Din Dragoste Cu Cele Mai Bune Intentii – Adrian Sitaru (2011)

“Tanrım, bu insanlar ve iyi niyetleri beni deli ediyor”

Annesi hastaneye kaldırılan bir adamın nörotik bir durum alan telaşının ve iyi niyetli yardım çabalarının hikâyesi.

Romanya sinemasından Adrian Sitaru’nun senaryosunu da yazdığı, bu ikinci sinema filmi sadeliği, doğallığı ve son dönem Rumen sinemasının kimi karanlık örneklerinin aksine yumuşak havası ile dikkat çeken bir çalışma. Küçük mizah anları da olan bir aile draması olarak nitelenebilecek olan film, hikâyenin çoğunun geçtiği hastane odasını toplumun mikrokozmosu gibi kullanmaya çalışan ama bunu belki fazla yumuşak havası ile yeterince yapamayan, buna karşılık başta baş oyuncusu Bogdan Dumitrache’nin karakterinin tedirginliğini ve zaman zaman naif bir hava alan yaklaşımını ustalıkla yansıtan oyunu, pek çok Rumen filminin alamet-i farikası haline gelen çok başarılı ve doğal diyalogları ve hikâyesini evrensel kılabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Gereksiz bir telaşla kaplı iyi niyetli çabaların anlamsız ve hatta komik sonuçlarını anlatan bu Rumen filmini çekici kılan doğallığının altını çizmek gerekiyor öncelikle. Açılıştaki “kız arkadaşı tarafından çöpe atılan ama adam için hatırası olan iç çamaşırları” ile ilgili tartışma sahnesinden hastane odasındaki tüm diyaloglara, arkadaşlarla içmeye gidilen geceden finale doğru hastane bahçesinde tahlil sonuçlarını beklerken çıkan tartışmaya kadar tüm karakterler, yaklaşımları, söyledikleri vs. ile her birimizin hayatının herhangi bir anında tanıdığımıza yemin edebileceği kadar gerçekçi. Sitaru kendi hayatından da esinlenerek yazdığı senaryosunu o denli yalın ve gerçekçi diyaloglarla doldurmuş ki, kesinlikle sıkı bir alkışı hak ediyor bu konuda. Onun bu başarısı seyircinin de kendisini tüm karakterlerle nerede ise eşit derecede yakın hissetmesini ve dolayısı ile aslında klasik anlamda bir şey olmayan hikâyeye yakınlık duymasını sağlıyor. Sinemada etki yaratmak için şişirilmiş diyaloglara ve hikâyelere, gösterişli oyunculuklara veya benzer tüm yapaylıklara ihtiyaç duymayan başka bir yaklaşımın da mümkün olduğunu göstermesi, filmin başarılarından biri özetle. Bu “sıradan” hikâyenin baş karakterini canlandıran Bogdan Dumitrache’nin sade ama sevimli oyunu da filmin bu alandaki başarı düzeyini artırıyor kesinlikle ve hemen her karede görünen karakterini tüm naif yanına, gereksiz telaşına ve zaman zaman iyi niyeti ile ortalığı karıştırmasına rağmen, ustalıkla canlandırarak seyirciye sevdirmeyi başaran sanatçı filme ciddi bir katkı sağlıyor. Diğer tüm oyuncular da sanki kendilerini oynuyormuşcasına rahat ve doğal görünüyorlar. Adeta kamera onların hayatlarına kısa bir süreliğine girmiş ve oradan yakaladıklarını bize aktarıyor gibi hissetmenizi sağlıyor film.

Sitaru hikâyede eksik olan ama zaten de hedeflenmemiş görünen dinamizmi sağlamak için kimi küçük numaralara da başvurmuş: Örneğin kamera zaman zaman yumuşak hareketlerle adeta havada kayar gibi hareket ediyor veya ikili sahnelerde karakterlerden birinin sadece sesini duyarken biz hep diğer karakteri (çoğunlukla Dumitrache’nin oynadığı kahramanımız oluyor bu karakter) görüyoruz. Bu tercih ile adeta kamera (dolayısı ile seyirci) karakterlerden birinin yerine geçerken, asıl karakter de kameraya (dolayısı ile seyirciye) doğru bakıyor sürekli olarak ve kendinizi hikâyeninn bir parçası gibi hissediyorsunuz. Annesini ziyarete giden adamın hastane koridorlarında kız arkadaşı ile tartıştığı sahne bu hissin en yoğun yaşandığı anlardan biri ve -yine- adeta hayatlarımızdan alınıp kullanılmış gibi görünen diyalogları ile kesinlikle etkileyici.

