Duygusal Eğitim – Gustave Flaubert

Fransız yazar Gustave Flaubert’in 1869 tarihli klasiği, “Duygusal Eğitim – L’Éducation Sentimentale”. Yazarın yedi yılda tamamladığı roman temel olarak İkinci Cumhuriyet’in 1848’de kuruluşunu sağlayan devrim ve 1852’de İkinci İmparatorluk döneminin başlaması sırasında genç bir adamın, etrafındaki sosyal ve siyasi dönüşümler sırasında yaşadıklarını anlatıyor. Flaubert baş karakter Frederic’i kendi hayatından esinlenerek oluşturmuş ve aşık olduğu kendisinden yaşça büyük evli bir kadına olan tutkusu etrafında onun toplumsal olaylar karşısındaki “eylemsizlik” olarak adlandırılabilecek günlerini aktarmış okuyucuya.

Kitabın sonuna eklenen sonsözde profesör Philippe Desan kurmaca yazarlığı ile tarih yazarlığının karşılaştırmasını yapıyor bu romanı baz alarak ve Flaubert’in romanı yazarken en çok korktuğunu söylediği konulardan biri olan tarihsel gerçeklerin karakterlerini gölgede bırakması üzerine okuması keyifli bir değerlendirme yapıyor. Flaubert’in etrafında devrim niteliğinde olan olaylar olup biterken vuslata eremeyen bir aşkı içinde hep taşıyan ve bu aşkı diğer tüm ilişkileri için nerede ise referans olan genç adamı doğrudan olumlu veya olumsuz bir karakter olarak çizmemesi ilginç. Romanın başında orta sınıftan bir karakter olan ve sonunu da öyle getiren bu genç adamın içine girdiği sanat, siyaset vb. tartışmalara ve sık sık olayların tam göbeğinde olmasına rağmen diğer pek çok karakterin aksine doğrudan bir eyleme girişmemesi, örneğin Paris sokaklarının yakılıp yıkıldığı bir gece randevusuna gelmeyen aşık olduğu kadının neden olduğu acı içinde kıvranması, onun toplumsal olan konusundaki eylemsizliğinin örnekleri. Aristokrasi, burjuvazi, kapitalizm, emekçi sınıfı vb. kavramlar roman boyunca olayların parçası veya karakterlerin aksiyonlarının nedeni olurken, Flaubert bu yoğun tarihsel arkaplanda karakterlerinin yitmemesini sağlamış ve korktuğu akıbete uğramamış görünüyor.

Baş karakter olan Frederic’in ağzından duyduğumuz “halkın bir önemi yoktur” sadece onun değil Flaubert’in de görüşü olsa gerek. Devrim sırasında ve sonrasında yaşananlar çok da bilinçli hareket ediyor görünmeyen bir halk kalabalığı tasvir ediyor çünkü. En azından kitabın başında sosyalist bir karakter olan Senecal’in yazarın en az sempatik yaklaştığı karakterlerden biri olması da ilginç bir ayrıntı. Yazar tüm farklı ideolojilerin ve sınıfların adamlarını birer birer karşımıza getirirken, hepsini eleştirisinin parçası yapıyor aslında ve zaman zaman bu derin konular, korktuğunun tam tersi bir yönde olarak, onun kurgusal olaylarının ve karakterlerinin gölgesinde kalıyor. Flaubert’in en sempatik yaklaştığı karakterin tam bir mert halk adamı olan Dussardier karakteri olduğunu da söyleyelim burada.

Tüm klasiklerde olduğu gibi burada da benzersiz ve uzun tasvirleri var yazarın. Yemek davetlerinde, at yarışlarında vs. toplumun sıkı bir resmini çiziyor, detaylara yoğunlaşarak ve adeta o anların görsel bir karşılığını satırlarda yaratarak. Çeşitli bölümlerde adeta bir izlenimci tabloya bakarken alınacak keyfi alabilirsiniz kitabı okurken. Buna karşılık edebi gerçekçilik akımının bir örneği olan kitap, günlük sıradan olayları, nesneleri ağırlıklı olarak ele alıyor ve romantik bir edebiyatın uzağında duruyor kesinlikle. Romanın adının aksine Frederic karakterinin bir şey “öğrenmediğini” düşünmek mümkün kitabı bitirdikten sonra. Romanın sonunda yazar, arkadaşı ile en güzel günlerinin geride kaldığını konuşurken, tanık olduğumuz tüm hikâyesi boyunca yaptıklarının ve yapmadıklarının şimdiki “hüznünün” doğal sonucu olduğunu ve dolayısı ile duygusal eğitiminin çok da başarılı geçmediğini kabul etmek gerekiyor.

