Ruthless People – David Zucker / Jim Abrahams / Jerry Zucker (1986)

“Onunla neden evlendiğimi sana hiç anlattım mı? Babası çok, çok zengindi… ve çok, çok hastaydı”

Nefret ettiği ve öldürmeyi planladığı karısı iş hayatında kendilerine kazık attığı genç çift tarafından kaçırılan zengin bir adamın istenen fidyeyi ödememeye karar vermesi ile gelişen olayların hikâyesi.

ABD sinemasının birlikte yaptıkları çalışmaları ile tanınan ZAZ üçlüsünün (David Zucker, Jim Abrahams ve Jerry Zucker) birlikte yönettikleri üç filmden sonuncusu (diğerleri “Airplane! – Uçak” ve “Top Secret). Bu üçlü farklı roller (yapımcı, senarist vs.) üstlenerek birlikte çalıştıkları 80’li ve 90’lı yıllarda çoğu hit olan pek çok esere imza attılar. Diğer çalışmalarının aksine üçlünün bu kez katkı sağlamadığı senaryo O. Henry’nin “The Ransom of Red Chief” adlı hikâyesinden esinlenmiş ve diğer ZAZ filmlerinin aksine “slap-stick” türünden çok fars olarak adlandırılabilecek bir içeriğe sahip ve dolayisiyle diğer filmlerin çılgınlığından da uzak durmuş biraz. Danny DeVito ve Bette Midler’ın sürüklediği film 80’lerden bugüne komikliğini nispeten korumayı başaran, kesinlikle eğlendiren ve zamanı keyifli geçirmenizi sağlayan bir film ama kusurları da yok değil.

80’lerin popüler şarkılarından bolca nasipleniyor filmimiz ve Mick Jagger’dan Bruce Springsteen’e ve Billy Joel’den Paul Young’a pek çok isim popüler şarkıları ile eşlik ediyor hikâyeye. Dale Launer’ın bu ilk senaryosu ilham aldığı O. Henry hikâyesini sağlam bir malzeme olarak kullanmış ve ortaya da hayli keyif verici bir iş çıkarmış senarist. Akıllıca kurulmuş yanlış anlamalar zinciri ve bu yanlış anlamaların sonucu olan yanlış hedeflerin peşinde koşmanın neden olduğu komik anlardan etkilenmemek mümkün değil. 80’lerin aerobik günlerinden o günleri hatırlayanlara sıkı bir nostalji duygusu yaratacak sahneleri de olan filmin hikâyeye biraz zoraki eklenmiş gibi görünse de elektronik dükkanındaki satış sahneleri veya morgda ceset teşhisi gibi kesinlikle eğlendiren pek çok bölümü var. Filmin bu komikliğinde en büyük paya Danny DeVito sahip. Oyuncu karakterinin her ruh halini büyük mimiklerle ama kesinlikle abartmadan canlandırıyor ve seyirciyi de göründüğü her sahnede avucunun içine almayı başarıyor. Bu abartı kelimesini Bette Midler için kullanırken aynı rahatlığı duymak ise mümkün görünmüyor pek. Filmin ilk yarısındaki “şirret kadın” havasını görsel ve işitsel olarak o denli büyütüyor ki daha çok ZAZ üçlüsünün slap-stick türündeki filmlerinde rahatsız etmeyecek bir yan karakter burada yanlış bir filme yerleştirilmiş bir ana karakter gibi görünüyor. İşin ilginç tarafı bu ilk yarıda film daha sıkı bir komedi iken, ikinci yarıda Bette Midler daha normal bir karaktere dönüşürken film de hızını bir parça kaybediyor.