Günümüz Rumen sinemasının pek çok örneği kişisel hikâyelerde bile bir şekilde sistemi doğrudan veya dolaylı olarak eleştirisinin kapsama alanına alırken, Sitaru’nun filmi bundan uzak durmayı seçmiş. Öyle ki hastane bir mikrokozmos olarak kullanılırken bile, bu kullanım sadece insan tiplemeleri ile sınırlı kalıyor. Senaryo hikâye epey müsait olmasına rağmen ve diyaloglarında yer vermesine rağmen sağlık sistemi ile ilgili bir şey söylemiyor aslında. Sitaru bu ve bunun gibi diğer öğeleri sadece karakterinin nevrotik davranışlarını beslemek için kullanıyor ve bize gösterdiği resim de bu nedenle potansiyel olarak sahip olduğu toplumsal bir bakıştan yoksun kalıyor. Buna rağmen Sitaru’nun bu kişisel hikâyesi kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Daha ilk sahnesinden başlayarak sergilediği “baş kahramanının pek olgun görünmeyen ama olayları kontrolü altına almaya çalışan karakterini” hikâye boyunca ve seyircisini zaman zaman keyiflendirmeyi de unutmadan yeni örneklerle besleyerek zenginleştiren film, sevdiklerimizi kaybetme korkusunu zarif ve hüzünlü bir biçimde yansıtmayı başaran final sahnesi ile de değer kazanan bir çalışma.

(“Best Intentions” – “İyi Niyetler”)

The Hunt for Red October – John McTiernan (1990)

“Mahremiyet Sovyetler Birliği’nde önemli bir konu değildir yoldaş ve çoğunlukla ortak çıkarlara aykırıdır da”

Sovyetler Birliği donanmasının en önemli kaptanının ülkenin Kızıl Ekim adındaki en modern denizaltısını ABD’ye doğru yola çıkarması nedeni ile SSCB ve ABD’de yaşanan paniğin hikâyesi.

ABD’li yazar Tom Clancy’nin 1984 tarihli ilk romanından sinemaya uyarlanan bir film. Yazarın başka romanlarında ve bu romanların sinema uyarlamalarında da karşımıza gelen Jack Ryan adlı CIA ajanının bu ilk sinema macerası Glasnost öncesinin “şeytan” ülkesi SSCB’nin kötülüğün, ABD’nin de iyiliği sembolü olduğu bir dünyadan bir macerayı getiriyor karşımıza. Hikâyenin aslında üzerinde durmaya bile değmeyecek politik sefaleti bir yana, film gereksiz uzatılmış görünse de tıkır tıkır işleyen hikâyesi, kurgusu ve özellikle ses çalışması ile sıkı bir macera/aksiyon arayanları hayli mutlu edecek bir biçim ve içeriğe sahip.

Bu filmde Alec Baldwin’in canlandırdığı, daha sonraki filmlerde ise Harrison Ford ve Ben Affleck’in can verdiği ve kariyerinin ilerleyen yıllarında ABD Başkanı da olan CIA ajanı (ABD için çok uygun bir kariyer çizgisi) Jack Ryan karakterinin kahramanlıklarına tanık olduğumuz filmin nelere övgüler düzdüğüne bakmalı öncelikle. Ajanımızın hem vatansever hem de tam bir aile babası olduğunu anladığımız bir sahne ile açılıyor film ve böylelikle -finaldeki oyuncak ayılı sahnede bir kez daha anlayacağımız gibi- “özgür” dünyanın bu iyi CIA ajanlarına ne kadar ihtiyacı olduğunu anlıyoruz. Bir film CIA ajanlarına övgü düzüyorsa gerisine bakmamak gerek artık ama devam edelim yine de. Filmdeki tüm Sovyet karakterler -elbette sonradan iyi olduklarını anladıklarımız hariç- kötülüğün, acizliğin ve çirkinliğin birer somutlaşmış hali adeta; ya hırstan ve kötülükten yüzleri şekilden şekile giriyor ya da Soyet elçinin durumuna düşüp acizliğin ve yalancılığın sembolü oluyorlar. ABD askerleri ve sivilleri, evet aralarında fikir ayrılıkları yaşıyorlar veya bazıları yanlış kararlar alabiliyor ama neyse ki kahramanlarımız var ve sonuçta her biri vatansever olan bu karakterler ortak aklı kullanarak doğruyu her zaman buluyorlar. Bir de Sovyet subaylardan birinin ABD’nin Montana eyaletine ve dağlarına şiirler döktürdüğü bir sahne var ki seyrederken yeter diyesi geliyor insanın. Tom Clancy’nin romanı ve ondan uyarlanan bu film aslında temel olarak pek çok ABD dizisinin ve filminin gittiği yoldan gidiyor. Tipik bir sağ bakışın ürünü olan bu filmler gizli ya da açık olarak her zaman ülkenin ve devletin kutsallığına güzellemeler yazarken, ülkenin/devletin içindeki bazı kötüleri özellikle öne çıkarıp, onların temizlenmesinin önemini vurgular. Yoksa sistemde/düzende bir sorun yoktur; sadece bu sistemin/düzenin kutsallığını zedeleyen düşmanlara karşı uyanık olmak gerekir. Başarılı bilim kurgu dizisi “X-Files” örneğin, tipik bir FOX kanalı ürünü olarak devletin sağlığına halel getiren hükümeti, daha doğrusu onun içindeki kötüleri hedef alırdı sürekli olarak.