Çeviri ile ilgili birkaç not: Cemal Süreya’ya ait olan çevirinin kitaba ayrı bir tat kattığı açık. Ne var ki kimi küçük itirazımlar var burada. “Ağaç türlerinin değişikliği değişik bir görünüm meydana getiriyordu” (Sf. 369) veya “Başka bir korku, ileride ondan nefret etme korkusunu duyuyordu. İleride ondan nefret etme korkusu durdurdu onu” (Sf.476) gibi kelime ve ifade tekrarları daha çok bir editör hatası gibi duruyor. Kralların isminin Türkçede alıştığımız gibi XIV. Louis şeklinde değil, Batı dillerinde olduğu gibi Louis XIV olarak yazılması ve Dessan’ın sonsözündeki romana yapılan göndermelerin elimizdeki kitabın sayfa numaraları ile değil, kitabın bir İngilizce baskısının sayfa numaraları üzerinden oluşturulması da pek doğru gelmedi bana.

(“L’Éducation Sentimentale”)

Terror in a Texas Town – Joseph H. Lewis (1958)

“Bu sabah inanılmaz bir şey gördüm; ölmekten korkmayan bir adam gördüm”

Bölgedeki petrol nedeni ile çiftçilerin topraklarını ele geçiren bir iş adamından, öldürttüğü babasının intikamını almaya çalışan bir adamın hikâyesi.

ABD’li Joseph H. Lewis’in yönettiği son sinema filmi olan çalışma, B tipi western filmleri ile tanınan yönetmenin kariyerindeki en kayda değer eserlerden biri. McCarthy soruşturmalarının liberal ve sol eğilimli sanatçıların Hollywood’da kara listeye alınmasına neden olduğu bir dönemde çekilen filmin senaryosu bu listede uzun süre kalan Dalton Trumbo tarafından yazılmış olsa da (ve onun duyarlılığının açık izlerini taşısa da), senarist olarak Ben Perry’nin adı kullanılmış jenerikte. Filmin kötü adamlarından birini canlandıran ve kendisi de bu kara listede yer alan Nedrick Young’un yönetmene ulaştırdığı senaryoyu çekme cesaretini Lewis’in gösterebilmesinin temel nedeni sinema dünyasını zaten bırakma kararı almış olması olmuş. “Liberal western” kategorisine sokulabilecek bu film, tipik westernlerden farklılaşan, düşük bütçesinin kendisini hissettirdiği ve başta Sterlin Hayden’ınki olmak üzere kimi başarılı performanslardan destek alan bir sinema eseri.

Değer kazanan bir mülkün hangi araç gerekiyorsa o araç kullanılarak yoksulun elinden alınması… Bugün Türkiye’nin tüm şehirlerinde ve dünyanın hemen her yerinde kentsel dönüşüm adı altında pazarlanan bir mülksüzleştirme operasyonunun ABD tarihindeki karşılıklarından biri bu film temel olarak. Bugün örneğin bir köprüye, havaalanına yakın olduğu için değer kazanan bir arazinin nasıl artık bir yoksula ait olması “mümkün değilse”, burada kendilerinin haberi olmasa da topraklarında petrol yatakları bulunan yoksul çiftçiler de yerlerinden para, tehdit ve gerekirse cinayet ile uzaklaştırılıyorlar. Hikâyemiz bu şekilde ortadan kaldırılan yoksul bir çiftçinin yıllar sonra babasını görmeye gelen denizci oğlunun adalet arayışını anlatıyor. Bunu anlatırken de Dalton Trumbo’dan bekleneceği gibi, güçlüye karşı zayıf olanların, zengine karşı yoksul olanların ve iktidarı elinde tutanlara karşı halkın dayanışmasının güzelliği ve değiştirebilecekleri üzerine mesaj vermeyi de ihmal etmiyor. Hikâye aslında o kadar da farklı veya güçlü değil bu filmde ama bir western’in içine bahsettiğim bu öğeleri yerleştirmesi ve bunu hikâye içinde sırıtmadan yapabilmesi takdiri hak ediyor. Petrol, güçlü iş adamı, zenginin sömürüsünün aracı olmayı tercih etmiş insanlar, vs… Hikâye bunların karşısına pek de güçlü görünmeyen ama haklı olduğunu bilmenin gücünü içinde hisseden ve çok da hedeflemeden üstlenmek zorunda kaldığı liderlik rolünü taşıyabilen bir adamı koyuyor. Final iyi ile kötünün çarpışması ile gelirken, hikâyemiz filmin süresinin kısalığının da etkisi ile birtakım gelişmeleri biraz çabuk geçiyor açıkçası ve nasıl gelişeceği yolundaki tahminleri de hiç yanıltmayacak şekilde ilerliyor.

