Paris-Manhattan – Sophie Lellouche (2012)

“Tanrılar seni sevmez; onları sevmene izin verirler sadece”

Woody Allen hayranı bir eczacı kadının ondan “aldığı” tavsiyelerle mutlu olmaya çalışmasının hikâyesi.

Fransız sinemacı Sophie Lellouche senaryosunu da yazdığı ve kariyerindeki ilk uzun metrajlı film olan bu çalışmada Allen filmlerinin havasından esinlenen romantik bir komediye imza atmış. Finalde Allen’ın da kısa bir rolde kendisini canlandırdığı film, onun filmlerinin izinden gitmeye çalışan ama bunu tam anlamı ile başaramayan bir eser. Kimi küçük sevimli mizah anları, oyuncularının keyif veren performansları ve Allen’ın kimi karakterlerinin aslında nasıl da Fransız olduğunu/olması gerektiğini göstermesi ile yine de ilgi çekebilir.

Lellouche’un filmi caz esintili ve hayli başarılı orijinal müziği, Cole Porter müzikleri, filmimizi açan ve muhteşem bir klasik olan “Bewitched, Bothered and Bewildered” şarkısı, sıkıntılı karakterlerinin bolca konuşması, kahramanlarımızın Yahudi olması ve yine onun filmlerinde sıkça gördüğümüz şekilde küçük insanların tuhaflıkları ile Woody Allen filmlerinin izinden gidiyor. Genç kadının sık sık duvarındaki Allen posteri ile konuşup ondan tavsiyeler alması, eczanesine gelen hastalara onun filmlerinin videolarını ilaç niyetine vermesi ve finalde Allen’ın kendisi olarak karşımıza çıkması gibi tercihleri de düşününce yönetmenin tıpkı baş karakteri gibi sıkı bir Allen hayranı olduğunu söylemek mümkün. Kahramanımız aslında sadece Allen’a değil, onun da esinlendiği bir isim olan Ernst Lubitsch’e de hayran ve eczaneye gelenlere onun filmleri de deva oluyor. Tüm bu esinlenmeler ve selam göndermeler ortaya nasıl bir film çıkarmış diye bir değerlendirme yapmak gerekirse, sanırım en iyi özet karşımızdakinin biraz yorgun bir Allen filmini veya bir başka deyişle solgun bir Allen kopyasını çağrıştırdığını söylemek olur. Herbert Ross’un Woody Allen’ın kendi tiyatro oyunundan yazdığı senaryo ile çektiği 1972 yapımı “Play It Again Sam” adlı filminden de hayli esinlenmiş görünen hikâyenin temel sıkıntısı kimi Fransız filmlerindeki mızmız havanın ve karakterlerin neden öyle konuştuğunun/davrandığının anlaşılamaması durumunun bir Allen filminin karakterleri üzerinde pek de doğru durmamış olması. Kadının doğru erkeği -elbette filmin sonunda aksi ispatlanacak bir şekilde- neden bulamadığı örneğin, bir romantik komedi kalıbı içinde bile ikna edici olamayacak bir şekilde cevapsız kalıyor hikâyede. Benzer biçimde, filmin romantik komedi havası da kadın ile sonunda murada ereceği erkek arasındaki romantizmin ve çekişmenin etkili anlatılamamış olması nedeni ile bir türlü tam anlamı ile oluşamıyor ve seyirciyi kendisine güçlü bir biçimde çekemiyor.

Alice Taglioni ve Patrick Bruel başta olmak üzere oyuncular aksamıyorlar ama senaryonun kendilerine üzerinde oynayabilecekleri yeterince geniş bir alan bırakmamış olması nedeni ile çok da öne çıkamıyorlar. Yine de kimi sahneler oyuncularının da katkısı ile seyirciye çekici gelme potansiyeline sahip. Örneğin kadının eniştesinin kız kardeşini aldatıp aldatmadığını öğrenmek için erkek arkadaşı ile gizlice evlerine girmesi ve aynı amaçla yine gizlice orada olan anne ve babası ile karşılaşması hayli eğlenceli. Ne var ki örneğin tam da bu sahne filmin en temel probleminin de çok iyi bir örneği. Hikâye bir türlü yeterince romantik, yeterince dinamik ve yeterince komik olamıyor ve tüm bu alanlarda nefesi yetmiyor seyirciyi etkisi altına almaya. Tüm bu kusurlar filmi görmeye engel olmamalı ama. Sonuçta parlak bir müzik, Ella Fitzgerald’ın eşsiz yorumu ile “Bewitched, Bothered and Bewildered” şarkısı, iki baş oyuncusunun çekiciliği, sayısı çok fazla olmasa da tuhaflığın komikliğe dönüştüğü anları ile ilgi çekebilecek bir film bu.

