Lies – Broken Records (2008)

İskoç grup Broken Records ve 2008 tarihli şarkıları “Lies”. Çello ve akordiyonun müthiş bir renk kattığı ve Jamie Sutherland’ın etkileyici sesinden duyduğumuz “yalan söylememi istiyorsan, söylerim, umurumda değil” sözleri ile etkileyici bir şarkı. Hem güçlü hem kırılgan, hem tutkulu hem kabullenişle örülü bir aşk.. Grubun kendine özgü bir biçimde, gerektiğinde “gürültülü” olabildiğini de gösteren bir şarkı.

Poltergeist – Tobe Hooper (1982)

“Geldiler!”

Küçük kızlarını hedef alan doğaüstü olaylarla savaşmak zorunda kalan bir ailenin hikâyesi.

Steven Spielberg’in orijinal hikâyesinden yola çıkılıp onun da içinde olduğu bir ekip tarafından senaryosu yazılan ve Tobe Hooper tarafından yönetilen bir klasik korku filmi. Pek çok iddiaya göre yönetmenlik çalışmasının Hooper’dan çok Spielberg’e ait olduğu film hemen hiç kan göstermeden ve sadece tek bir canlının (kafesteki minik bir kuş ki onun ölümünün de olan bitenle pek ilgisi yok gibi görünüyor) hayatını kaybettiği, dönemine göre hayli iyi ama bugün belki bir parça zayıf görünecek efektlere çok da yaslanmadan gerilim/korku yaratmayı başaran bir çalışma. Zaman zaman kara bir mizaha da başvuran (ki çok da filmin lehine olmamış bu tercih açıkçası) filmin klasik hatta kimileri için kült özelliği olmasının yanında epey bir kusurunun olduğunu da söylemek gerekiyor.

1986’da “Poltergeist II: The Other Side” ve 1988’de “Poltergeist III” adını taşıyan ve pek beğenilmeyen devam filmleri de çekilen bu çalışmanın elbette tipik bir Amerikan pazarlama taktiğinin sonucu olarak kimi uğursuzluklara neden olduğu yolunda hikâyeler olsa da filmin iki oyuncusunun hayli erken ölümlerini anmak gerekiyor. Ailenin büyük kızını oynayan Dominique Dunne için bu ilk ve son sinema filmi olmuş, filmin çekildiği yıl ve henüz yirmi iki yaşındayken erkek arkadaşı tarafından boğularak öldürüldüğü için. Ailenin küçük kızını canlandıran ve “kötü ruh”un musallat olduğu Heather O’Rourke ise film çekildikten altı yıl sonra rahatsızlanarak ölmüş. Bu “lanetli” filmin hikâyesini Spielberg Denver’daki bir parkın yapılış öyküsünden yola çıkarak yazmış. Tıpkı filmimizde olduğu gibi bir mezarlıktaki mezar taşlarının kaldırılıp içindeki iskeletlerin, maliyet nedeni ile, yapılan parkın zeminin altında bırakıldığını öğrenen Spielberg bunu sinemaya taşımış ve bir televizyon ekranı üzerinden küçük kıza ve tüm aileye musallat olan “huzursuz” ruhların hikâyesini yazmış. Filmin adı Almanca bir kelime ve objeleri hareket ederek gürültü çıkaran ve insanları fiziksel olarak rahatsız eden ruhlar için kullanılıyor (Tezer Özlü 1982’de Milliyet Sanat Dergisi’ne yazdığı bir yazıda filmin adını Almanca’dan “Gürültünün Ruhu” olarak çevirmiş). 2015 içinde Gil Kenan’ın yönettiği bir tekrar çekimi de gösterime girecek olan film işte bu mezarları yok edilen ama cesetleri hak ettiği saygıyı görmeyen ruhların intikamını anlatıyor bir bakıma.