Film aslında ilginç bazı tercihler de bulunmuş. Örneğin finalin önemli bir kısmı açılış jeneriğinden önce karşımıza geliyor ve sonda sahnenin başka açıdan çekilmiş hali ile tekrarlanıyor. Bu durum hikâyenin nereye gideceğini tahmin etmek kolay olduğundan rahatsız edici değil ve aksine kronolojiyi bir parça da olsa bozarak filme değişik bir hava katıyor. Buna karşılık açılış jeneriği sırasında filmden kimi anların adeta “önümüzdeki dakikalarda bunlar olacak” mantığı ile gösterilmesi hayli tuhaf bir tercih açıkçası ve bu tercihin nedenini kestirmek pek mümkün değil. Filmin Gerald Fried imzalı müziği de western motifleri ile İspanyol motifleri arasında gidip gelirken biraz fazla öne çıkıyor ve zaman zaman yer aldığı sahnelere de tuhaf (her zaman olumlu olmayan bir tuhaflık bu) bir hava getiriyor.

Zaman zaman kaybolan İsveç aksanı (karakterinin etnik kökeni nedeni ile) bir yana bırakılırsa, başroldeki Sterling Hayden usta oyunculuğu ile karakterinin pasifist bir havadan kahramana uzanan değişimini başarı ile yansıtıyor. Kötü zengin adamı canlandıran Sebastian Cabot da rolünün altından başarı ile kalkıyor. Ona hizmet eden kötü adamı, silahşörü oynayan Nedrick Young ise bazı sahnelerde hayli iyi olmakla birlikte zaman zaman katı bir vücut dili ile oynayarak karakterinin daha çekici olabilme fırsatını yeterince iyi değerlendiremiyor. Aslında genel olarak filmin bu karakteri hak ettiği kadar iyi işleyemediğini ve var olan ve filmi zenginleştirebilecek psikolojik unsurları hayli ihmal ettiğini de söylemek gerek. Birkaç diyaloga sıkıştırılmak yerine çok daha iyi anlatılabilirmiş, bu yaralı kötü adam karakteri. Young’un bu karakteri filmin görsel sembollerinden birinin de aracı aynı zamanda. İyi adamımız açık renk giyinirken, bu kötü adam baştan aşağıya siyahlar içinde geziniyor hikâye boyunca.

Başta “salondaki” sahneler olmak üzere bazı sahnelerdeki karakter azlığının da göstergelerinden biri olduğu düşük bütçesini sık sık hissettiren filmde Meksika asıllı komşu karakteri üzerinden toprağın asıl sahipleri konusunu da açan (ama tahmin edilebilecek nedenlerle, açmakla bırakan) hikâye yoksullara kaybetmelerinin tek nedeninin korku olduğunu söylerken meraklısı için keşfe değer kimi metaforlar da barındırıyor. Kahramanımızın finalde kaçınılmaz olarak karşı karşıya geldiği silahşörün bir elini kaybetmiş olmasının çağrıştırdığı “iktidarsızlık”, geniş halk yığınlarının kahramanımızın tüm çabasına karşılık filmde -finalde onun peşinden yürümek dışında- hiçbir aksiyona girmeyerek gösterdiği “pasiflik” vs. Kahramanının Hollywood geleneklerinin aksine hiçbir romantizmin parçası yapılmaması ve “erkekliğinin” vurgulanmaması, ateşli silaha karşılık zıpkın ile girişilen mücadele gibi farklılıkları ile de benzerlerinden ayrılan filmde, Lewis’in kimi kamera açıları (örneğin açılıştaki final sahnesinde) ve uzun planları da görmeye değer kesinlikle. Bugün hayli cinsiyetçi görünse de seyircisine kötünün karşısında korkmamasını ve onun karşısında diz çökmektense “bir erkek gibi ayakta” ölmesini öğütleyen bu film ilgiye değer bir western özet olarak.