Tıpkı hoparlör satış sahnelerinin hikâyede bir parça dışarıda kalmış görünmesi gibi “yatak odası katili” adındaki seri katil de sadece finaldeki aldatmacaya malzeme olması için senaryoya eklenmiş bir karakter gibi duruyor. Bir parça yüzeysel kalan bu karakterin yanında filmin diğer karakterleri (adamın sevgilisi ve onun sevgilisi, kadını kaçıran çiftimiz vs.) çok derinlikli olmasa da popüler bir komedinin ihtiyacını karşılayacak düzeyde resmedilmişler kesinlikle. Tüm bu karakterleri karşımıza getiren senaryo finalde bekleneni yapmakla gücünü zayıflatmış açıkçası. Kaçırmayi gerçekleştiren çiftimiz bir kenara bırakılırsa diğer tüm ana karakterlerin şehvetten para hırsına uzanan nedenlerle hareket ettiğine tanık olduğumuz film bu bağlamda düşünülünce komik bir ahlâksızlık hikâyesi olarak özetlenebilir. Bu ahlâksızlığın sonucu olan film ise kesinlikle güldürüyor ve eğlendiriyor ama daha fazlasını beklememek gerekiyor. Özellikle Midler’ın karakterinin gerçekleri keşfinden sonra temposunu ve parlaklığını bir parça yitiren film yine de seyre değer bir çalışma.

(“Karımı Kaçırdılar”)

Lonesome Jim – Steve Buscemi (2005)

“Tamam ben bir fiyaskoyum ama sen de kahrolası bir trajedisin”

Tek başına ayakta kalamadığı New York’tan ailesinin Indiana’daki evine dönmek zorunda kalan depresyondaki bir gencin yeni hayatına uyma ve hayatına bir anlam bulma çabasının hikâyesi

Bugüne kadar dört sinema filmi yöneten ABD’li ünlü oyuncu Steve Buscemi’nin bu üçüncü filmi küçük bütçeli ve sıradan insanları konu alan o bağımsız filmlerden. Kronik depresyondan muzdarip baş karakterinin ailesi ve yeni tanıştığı insanlarla ilişkilerini ele alan ama öncelikle hayatın anlamsızlığı karşısındaki tutumunu zaman zaman küçük mizah anları ile anlatan film düşük temposu ile herkese göre değil ama özellikle –sevmesi oldukça zor görünen- karakterine ısınanlar için kesinlikle ilgi çekici olabilecek bir çalışma.

Filme adını veren baş karakterinin yalnızlığı ama aslında hikaye onun bu yalnızlığından çok bu sonucu da doğurmuş gibi görünen kronik mutsuzluğu ve depresyonu ile ilgileniyor. Abisi de kendisi gibi olan karakterimizin annesi hayallere sahip olmamızın onların gerçekleşmesi için yeterli olacağına inanan naif bir kadın ve oğullarının bu mutsuzluğunda kendi suçunun ne olduğunu anlamaya çalışırken bir yandan da aileyi ayakta tutmaya çalışıyor. Baba ise bir parça soğuk ve tüm olan bitene yılgınlık içeren bir kayıtsızlıkla bakıyor. Bu karakterlere belalı işlere bulaşmış bir amcayı, kahramanımızın karşısına -hemen tüm benzer filmlerde olduğu gibi- çıkan ve hayatını etkileyen hemşire kadını, abinin ortalıkta görünmeyen eski eşinden olan iki kızını ve hemşirenin eski birlikteliğinden olan oğlunu da eklersek James C. Strouse’un senaryosundaki kişileri özetlemiş oluruz. Tüm bu karakterleri filmin ilk üçte birlik bölümünde akıllıca tanıtan film bu arada küçük mizahı da ihmal etmiyor. Ne var ki hem bu mizah anları filmin tümüne sinen depresyon havasının altında epey eziliyor hem de kahramanımızı canlandıran Casey Affleck’in konuşmaları ve vücut dilinde kendisini en açık şekilde gösteren yorgun, yılgın ve kelimeleri ağzının içinde yutarak yapılan konuşmalar bir enerji eksikliği hissi veriyor seyredene. Büyümüş de küçülmüş görünen üç çocuğun enerjisi veya çok daha etkileyici (komiklik anlamında) olabilecek basketbol antrenmanları/maçlarının olduğu sahneler de yeterli olamıyor bu konuda. Adeta yönetmenin kendisi de ağır bir depresyonun etkisi altındaymış gibi bir havası var filmin hemen tüm hikâye boyunca. Aslında filmin yapım aşamasında karşılaştığı sorunların da filmin bu yeterince olmamışlık havasında payı var. 3 Milyon Dolarlık bütçe ile başlayan ama sonra 500 Bin Dolar’a filmi tamamlamak zorunda kalan ve 30 günlük çekim süresinin 16 güne indirilmesi ile epey bocalayan film ekibini bu tür eksiklikler nedeni ile yargılamamak gerekiyor doğal olarak.

