – I’m From Barcelona (2011)

Neşeli pop! Otuza yakın üyesi ile bu İsveçli güzel isimli ve ilginç grup tüm kaygılardan ve dertlerden uzak melodileri ile keyiflerini aynen geçiriyor seyredene. Diğer videoları (örneğin “We’re from Barcelona”, “Get in Line”) genelde üyelerin çoğunu da içeren daha eğlenceli görüntülere sahip olsa da grubun kurucusu ve “lideri” Emanuel Lundgren burada tek başına. Onlarca farklı enstrümanları ve neşeli grup üyeleri ile muhtemelen hayli keyifli konserleri oluyordur. Bir yerlerde hep bahardır belki, kim bilir?

Kör Baykuş – Sâdık Hidâyet

1951’de 48 yaşında Paris’te intihar eden ve modern İran edebiyatının kurucularından sayılan Sâdık Hidâyet’in ilk kez 1938’de basılan kısa romanı. Ünlü yazar Behçet Necatigil’in Farsça aslından çevirdiği roman Hidâyet’i ve aslında ihmal ettiğim Doğu Edebiyat’ını hatırlamak için ideal bir araç oldu. Doğrusal olmayan bir anlatımın dikkatli okumayı gerektirdiği kitap bugün yazarın başyapıtı sayılıyor.

Gerçeküstü öğeler ile örülü bir sembolizmin örneği olarak gösterilebilecek olan roman bir adamın farklı kişiliklere dönüşerek anlattığı bir hikâyeyi veya sayıklamaları içeriyor. Neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilinçli bir belirsizlik içinde bırakan kitap çarpıcı bir psikolojik portre aynı zamanda. Doğrusal olmayan anlatımı destekleyecek bir biçimde çeşitli imajları veya sesleri farklı zamanlarda ve farklı insanlarla bağlantılı olacak şekilde tekrarlayan kitap başta İran ve Hindistan olmak üzere Doğu kültürlerinden epey etkilenmiş bir içeriğe sahip. Batılı bir biçim ile Doğulu bir içeriğin çarpıcı bir uyumunu oluşturmuş Hidâyet ve bugün başta açılış cümlesi (“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar”) olmak üzere pek çok ifadesi ile sıklıkla alıntıların kaynağı oluyor bu kitabı ile. Necatigil’in edebî dilinin de güzelleştirdiği kitabın sonunda Hidâyet’in dostu İranlı aydın Bozorg Alevî’nin Hidâyet ve roman üzerine kısa bir sunuşu da var.

Aşk ve delilik üzerine şiirselliği ve sembolik yapısı ile kitabın İran’ın 1930 ve 40’lı yıllarda altında ezildiği baskı rejimi döneminde yazıldığını hatırlamak, tüm karakterleri ve olanları farklı bir gözle değerlendirmeyi de bir zorunluluk olarak beraberinde getiriyor ama bundan bağımsız olarak da “zorlu keyfinin” tadına varılabilir Hidâyet’in başyapıtının.

(“Boof-e Koor”)

Opération Casablanca – Laurent Nègre (2010)

“Ne olur, bana bir şey yapma! 11 Eylül’ü ben yaptım. Londra bombalamasının da, Madrid istasyonundaki bombanın da sorumlusu benim. Kabul ediyorum”

Yanlışlıkla terörist zannedilen ve Avrupa’da kaçak yaşayan müslüman bir Faslı’nın hikâyesi.

İsviçre, Kanada ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen ve yönetmenliğini Laurent Nègre’nin üstlendiği film özellikle 11 Eylül olaylarından sonra Batı dünyasında dozu iyice artan İslamcı terörist paranoyasını kendisine temel alan bir komedi. Başta bu müslüman paranoyası olmak üzere teröristler, ajanlar ve istihbarat kurumları ile ilgili klişelerle dalga geçen ama bunu yaparken kendisi de bu klişelerin ötesine geçemeyen film, temel olarak kendisini ilgisi olmayan olayların içinde bulan masum ve komik bir adamın –elbette mutlu son ile biten- hikâyesini anlatıyor. Kaba bir özetle bir Hitchcock filmi (örneğin “North by Northwest”) ile bir Kemal Sunal filminin (örneğin “Gerzek Şaban”) popüler ve zaman zaman vasat sularda gezinen bir karışımı olarak ifade edilebilir filmin durumu.