(“Teksas’ta Dehşet”)

A Kiss Before Dying – Gerd Oswald (1956)

“Utanç verici, çirkin bir sırrım var. Ne olduğunu biliyor musun? Daha önce hiç aşık olmamıştım”

Zengin bir kadınla evlenerek hayatını değiştirme planları yapan bir üniversite öğrencisinin cinayete kadar uzanan hikâyesi.

ABD’li yazar Ira Levin’in aynı isimli, ilk romanından uyarlanan bir kara film. Alman asıllı ABD’li yönetmen Gerd Oswald’ın da ilk sinema filmi olan çalışma, bugün artık bir klasik olan romandan yapılmış keyifli bir sinema eseri. Bir karaktere yer vermemesi dışında romana genelde sadık kalan senaryoyu Lawrence Roman yazmış. Levin’in romanı 1991 yılında James Dearden tarafından da sinemaya uyarlanmış ve olay örgüsünü epey değiştiren bu uyarlama hayli olumsuz eleştirilerle karşılanmıştı. Oswald’ın filmi hedefine erişmek için önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmaktan çekinmeyen bir genç adamı anlatırken ortaya bir başyapıt çıkarmıyor belki ama kesinlikle keyifle izlenen bir sonuç koyuyor. “Küçük ve sıkı bir kara film” örneği olmayı başaran içeriği ve biçimi, Robert Wagner ve Joanne Woodward’un başarılı oyunları ve ilgiyi üzerinden eksik etmeyen hikâyesi ile kesinlikle seyre değer bir film bu.

Usta görüntü yönetmeni Lucien Ballard’ın çalışması ile anlatılan bu kara film “zeki bir psikopatın” hedefine erişmek için nereye kadar gidebileceğini çekici bir biçimde anlatıyor bize. Yalan söylemekten cinayete kadar uzanan araçların hiçbirini kullanmaktan çekinmiyor bu genç adam ve ne masumiyetin ne de sevginin durdurabildiği hırsı, cazibesi ve zekâsı ile hedefine doğru ilerliyor. Bu özellikleri hem bu adamı tam bir psikopat yapıyor hem de kara filmlerin olmazsa olmazlarından biri olan “tehdit” unsurunun da şık bir şekilde oluşmasını sağlıyor. Bu tehdit bazen bir birey veya birey grubuna yönelik olabilir burada olduğu gibi, bazen de tüm bir topluma. Oswald, Robert Wagner’in karakterini ustaca canlandırmasından da aldığı destekle zaman zaman standard Hollywood’un dışına çıkarak da filmini zenginleştiriyor. Örneğin pek çok sahneyi tek ve uzun bir planla ve plan-karşı plan kalıbının dışına çıkarak çekmeyi tercih ederek (özellikle Wagner ile Woodward’ın ikili sahnelerinde kullanıyor bu yöntemi Oswald ve oyuncularının da güçlü performansları ile sıradan seyirciyi de tatmin edecek bir sonuca ulaşıyor) filme bir ağırlık ve şıklık katmış yönetmen. Oswald filme sıkı bir giriş de yapıyor ve kamera bir odayı, içindeki ve duvarlarındaki nesneleri tarayarak ilerlerken, yatakta uzanan bir kadın ve onu sakinleştirmeye çalışan bir adam görüntüye girince duruyor ve tüm bu anlar boyunca da karakterleri hakkında seyirciye hayli sağlam bilgiler verirken, çekici bir açılış sahnesine de imza atmış oluyor.

Adamın peşindeki dedektifi canlandıran Jeffrey Hunter ve kurbanı olan kadın(lar)ın babası rolündeki George Macready biraz senaryonun da kurbanı olmaları nedeni ile performanslarını çok ileri bir noktaya taşıyamamışlar ve kadınlardan birini canlandıran Virginia Leith de pek güçlü bir oyun sergileyememiş ama Wagner ve Woodward hikâyeyi sürüklemeyi başaran güçlü performansları ile göz dolduruyorlar. Wagner bir Hollywood yıldızının kolay kolay yapmayacağı bir şeyi yapıyor, yakışıklı ve zeki olmasının perdede yumuşamatadığı bir kötücüllüğü olan karakterini hem olumlu hem olumsuz anlamı ile ilgi odağı yapmayı başarıyor. Tüm o yalanlar, oyunlar, suçlar, arada yaşanan tedirginliklere rağmen hemen yaratılan yeni çözüm yolları vs. her biri Wagner’in yüzünde ve beden dilinde karşılığını buluyor. Woodward ise sinemadaki bu ilk rollerinden birinde aşık ve masum genç kızı tam da bir kara filme yakışacak bir biçimde, bir “kurban” olarak getiriyor karşımıza. Sinemanın ilk büyük yıldızlarından Mary Astor da adamın annesi rolünde sinemaseverler için hoş bir sürpriz olarak yerini almış filmde.