Svetat e Golyam i Spasenie Debne Otvsyakade – Stephan Komandarev (2008)

“Annemle babamı geldiklerinde tanımamaktan korkuyorum, seni tanımadığım gibi. Hadi anlat bana! Kimim ben?”

Geçirdiği kaza sonucu hafızasını kaybeden bir gencin büyükbabası ile çıktığı yolculuğun hikâyesi.

Bulgar yönetmen Stephan Komandarev’in 2008 tarihli ve Bulgaristan, Almanya, Slovenya ve Macaristan ortak yapımı olan bu ikinci filmi, Ilija Trojanow‘un otobiyografik romanından sinemaya uyarlanan bir çalışma. Katıldığı festivallerde halk ödüllerini almasının da bir göstergesi olduğu gibi popüler sularda gezinen ve hikâyesinin fazla düz olması ve beklenenin dışına hemen hiç çıkmaması ile dikkat çeken bir film bu ama kalbe hitap eden anları, iki baş oyuncusunun uyumları ve karizmaları ile yarattığı sıcaklık ve kimi etkili anları ile ilgi görmeye aday yine de.

Komünizm sonrası eski Doğu Bloku ülkelerinin sinemasındaki temel bir sorundan muzdarip bir film karşımızdaki. “Baskı” döneminin etkilerini henüz tüm sıcaklığı ile hisseden sinemacıların bu dönemi anlatırken yeterince tarafsız olamamaları diye özetleyebileceğimiz bu sorun kendisini kimi karakterlerin derinlere hiç inilmeden nerede ise karikatür tipi boyutunda kalması ve altı fazlası ile çizilmiş bir iyi ve kötü çatışmasına yer vermesi ile gösteriyor. Komünizmin hüküm sürdüğü geçmiş ile günümüz arasında gidip gelen filmde günümüz “özgür” Bulgaristan’ına hiç eleştiri oku yöneltmeden geçmişin tüm “diktatörlüğü” ile hedef tahtası yapılması hikâyenin yüzeysel bir içeriğe sahip olmasına neden oluyor sık sık. Filmin bir başka kusuru da çoğunlukla kolay ve seyirciyi hiç yormayacak yollarda ilerlemeyi tercih etmesi. Büyükbaba ile torunu arasındaki birlikte yaptıkları yolculuk boyunca kurulan yakınlık ve birinin ötekine kendini tanıması ve geçmişin acılarından sıyrılıp özgürlüğünü kazanması için yardımcı olması tam da ortalama seyircinin arzu edeceği bir hafiflikte ve klişe denebilecek unsurlara sahip. Gencin yolda tanıştığı bir kızla olan ilişkisi ise sanki -baba figürünün de yerini alan- dedenin torununa seyirciye sıcak gelecek bir takım tavsiyeler vermesi ve hikâyeye biraz cinsel çekicilik katmak için eklenmiş gibi görünüyor açıkçası.