Senaryonun iki kardeşi, tüm naif mutluluk çabalarına rağmen oğullarının durumundan acı çeken anneyi ve soğuk karakteri ile zaten pek de mutluluğun peşinden koşmuş gibi görünmeyen babayı hikâyeye koymakla yetinmeyip çocukların oynadığı basketbol takımını da bir kaybedenler –hem de ne kaybetme!- kulübü olarak karşımıza çıkarması, hemşireyi canlandıran Liv Tyler’ın tüm güzelliği ve karakterinin hayatla barışıklığına rağmen filme ihtiyacı olduğu dinamizmi verememesine neden olmuş. Senaryo kardeşlerin bu hallerinin nedenleri için bir ipucu vermiyor ama bir konuşma sırasında kahramanımızın annesine söylediği “belki bazı insanlar hiç çocuk sahibi olmamalı” ifadesi sorunun ebeveynlerde olduğunu işaret ediyor gibi. Ne var ki senarist ve yönetmenin kendilerinin de kapılmış göründüğü depresyon havasının içinde bu konu havada kalmış gibi görünüyor. Genç adamın hep kaybeden basketbol takımının küçük oyuncularına koçluk yaparken söylediği ve “zaten kaybedeceksek neden oynayalım ki” cümlesi ve bunun ardından yine de neden oynamak gerektiğini anlatmaya çabalaması elbette aslında kahramanımızın kendi hayatını düşünerek ve kendisine söylediği şeyler ama itiraf etmek gerekir ki Liv Tyler’ın varlığı dışında bu hayatı neden yaşamak gerektiğini tüm o depresif atmosferinden başını kaldırıp ikna edici biçimde söyleyemiyor filmimiz. Böyle olunca da filmden dışarıya çıkan en fazla annenin karakteri kadar naif bir mesaj oluyor.

Casy Affleck karakterinin depresif halini üzerine epeyce sindirmeyi başarmış ama yukarıda bahsettiğim nedenlerle depresyondaki bu gencin içinde saklı muzırlığı yeterince dışarı çıkaramıyor ve film bunu başaramaması nedeni ile de sıkıntılı. Liv Tyler ise senaryonun kendisine yeterli oyun alanı sağlamamasının sıkıntısını yaşıyor gibi. Yine de hem bu iki oyuncu hem de anneyi canlandıran Mary Kay Place üzerlerine düşeni kesinlikle yapmışlar demek gerekiyor. Peki filmi bu eksikliklerine rağmen cazip kılabilecek olan ne? Öncelikle şunu söylemek gerek: Senaryoya rağmen gencimize erişmeyi başarabilirseniz, yukarıda sevmenin zor olduğunu söylediğim bu karaktere sempatiden aşka uzanan bir yakınlık duymanız mümkün. Bu iyi ama mutsuz insanın elinden tutmak isteyeceğiniz anlar bile olacaktır. Bunun dışında güzel şarkıları ve özellikle görüp görülebilecek en ruhsuz yerlerden biri gibi duran kasabanın donukluğunu ve bunun karakterler üzerinde yaratabileceği etkinin gösterilebilmesi de filmin artılarından. Kısaca kendisinin ihmal ettiği enerjiyi filme siz enjekte etmeyi başarabilirseniz, sevebileceğiniz bir hikâye var karşımızda.