Oswald kara filme yakışan kamera açıları ve hikâyenin geriliminin artacağının belli olduğu bir sahnede görüntüye tesadüfmüş gibi “Be Careful, Speed Kills / Dikkatli Ol, Hız Öldürür” yazılı bir uyarı tabelasını sokmak gibi küçük ve hoş numaraları ile özel bir derinliği olmayan hikâyeyi seyircisi için çekici kılmayı başarmış kariyerinin sayısı çok da olmayan öne çıkan örneklerinden biri olan bu eserinde. Nesneleri kimi zaman hayli yakın planda görüntüleyen, buna karşılık oyuncularını nadiren yakın planda gösteren Oswald bu şekilde izleyicinin sahnenin tümüne hâkim olmasını ve karakterlerden birine odaklanmak yerine, o sahneye görünmeyen bir karakter olarak girmesini sağlıyor. Görmeye değer bir kara film, özet olarak.

(“Ölmeden Evvel”)

Zwei Leben – Georg Maas (2012)

“Bana öyle bir baktı ki ona ihanet edemeyeceğimi anladım… ve onu sana getirmem gerektiğini”

Norveçli bir anneden olan ama babası Alman olduğu için 1945’den sonra henüz çocukken Doğu Almanya’ya götürülen bir kadının, Berlin Duvarı’nın yıkılmakta ve Demokratik Almanya’nın çökmekte olduğu günlerde “savaş çocukları” ile ilgili başlayan bir soruşturma ile değişen hayatının hikâyesi.

Hannelore Hippe’nin romanından uyarlanan ve Georg Maas tarafından yönetilen Almanya ve Norveç ortak yapımı bir film. Avrupa ve ABD sinemasının üzerine film çekmekten usanmadığı bir konu İkinci Dünya Savaşı. Ya doğrudan savaşı ya da onun bireyler ve toplumlar üzerindeki etkilerini doğrudan veya dolaylı olarak ele alan pek çok film çekildi ve savaşın neden olduğu trajediler, sosyal, siyasi ve ekonomik değişimler düşündüldüğünde çok da doğal bu durum. Bu film ise Almanya’nın savaş sırasında işgal ettiği ülkelerden biri olan Norveç’te bir Alman subay ile Norveçli bir kadından olan bir çocuğa Ari ırktan olduğu gerekçesi ile Almanlar tarafından “el koyulması” ile başlayan bir hikâyeyi anlatıyor; doğrudan savaşa değil etkileri üzerine olan hikâyelerden biri bu dolayısı ile. Belki kalıcı bir iz bırakmayan ama eline aldığınızda da sürükleyiciliği ile bitirene kadar bırakamadığınız polisiye, gerilim veya macera türünden romanlar vardır hani; işte bu film de anlaşılan böyle bir romandan uyarlanmış ve tam da o havanın görsel karşılığını karşınıza getiren bir çalışma. Başarılı oyunculuklar, aksamayan bir anlatım, hikâyedeki merak uyandıran gelişmeler vb.unsurlar filmi seyre değer kılıyor kesinlikle. Filmden geriye kalıcı olacak olansa, filmin kendisinden çok ele aldığı konu olacaktır daha çok.