Müslüman bir Arap olmaktan daha az kötü bir durum olarak gördüğü için kendisini Ekvatorlu olarak tanıtan kahramanımızın türün hemen tüm klişelerine uygun olarak akan ve Mochine Besri ve yönetmen tarafından yazılan hikâyesi hemen her şey ile dalga geçen ama bu alaycı yaklaşımında en büyük payı da aşırı İslamcı teröristlere ayıran bir film. “-Quebec –Yani Kanada –Hayır! Quebec –Tamam Kanada işte!” esprisi ile Quebec halkının kendilerini Kanadalı görmemesinden istihbarat ajanlarının beceriksizliğine, fanatik İslamcı teröristlerin striptiz kulübündeki tahmin edilebilir durumlarından sonradan müslüman, üstelik Bin Ladin hayranı bir müslüman olmuş Batılı gence alıştığımız tüm komedi alanları kendisine yer bulmuş filmde ama filmin yaratıcıları eninde sonunda Batılı bakışlarını muhafaza ederek asıl esprilerini baş kahramanımız olan kaçak müslüman işçi ve müslüman teröristler üzerinden üretmiş görünüyor. Hikâyenin güldürmeyi başardığı anlar da genellikle bu karakterlerin aptallıkları veya başlarına gelenleri getiriyor seyircinin önüne. Müslüman paranoyasını temel alan ama komik de olsalar kötülerini de bu karakterlerden seçen filmin durduğu noktanın neresi olduğu da açık elbette. Buna bir de baş karakterimizin hayat anlayışı, sözleri vs. açılardan tüm etnik ve dini kimliğine rağmen Batılı bir tarafta durduğunu da ekleyelim.

Nègre’nin filmi yukarıdaki kusurlarına rağmen arada güldürmeyi de başarıyor. Bir yenilik içermese de stiptiz kulübündeki sahne (ki “Wo Hu Cang Long – Kaplan ve Ejderha” gibi filmlerdeki dövüş sahnelerinden Bond filmlerine kadar göndermeler içeriyor), kara çarşaflar içindeki kahramanımızın dazlaklar ile karşılaşması veya “meğer rüya” imiş sahneleri ile dalga geçtiği anlar gibi bölümler keyif vermeyi başarıyor. Oryantal esintili bir müzik eşliğinde anlatılan ve açıkçası pek de güçlü olmayan hikaye bir süre sonra kahramanının, başına işler gelen bir masum adam olmasını onun başına işler gelen bir masum Arap olmasının önüne de geçiriyor ve bu anlamda bir odak kaybına uğruyor. Faslı oyuncu Tarek Bakhari’nin oyunu filmin atmosferine uygun ve dizginlenmiş bir Kemal Sunal performansı olarak özetlenebilir hikâye boyunca sergilediği performans. Derin dondurucuya kapatılmaktan zehirlenmeye, origami aracılığı ile işkence görmekten vücudunda bomba sarılı iken dolaşmak zorunda kalmaya başına her türlü iş gelen karakterini yeterince eğlenceli kılmayı başarıyor.

Tahmin edilebilir hikâyesi, kimi politik yanlışları barındıran Batılı gözü ve göz ardı edilmeyecek bir orijinallik eksikliği rahatsız edebilir ama seyredip unutulabilecek türden ve şu ya da bu şekilde eğlendirmeyi beceren bir film özet olarak. Fanatik İslamcı teröristler üzerine bir komedi aranıyorsa Christopher Moris’in “Four Lions – Dört Aslan” filmi daha doğru bir tercih olabilir.

(“Casablanca Operasyonu”)

Bonsái – Cristián Jiménez (2011)

“Bu filmin sonunda Emilia ölüyor, Julio yalnız kalıyor. Gerisi hikâye”

Genç bir yazar adayının kaybettiği ilk aşkının hikâyesi.

Şilili yönetmen Cristián Jiménez’in ikinci uzun metrajlı filmi afişinde de öne sürdüğü gibi aşk, kitaplar ve bitkiler hakkında bir hikâye anlatıyor. Yönetmenin ilk filmi olan 2007 tarihli “Ilusiones Ópticas – Optik Yanılsamalar” adlı çalışmada olduğu gibi kendine has küçük bir mizahı da olan film bir aşkın başlayışını, bitişini ve sonrasını sekiz yıllık bir zaman dilimi içinde ileri geri giderek anlatırken samimiyeti, sıcaklığı ve “küçüklüğü” ile dikkat çekiyor.