Jerry Goldsmith’in her zamanki gibi hikâyeye hayli uygun ve belki fazlası ile profesyonel müziği eşliğinde anlatılan hikâyenin metninin arkasında duranlara göz atmak gerekiyor sanırım öncelikle. Açılış sahnelerinden başlayarak film önümüze huzurlu bir Amerikan kasabasında yaşayan huzurlu bir Amerikan ailesini getirdiğini ısrarla vurguluyor. Ailedeki erkek çocuğun yatarken bile taktığı beyzbol şapkası ve okuduğu en Amerikan milliyetçisi çizgi roman “Captain America” hep tipik Spielberg tarzı bir Amerikan değerlerine düşkünlüğü ve daha ileri gidersek muhafazakârlığının göstergesi. Her ne kadar uğradıkları haksızlığın intikamını alıyor olsalar da, aileye tehdidin onların yerleştiği ve düzenlerini kurduğu yerin eski sahibi olan yerlilerden geliyor olması da aynı düşünce yapısını işaret ediyor. Kaldı ki ruhların dadandığı ailenin “örnek” profili, küçük kızın masumiyeti ve gösterildiği iki sahnede ruhların korkunç görüntüsü bu “haklılık” payını da yok ediyor kesinlikle. Final bölümünde evin, bir başka deyişle kutsal yuvanın başına gelen de bu ruhların korkunçluğunun bir başka göstergesi elbette. Kasabanın üzerinde sürekli hızla hareket eden kara bulutlar, erkeklerin evde toplanıp tam bir Amerikan sporu olan beyzbolu seyrettiği bu örnek Amerikan kasabasının (Amerikan toplumunun) tehdit altında olduğunun sembolü olarak yorumlanabilir.

Anlaşılan televizyonların yirmi dört saat yayın yapmadığı günlerde geçen hikâyede gizemli yaratıkların, televizyonun Joe Rosenthal’ın ünlü “zafer bayrağını diken Amerikan askerleri” fotoğrafı ve Amerikan milli marşı ile kapanmasından sonra ve televizyonun karıncalı görüntülü ekranı aracılığı ile ortaya çıkmasını da benzer bir niyet okumanın parçası yapmak mümkün. Yayının olmadıığı durumlar dışında hep açık duran televizyonun hikâyedeki yeri hayli önemli ve belki hatta sembolik aslında. Kötü ruh onun ekranı üzerinden aileye musallat olduğu gibi, ele geçirdiği küçük kızı da “içine alıyor”. Son sahnede ailenin yerleştiği yerdeki televizyonu odanın dışına çıkarması da filmin televizyon ile ilgili bir derdi olduğunun sembolü sanki. Televizyonun yanında filmin bir Star Wars sevgisi de sık sık kendisini gösteriyor, duvardaki posterlerden çocukların oyuncaklarına kadar.

Filmin havasına pek de uymuş görünmeyen bir mizah havası da var zaman zaman ki bununla tam olarak neyin amaçlandığını anlamak pek mümkün değil. Benzer bir şekilde kimi sahnelere de, öneğin evin büyük kızına laf atan işçilerin sahnesi, bir anlam bulmakta zorlanma ihtimaliniz yüksek. Anne ve babanın doğaüstü olayları ilk yaşadıklarında, korkmayıp sadece şaşırmaları, hatta eğlenmeleri ve çözüm için başvurdukları yeri ve kişileri nasıl buldukları da ya olumsuz anlamda şaşırtan ya da gerçekçiliğe ters düşen anların örnekleri olarak dikkat çekiyor. Zelda Rubinstein’ın iyi oynadığı ama tiplemesinin senaryodan kaynaklanan karikatürlüğünü tam anlamı ile yok edemediği filmde oyunculuklar daha çok “idare eder” bir havada.

Yukarıda sıraladığım kusurlarına rağmen film yine de çekici olmayı başarıyor. Açılışta evin köpeğini odaları dolaştırarak ailenin bireylerini ve hikâyenin hemen tümünün geçtiği evi tanıtması akıl dolu bir profesyonellik örneğin ve başka sahnelerde de görüyoruz bu profesyonelliğin izlerini. Abartılı olmayan görsel efektlerin de ustalıkla kullanıldığı film hikâyesini de Hollywood’a özgü bir ustalık içinde hayli akıcı olarak anlatıyor bize. Kan dökmeden de filmlerin korkutucu olabileceğini (gereksiz mizahına rağmen) kanıtı olabilen bir film, sadece kült olması nedeni ile ilgiyi hak ediyor zaten; kötü ruhları ilk sezenin evin köpeği olması gibi pek çok klişesine rağmen üstelik.

(“Kötü Ruh”)

Blackbird – Jason Buxton (2012)

“Gerçeğin ne olduğu kimsenin umurunda değil mi?”

Yaşadığı baskılara ve mutsuzluğuna online tehdit mesajları yayınlayarak tepki veren bir gencin yarattığı korku nedeni ile yaşadıklarının hikâyesi.