Savaş sırasında bir düşman subayı ile kurulan ilişki, bir başka deyişle düşmanla işbirliği, bu ilişkiden doğan bir çocuk, geçmişin üzeri örtülen suçları ve bunların bir gün ortaya çıkacağı korkusu ile sürülen ikili bir hayat, casusluk, aşk duygusu ile görev duygusunun çatışması ve bireyleri bir aile yapanın ne olduğu… Maas’ın filmi tüm bunları anlattığı hikâyesini akıcı bir tempo ve oyuncularından aldığı destek ile ve merak duygusunu çoğunlukla ayakta tutarak başarılı bir biçimde getiriyor karşımıza. Hikâyenin bugünü Doğu Almanya’nın yıkılmakta olduğu günler ve doğal olarak garanti bir çekiciliğe sahip olarak başlıyor film. Hikâyenin dünü ise 1960’lı yıllarda yaşanıyor ki Berlin Duvarı’nın inşa edildiği, Soğuk Savaş’ın tüm hızı ile sürdüğü ve ülkelerin casusluk faaliyetlerinin zirvede olduğu bir dönem bu. Maas çoğunlukla 1990’lı yıllarda geçen hikâyesinde zaman zaman 60’lı yıllara dönüyor ve hikâyedeki sırları birer birer ortaya çıkarıyor. Belki hedeflendiği kadar sürpriz öğesi içermiyor hikayenin gelişimi ama yine de bir merak duygusunun sürekli diri tutulabildiği açık. Görüntü yönetmeni Judith Kaufmann’ın hikâyenin geçmişini anlatırken grenli görüntüleri tercih etmesi filme kesinlikle bir şıklık katmış ve bu sahnelerde hem bir nostalji havasının hem de belirsizlikten kaynaklanan bir gerginlik duygusunun doğmasını sağlamış görünüyor. Seyircinin kadının geçmişi ile ilgili olarak kadının etrafındaki karakterlerden hep daha fazla biliyor olması bir aksamaya neden olmadığı gibi bu karakterlerin tepkilerine daha fazla konsantre olmasını sağlıyor ki bu da filmin seyir zevkine katkıda bulunuyor açıkçası.

Kadını oynayan Juliane Köhler’in karakterinin sırlarından kaynaklanan temkinli ve soğuk halini başarı ile canlandırdığı, annesi rolündeki usta sinemacı Liv Ullmann’ın neden usta olarak nitelenmesi gerektiğini göründüğü her sahnede kanıtladığı bir film bu. Ullmann’ın gerçekleri anlamasını sağlayan bir video kasedi seyrederken yanındakine kızgın bir şekilde, oturduğu koltukta öne kaydığı kısa bir an var ki sadece oradaki vücut dili bile bu ustalığı kanıtlamaya yetiyor. Yönetmen de bu oyunculukların eşliğinde yağ gibi akan bir dil ile anlatıyor hikâyesini bize. Sinema dilinde bir yenilik vs. yok ama hikâye ne gerektiriyorsa onu bire bir üretmeyi başarmış Maas ve hem hikâyesini ilgi ile izletmeyi hem de anlattığı üzerine seyircinin düşünmesini sağlamış. Doğu Alman istihbarat örgütü Stasi’nin kendi vatandaşları üzerindeki faaliyetlerine Florian Henckel von Donnersmarck’ın “Das Leben der Anderen – Başkalarının Hayatı” filminde tanık olmuştuk etkileyici bir şekilde. Burada ise Stasi örgütünün diğer ülkelerdeki istihbarat faaliyetleri geliyor karşımıza hikâyenin bir parçası olarak ve kapanış jeneriğinde örgütün Norveç’e yerleştirdiği ajanların tamamının hâlâ ortaya çıkarılamamış olduğuna inanıldığı söyleniyor. Bu ifade elbette hikâyeye br çekicilik katıyor ve Avrupa’nın tüm tarihsel akışını değiştiren İkinci Dünya Savaşı’nın neden savaşa katılan ülkelerin sineması için hâlâ zengin bir kaynak olduğunu tekrar anlamamızı sağlıyor.

Filmin “kalıcı” olamama dışında da kusurları var. Belgeselci yanı da olan yönetmen Maas sık sık bir televizyon için çekilmiş ve bir parça didaktik bir belgeselin havasına kapılmaktan da kendini alamamış görünüyor. Bunun yerine karakterlerin duygularının daha fazla sergilenmesini sağlayacak imkânları yaratmış olsa daha çekici bir sonuç elde edebilirmiş. Ve kuşkusuz, o uzun yolculuklarda keyifle okunan bir romanın havasına bir parça daha fazla derinlik katabilse çok daha iyi olurmuş. Yine de gerek yukarıda saydıklarım, gerekse senaryo onu epey ihmal etmiş görünse de koca rolündeki Sven Nordin’in oyunu ve Norveç’in o muhteşem İskandinav güzelliğinin “soğukluğunu” pek çok sahnesinin parçası yapmayı başarması ile de ilgiyi hak eden bir film bu.

(“Two Lives” – “İki Hayat”)