Açılış sahnesi ile alçak gönüllü mizahını sergileyerek başlayan film bu sahne aracılığı ile kitaplar, yazarlar ve okumak üzerine söyleyecekleri olduğunu da ifade ediyor. Şilili yazar Alejandro Zambra’nın ülkesinde hayli popüler olan aynı adlı romanından uyarlanarak Jiménez tarafından yazılan senaryo, zekice bir şekilde genç yazarın bugünü ile sekiz yıl öncesinde gidip geliyor ve onun hem üniversite döneminde başlayan aşkını ve bu aşkın gelişimini hem de o aşkı anlatan ve yazmakta olduğu romanı üzerinden bugününü birbirine bağlıyor. Kaybedilen bir aşk ile son bir temas kurma fırsatı ve sonuç kimi filmler ile, örneğin “Issız Adam” ile örtüşüyor ama ciddi bir fark ile; diğer filmler kahramanlarını nerede ise epik hikâyelerin öznesi (veya nesnesi, nasıl baktığınıza bağlı olarak) kılarken burada pes bir tondan anlatımı ve içtenliği elden bırakmayarak çok daha gerçekçi ve samimi bir sonuç söz konusu. Küçük yalanlar üzerine ilerleyen bir hikâyesi var kahramanımızın; ilk aşka söylenen Proust’un yedi kitaplık “Kayıp Zamanın İzinde” serisini okudum yalanından yeni sevgilisine söylediği alamadığı bir işi (bir yazarın el yazısı ile yazdığı romanını bilgisayara aktarma işi) aldım yalanına, kahramanımızın masumiyetini bozmayan yalanlar bunlar. Biraz şaşkın, biraz çekingen ve bolca kalp kırıklığı taşıyan gözlerle dünyaya bakan bu karakterin hikâyesini başarılı bir soundtrack eşliğinde anlatan yönetmen müziği ve özellikle filmin karakterlerinin sıkça gittiği bir konser salonundaki konserleri hikâyesinin de bir parçası yapmayı başarıyor. Aşkın ilk günlerindeki coşku ve paylaşımın yerini zamanla bireyselliğe ve sıkılmaya bıraktığı bu konser anları özellikle baş oyuncu Diego Noguera’nın oyunu ile daha da önem kazanıyor. Birkaç nadir an dışında film boyunca yüz ifadesini değiştirmeden hep üzeri örtülmüş bir haylazlıkla ve saflıkla dünyaya bakan Noguera filmin çekici yanlarından birini oluşturuyor.

Filmi hikâyenin sonunu söyleyen bir cümle ile başlatan Jiménez bize hikâyenin akışının değil içerdiği kırılganlığın ve hüznün önemli olduğunu söylüyor ve filminin çoğu anında da bu duyguyu seyirciye geçirmeyi başarıyor açıkçası. Hikâye boyunca sık sık ismini duyacağımız ve kitapları görüntüye gelen Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” serisinin peşine düşen ve burada kayıp bir aşk ile örtüştürülen kayıp zamanı anlatmaya soyunan film elbette Proust derinliği taşmıyor ama hem temayı gündemine alması ile hem de bu temayı sakin ve yumuşak bir anlatım ile önümüze getirmeyi başarması ile ilginç olmayı başarıyor. Filmin aksadığı bir noktası ise –belki de romandan kaynaklanıyordur- bonzai ağacı ile hikayesini yeterince bağdaştıramaması. Belki her “şeyin” bir sonu olduğunu anlatmaya çalışıyor bonzai metaforu ama hikâyenin tümü içinde kaybolup gidiyor bu bağlantı. Yine de bu kendisini zarif kılmayı başaran film gerçek, kurgu ve bu ikisinin bazen kaybolan farklılıkları üzerine olan değinmeleri ile de şiirsel bir havaya bürünmeyi beceriyor zaman zaman; bu şiirsellik zorlama bir estetik müdahale içermeyen doğal bir atmosfer içinde hayat buluyor üstelik.

(“Bonzai”)