Sovyet karakterlerin başta Rusça konuştuğu ve bu anlamda takdir etmeye hazırlandığınız film bir sahnenin ortasında onları da kendi aralarında bile İngilizce konuşturarak açık bir komediye de imza atıyor. Öyle ki bir sahnede ana karakterler İngilizce konuşurken, denizaltı içindeki tüm mürettebat (figüranlar) Rusça bir devrim marşı söylüyor hep bir ağızdan. Sonuçta bir Hollywood filmindeyiz; neyi nasıl anlatıyorsa gerçek olan odur! Denzialtı içindeki subayların planladığına mantıklı bir açıklama olarak Sean Connery’nin pek de üzerinde durmadan oynamış göründüğü kaptanın geride bıraktığı kimsesinin olmaması gösterilmiş ama hikâye “peki diğer subayların da mı kimsesi yokmuş?” gibi gayet basit bir mantıkla sorulabilecek sorunun cevapsız olmasından bile rahatsız olmamış görünüyor. Filmin bir diğer kusuru da bazı sahnelerin nerede ise gerçek zamanlı çekilmiş olması ve bu nedenle de filmin gereğinden fazla uzamış olması. Bu da Hollywood’un ne zaman büyük -bütçe olarak elbette- bir şey yaptığını düşünse kapıldığı kendi kendine hayran olup “güzelliğini” sonuna kadar takdir etme huyunun tipik bir örneği olarak burada da karşımıza çıkıyor. Bir de “esprili siyah asker” gibi klişeleri veya Alec Baldwin’in “ev yapımı bir Bond” görünümünde yaptıklarını ekleyelim ve duralım burada.

Yukarıdaki tüm bu Hollywood saçmalıkları bir kenara bırakılırsa, yönetmen John McTiernan bu hikâye için yapması gerekeni ustalıkla yerine getirmiş. Hikâye uzamasına rağmen yağ gibi akıyor, kurgu kesinlikle çok başarılı ve Oscar da kazanan ses çalışması çok etkileyici. Denizaltı içinde geçen sahnelerin klostrofobik bir etki yaratmaması özellikle amaçlanmış ve başarılmış görünüyor ama bu tercih ve başarı aslında Amerikan sinemasının kendi gerçekliğini yaratmakta nasıl usta olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Karakterlere veya aralarındaki çatışmalara hiç takılmayan hikâye, “alın size bir eğlencelik macera filmi” diyor sadece ve bu maceranın peşine düşenleri bu açıdan tatmin ediyor kesinlikle.

(“Kızıl Ekim”)

Ye Habe Ghand – Seyyed Reza Mir-Karimi (2011)

“Hayat kendi diktiği her şeyi şiddetli bir rüzgâr gibi kökünden söker”

Genç bir kızın düğünü için toplanan büyük bir ailenin hikâyesi.

İran sinemasından çok karakterli, bol konuşmalı, dramı, hüznü ve komedisi bir arada bir aile filmi. Seyyed Reza Mir-Karimi’nin yönettiği ve senaryosunu Mohammad Reza Gohari ile birlikte yazdığı film hikâyesi ilerledikçe açılan ve karakterlerini tanıdıkça sevdiğiniz eserlerden. Ustalıkla yazılmış bir senaryo ve buna çok uygun bir yönetmenlik çalışmasının yanısıra görüntüleri ile de dikkat çeken film, İran sinemasının diğer örneklerinden ayrı bir yerde durması ile ayrıca dikkat çeken bir çalışma.