Kanadalı Jason Buxton’un üç kısa filmden sonra çektiği bu ilk uzun metrajlı filmi on altı yaşında ve etrafındakilerden farklı bir genç erkeğin büyüme ve bir yandan kendi kişiliğini oturtma ve kabul ettirme çabasını anlatırken, diğer yandan çağdaş toplumlardaki “terör” paranoyasına da değiniyor. Başroldeki Connor Jessup’un yalın oyunu ile dikkat çektiği ve adalet sistemindeki adaletsizliklere üzerinde düşünülmeyi hak eden göndermelerde bulunması ile de dikkat çeken filmin temel kusuru ise bir türlü yeterince güçlü bir görüntü sergileyememesi. Buna rağmen ilgiyi hak eden ve farklı olmanın paranoyasını besleyecek hiçbir fırsatı kaçırmayan günümüz insanlarının farklı olanları nasıl yok edebildiğini yalın hikâyesi ile göstermeyi başaran bir film karşımızdaki.

Kahramanımızın evinin gece yarısı polisler tarafından ve bir katliam planladığı suçlaması nedeni ile basılması ile başlıyor filmimiz. On altı yaşındaki Sean (Connor Jessup) “gotik rock” dinleyen, tırnakları siyah ojeli ve metal çivili deri montunu sırtından çıkarmayan bir genç. Hikâyemiz büyük şehirde artık başkası ile evli olan annesi ile yaşarken karşılaştığı “sorunlar” nedeni ile, yalnız yaşayan babasının yanına küçük bir kasabaya geldiğini söylüyor bize gencin. Bu küçük kasaba ortamı doğası gereği paranoyayı yaratmaya ve hızla yaymaya daha müsait ve gencimiz de kendisine sataşıp duran ve hatta fiziksel müdahalede bulunanları gerisini pek de düşünmeden online bir chat sırasında tehdit ediyor ve günlüğüne de bir intikam planını not ediyor. Dedektifin sorgulaması ile başlayan ve bu sorguda ortaya koyulan “delil”lerin arkasındaki gerçeği seyirciye göstererek ilerleyen film ortaya gencin suçlu olup olmadığı ile ilgili bir gerilim koymuyor doğal olarak; bunun yerine tehdidin neden olduğu sert tepkinin sonuçlarını adalet mekanizmasını da irdeleyerek göstermeyi tercih ediyor bize.

Jason Buxton’a ait olan senaryo ve mizansen kahramanının hikâyesini anlatırken yeterince güçlü bir sinema dili kullanamıyor ne var ki ve tanıdık olduğumuz kimi anları da (hapishane sahneleri, annenin ziyareti vs.) yeterli bir orijinallikte getiremiyor karşımıza; bu da filmin gücüne olumsuz yönde etki ediyor elbette. Babanın tuttuğu avukatın genç delikanlıya içinde bulunduğu kötü koşullardan kurtulması için suçu (işlemediği bir suçu) kabul etmesi önermesi üzerinden açılan adaletin aslında ne olduğu ve gerçeği hiç kimsenin çok da umursamaması hikâyenin asıl çarpıcılığını sağlayan orijinal yanı. Gencin ikilemde kalması filme hem bir heyecan katıyor hem de seyirci için önemli bir düşünme alanı yaratıyor. Keşke bu konunun üzerine daha fazla gitseymiş Buxton. Bu tür ve sorumluluk sahibi olan senaryoların klasik kimi dertleri de mevcut burada. Farklı olduğu için dışlanan gencin neden ille de “iyi” nitelikleri olması gerekir (burada hücresinde Kafka okuması gibi), neden ille de zeki, dürüst vs. dir bu karakterler? Öyle olmasaydı, karşılaştıkları muameleleri hak ediyor mu olurlardı?

Connor Jessup’un sade ama dokunaklı da olmayı da başaran bir oyunla karakterini canlandırdığı filmin bir sahnesinde gencimize “Neden bu kadar öfkelisin? Dünya sana ne yaptı?” sorusu soruluyor. Çabuk karar veren, bireysel huzurlarının kaçmasından sürekli endişe eden ve farklı gördüğünü dışlama refleksi ile hareket eden insanların hem hayatını zorlaştırdıkları hem de tepkilerini yargıladığı gencin hikâyesi eksikliklerine rağmen zaman zaman dokunaklı olmayı başarıyor ve her zaman altını iyi dolduramasa da açtığı konular ile ilgiyi hak ediyor yine de. Kahramanımızın kız arkadaşını canlandıran Alexia Fast’in ilk sinema filminde oynayan Jessup’dan daha tecrübeli bir oyuncu olmasına rağmen sıradan denebilecek bir performans verdiği (bunda senaryonun karakterini tıpkı anne karakteri gibi bir parça boyutsuz çizmesinin de rolü var kuşkusuz) filmin -hedeflediği noktayı tutturamamış olsa da- görülmesinde yarar var, özet olarak.