Hikâyemiz zaman zaman Batı ile Doğu’yu da karşılaştırıyor. İtalya’daki mülteci kampındaki muameleler ve Almanya’daki hastanedeki doktorun soğukluğu ve her sıkıntıya ilaç dayayan yaklaşımının karşısına Doğu’nun eğlencesini, filmde önemli bir yer tutan tavla oyunu üzerinden sıcak ilişkileri ve alkolü koyarak ilerleyen film böylece bir sempati toplamayı da başarıyor. Ne var ki bu sempatiyi yaratırken de yeni bir şeyler söylemiyor ve zaten böyle bir derdi var gibi de görünmüyor. Keşke Batı’nın “materyalizminin” karşısına Doğu’nun “maneviyatını” daha içi dolu şekilde koyabilseymiş filmimiz. Bu kusurları bir yana filmi seyre değer kılan artıları da var elbette. Baştaki kaza sahnesi örneğin, çok etkili bir biçimde çekilmiş ve hazırlıksız yakalanacak seyirciyi yerinden kaldırabilir seyrederken. Genç kahramanımızın kaybettiği hafızasından sonra kendisini bulması, bunu uzun bir yolculuk boyunca büyükbabasının yardımı ile kendi kimliğini ve köklerini keşfederek yapması ve sondaki gözyaşı döktürmeyi becereceği muhakkak olan bir sahne ile hikâyenin her şeyin başladığı yerde -bir başka deyiş ile kahramanımızın köklerinin olduğu yerde- bitmesi filmin mesajı açısından başarı ile kullanılmış öğeler kesinlikle. Büyükbabanın dile getirdiği “hayat elimizdeki zar gibidir; kaderi belirleyen oyuncunun becerisi ve şansıdır” cümlesine uygun bir şekilde akıyor hikâyemiz ve seyredenine de bu bağlamda sıcak umutlar bağışlamayı başarıyor.

Büyükbabayı oynayan Miki Manojlovic’in yaşama sevinci ile dolu ve cesur karakterine senaryonun onu içine attığı kimi klişe anlara rağmen kattığı gerçekçilik ve sıcaklık, Carlo Ljubek’in senaryonun karakterine fazla derinlik sağlamamasına rağmen oynadığı gence giydirmeyi başardığı hüzün dolu çekicilik ve hikâyenin -yüzeysel ya da değil- seyirciye geçirmeyi başardığı umut ve samimiyet ile film özellikle kendini iyi hissedeceği duygusal filmlerden hoşlananlar için seyre değer bir çalışma özetle.

(“The World is Big and Salvation Lurks Around the Corner” – “Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda”)

Dans la Maison – François Ozon (2012)

“Ama mutlaka ihtiyaç duydukları bir şey vardır. İçeriye girmenin her zaman bir yolu vardır; her eve girmenin bir yolu vardır”

Bir arkadaşının evine ve hayatına “sızarak” hikâyeler yazmaya başlayan bir lise öğrencisinin ve onun yazdıklarından çok etkilenen edebiyat öğretmeninin hikâyesi.

1997’deki “Regarde la Mer” filminden başlayarak düzenli olarak neredeyse her yıl bir film çeken François Ozon’un 2012 tarihli bu çalışması aynı anda hem eğlenceli hem kışkırtıcı olmayı başarabilen keyifli bir sinema örneği. Oyuncularının performansı ve senaryosunun başarısı ile de dikkat çeken film Ozon’un en parlak işlerinden biri ve hikâye anlatmak üzerine seyirciyi düşünmeye çağırması ile de ayrıca ilgiyi hak ediyor.

Ünlü Fransız yazar Gustave Flaubert’in adını taşıyan lisedeki bir öğrenci ile onun edebiyat öğretmeninin gencin yazdığı hikâyeler üzerinden ilerleyen ilişkisini odağına alan filmin senaryosu röntgenciliği anlatır gibi başlayan ama bunun çok daha ötesine geçip gözetlenenlerin oluşturduğu ailenin içine sızmayı ve onların hayatının bir parçası olmayı ele alan bir içeriğe sahip. Yazarın anlattığı hikâyenin bir parçası olmasını, karakterlerinin hayatlarına gerçekten onların arasına karışarak müdahale etmesini ve tanık/neden olduklarını okuyucusuna aktarmasını ele alıyor filmimiz. Bu açıdan da tıpkı gencin lisesinin adının da vurguladığı gibi bir edebiyat filmi karşımızdaki bir yandan da. Öğretmenin ve eşinin gittikçe artan bir merakla okudukları ve yavaş yavaş parçası olmaya başladıkları bu hikâyeler, öğrenci ile öğretmen arasındaki karşılıklı kışkırtmaya malzeme oluştururken, filmin geneline göre biraz zayıf kalan final bu mücadelenin bir kazananı ve bir kaybedeni olduğunu da söylüyor bize.