Basit bir hikâyesi var filmin. Evin genç kızının yurtdışında yaşayan bir İranlı ile yapacağı evliliğin töreni için bir araya gelen ailenin iki günlük bir macerasını anlatıyor filmimiz. Evin evli diğer kızları, damatlar, torunlar ve komşular bu kalabalık ailenin hikâyesine katılıyorlar ve ortaya küçük hikâyesine rağmen ilgi toplayan bir film çıkıyor. Başlardaki -film boyunca da devam eden- bol konuşmalı ve çok karakterli yapısı nedeni ile karakterlerden kimin kim olduğunu anlamanın bir parça güç olduğu hikâye karakterlerin her birini ve birbirleri ile olan ilişkilerini seyirciye aktarmayı başardıktan sonra ve yakaladığı sıcak atmosferin de etkisi ile gerçekten ilgi çekici bir içeriğe kavuşuyor. Evet, sıcak belki de en doğru kelime bu film için. Bir yaz gününde geçen hikâye tüm doğal, samimi ve ufak kusurları ile daha da insan görünen karakterleri, Hamid Khozouie Abyane’nin sarı ağırlıklı ve kimi sahnelerde izlenimci bir tablodan ilham alınarak yaratılmışa benzeyen ama asla yapay bir havası olmayan görüntüleri ve kattıkları/götürdükleri ile ne olursa olsun aile kurumunun sıcaklığını yansıtmayı başaran içeriği ile bu sıcaklığı seyirciye geçirmeyi başarıyor. Tüm bunlara Mohammad Reza Aligholi’nin etkileyici müziği de eklenince ortaya büyük şeyler söylemeyen, sinema dili olarak da belki bir yenilik veya özel bir tazelik içermeyen ama ilgiyi kesinlikle hak eden samimi bir sonuç çıkıyor.

Hikâye basit ve sıradan bir seyirci için heyecan unsuru yaratacak herhangi bir öğe de içermiyor. Ne var ki senaristlerin ustaca hikâyeye kattığı ve her biri hikâyenin doğal bir parçası olarak onun akışını da etkileyen yan hikâyeleri ile aslında çok “hareketli” bir film bu. Sonuçta karşımızda düğün, cenaze, cinler, define, hastalık, bebekler, hamilelik vs. ile dolu koca bir hikâye var. Seyyed Reza Mir-Karimi ve Mohammad Reza Gohari ikilisinin en büyük başarısı tüm bu yan hikâyelerin tek birinde bile falso vermemeleri. Tek bir hikâye ortada bırakılıp sonra unutulmuyor ve senaryonun akıcı ve doğal kurgusu ile her biri asıl hikâyeyi akıllıca besliyor. Kameranın çoğunlukla evin içinde ve bahçesinde gezindiği, ve dışarı çıktığında da kerpiçten evleri ile benzersiz bir görüntü sunan bir şehri bize gösterdiği filmin bir başarısı da bu doğal hikâyenin içine zaman zaman yerleştirdiği -belki tümü aynı derecede katkı sağlamayan- yavaşlatılmış görüntüler ile elde ettiği estetik ve kimi sahnelerdeki müthiş izlenimci hava. Özellikle bir sahnede yarattığı etki ile doruğuna ulaşan bir hava bu. Evlenecek olan genç kızın evin güzel bahçesinde bir salıncakta sallanırken daldaki bir elmaya uzanmaya çalıştığı ve yavaşlatılmış görüntülerle karşımıza gelen bu sahne değme izlenimci tablolara taş çıkartacak güzellikte. Genç kızı oynayan Negar Javaherian’ın meleksi güzelliği ile daha bir benzersiz olan bu sahne asla boş ve gereksiz bir estetik yaratma çabası olarak görünmüyor; aksine filmin havasına hâkim olan hüznün, komedinin, sıcaklığın, umudun ve ne olursa olsun hayata bağlılığın müthiş bir sembolü oluyor bir bakıma.

Ölümün ve hayatın iç içe geçtiği hikâye tüm karakterlerine eşit bir sevecenlikle yaklaşıyor ve çok az sahnesi olan askerden gelen genç karakterini bile kısacık süresi içinde filmin önemli parçalarından biri yapmayı başarıyor. Öldü mü tereddüdü ile uyuyan büyük anneye kesme şeker atıldığı sahnedeki gibi küçük komedi anları da olan filmin genç kızın gece uyandığında evin tüm ışıklarını tek tek söndürdüğü sahnede olduğu gibi iç burkan hüzünlü anları da var epeyce. Final kareleri ise hüznü hayatı kabullenme ile uzlaştıran havası ile hayata karşı, alıştığımız İran filmlerinin aksine, ciddi bir sevgi gösterisinde bulunuyor. El kamerası ile çekilmesine rağmen asla yormayan görüntüleri ve onca karakterin evin içindeki hareketini ustalıkla yöneten koreografi anlayışı ile de değerli olan film özellikle ilk on, on beş dakikasında “sabır ve anlayış” bekleyen ama sonra bunun karşılığını fazlası ile veren bir çalışma.

(“A Cube of Sugar” – “Küp Şeker”)