Ozon’un Juan Mayorga’nın tiyatro oyunundan uyarladığı ama asla tiyatro havası vermeyen akıllıca kurgulanmış senaryosu bir yandan hafif bir görüntü sergilerken diğer yandan içerdiği ve içi çarpıcı bir biçimde doldurulmuş çatışmaları ile ciddi bir başarıya sahip. Evet, karakterler arasındaki çatışmaların çok önemli olduğu ve filme keyifli bir seyir zevki kattığı bir film bu. Öğrencinin anlattığı hikâyeler aracılığı ile öğretmenini (ve sonra da eşini) kışkırtarak yanına çektiği ve hatta büyülediği süreç zamanla ikili arasında yazın süreci üzerinden bir tartışmaya dönüşüyor. Ozon öğrenciyi evine sızdığı okul arkadaşı ile de bir çatışmanın içine yerleştiriyor. Kahramanımız zekâsını bir araç olarak kullanarak girdiği evdeki arkadaşı ile evdeki anne üzerinden ve kısa ve iç burkan bir sahnede tanık olduğumuz tek taraflı bir aşk üzerinden bir çatışmanın parçası oluyor. Ozon’un hikâye anlatma becerisi ile, öğretmen ile eşi ve okul arkadaşının annesi ile babası arasındaki çatışmalar da bir bir karşımıza gelirken, senaryo hem basit kalmayı hem çarpıcı olmayı başarabiliyor ilginç bir şekilde. Üstelik tüm bunları yaparken, en büyük katkısını öğretmeni canlandıran Fabrice Luchini’nin ustalıkla dizginlenmiş “komik” performansından alan bir eğlenceyi yaratmayı da başarıyor. Burada tüm oyunculara da bir selam göndermek gerekiyor aslında. Genç öğrenciyi canlandıran Ernst Umhauer zaman zaman yüzüne yerleştirdiği muzır gülümsemesi ile çok başarılı bir biçimde canlandırdığı ve hemen herkes için bir çekicilik nesnesine –hatta cinsel bir çekicilik denebilir buna- dönüşen kahramanının kışkırtıcı cazibesinde büyük bir pay sahibi. Öğretmenin eşini oynayan Kristin Scott Thomas, kahramanımızın arkadaşı rolündeki genç oyuncu Bastien Ughetto, onun “umutsuz ev kadını” annesini oynayan Emmanuelle Seigner ve eşi rolündeki Denis Ménochet de başarılı performansları ile filmin oyunculuk açısından da keyif vermesini sağlıyorlar seyirciye.

Ozon yalın bir sinema dili kullanırken, dozunda kullandığı kimi küçük oyunlarla seyircisini diri tutmayı ve eğlendirmeyi de başarmış. Zaman zaman seyirciye dönen oyuncular, gösterilen sahnenin içine girip karakterlerden biri ile konuşurken diğerine görünmez olan karakterler vs. gibi oyunlar Ozon’un beceri hanesine yazılmalı kesinlikle. Yine bir çeşit aile içine sızmayı anlatan “Match Point – Maç Sayısı” filmine göndermeden, finalde görüntünün tıpkı tiyatroda olduğu gibi kapanan bir perde görüntüsü ile silinmesine Ozon filmi çekerken kendisinin de hayli keyif aldığını hissettiriyor bize sürekli olarak. Philippe Rombi’nin çok doğru melodileri içeren piyano müziği eşliğinde anlatılan hikâye gizemli, kışkırtıcı, melankolik, kırılgan ve hayalperest yanları ile bu filmi kesinlikle görülmesi gereken eserlerin arasına yerleştiriyor. Hikaye anlatma, anlatılan hikâyeyi hayal etme -filmde ressamının anlattıkları ile hayal edilen tablolar gibi hem eğlenceli hem de konumuza çok yakışan bir gönderme de var- ve hikâyenin parçası olmak üzerine bir film bu ve Ozon’un filmografisindeki parlak örneklerin arasına ekleniyor. Kolayca yoldan çıkıp, seyircisinin de kaybolmasına neden olabilecek bir senaryodan çıkan parlak bir sinema örneği bu film özet olarak.

(“In The House” – “Evde”)