(“Siyah Kuş”)

L’île au Trésor – Raúl Ruiz (1985)

“Gördüğünüz gibi, gidiyorum. Bu iğrenç dünya sizin olsun. Gidiyorum ama şarkı söyleyerek gidiyorum”

Bir çocuk, korsanlar ve hazine adasına yapılan bir yolculuğun hikâyesi.

İskoç yazar Robert Louis Stevenson’un aynı adlı romanından Şilili kendine has yönetmen Raúl Ruiz tarafından çekilen bir film. Senaryoyu yazan ve yöneten Ruiz olunca elbette klasik bir uyarlamadan çok farklı noktalara gidilen ve herkese göre olmayan bir film çıkıyor karşımıza. Bir röportajında “filmlerinin kurgusal filmler olmadığını, kurgu hakkında filmler olduğunu” söylemiş Ruiz; bir başka deyişle filmlerinin hikâye anlatmadığını, hikâye hakkında olduklarını söylemiş bu ilginç yönetmen. Bu tuhaf uyarlama kimi yönleri ile hayli ilginç, bazen seyredeni bir anlamsızlıkla baş başa bırakan (hatta sıkan), göndermeleri bol ve evet, tekrar söylemeli tuhaf bir film.

Stevenson’un romanı sinemadan televizyona onlarca uyarlamanın kaynağı olan, radyo oyununa dönüştürülen ve hatta üzerine bir metal albümü (Skull & Bones adlı Arjantinli grubun “The Cursed Island” adlı albümü) yapılan bir edebiyat klasiği. Film için öncelikle söylemeli ki bu Walt Disney tarzı bir uyarlama değil. İçine edebiyatın (hikâye yaratma, hikâye dinleme ve hikâyenin kahramanı olmanın) ve hatta sinema teorilerinin girdiği, bazen düşsel bazen klasik bir hal alan, Herman Melville’den Borges’e göndermeleri olan ve romanı (ve klasik uyarlamalarını) bilenlerin, romanın sinemada aldığı bu karşılığa kesinlikle şaşıracağı bir film bu. Filmin çekimlerin başlamasından beş yıl sonra gösterime girebildiğini, dört saatlik bir hikâye olarak planlanırken yaklaşık iki saatlik bir filme dönüştürüldüğünü ve özellikle bu “kısaltma”nın filme kesinlikle zarar vermiş olduğunu da söyleyelim baştan. Hayli çekici bir kadro (günümüzün usta Fransız oyuncusu Melvil Poupaud’un sinemadaki ilk rollerin birinde ve henüz on iki yaşında iken hikâyenin çocuk kahramanı Jim’i canlandırdığı bu Fransa – Şili ortak yapımı filmde Martin Landau, Anna Karina ve Jean-Pierre Léaud gibi isimler var) ile karşımıza gelen filmde, hikâye günümüze uyarlanmış ama romanın ana öğeleri yerli yerinde duruyor gibi görünüyor. Evet, sadece görünüyor; çünkü yarı düşsel yarı gerçek görünen hikâye farklı kişilerin ağzından anlatılmaktan hikâyenin kahramanı ile bir yazarı (Stevenson?) karşı karşıya getirmeye veya tüm tanık olduğumuzun belki de televizyonda Afrika ülkesindeki bir darbe sırasında yaşananları anlatan bir diziyi seyreden çocuğun elektriklerin kesilmesi üzerine uydurdukları olduğunu ima etmekten psikanaliz yaklaşımlara, film bu öğeleri çok farklı biçim ve içeriklerle kullanıyor. Özetle, “Hazine Adası” romanını tanımak için uygun bir film değil bu; bambaşka bir dünya var karşımızda. Karakterlerin kitaplıklarında “Hazine Adası” kitabının yer aldığı ve bunun sık sık vurgulandığı bir hikâyeden bahsediyoruz, bir başka deyişle kendisine de göndermeleri olan bir film bu.

Jorge Arriagada imzalı müziklerin senaryonun ve filmin biçimsel yaklaşımının aksine klasik bir macera filmi havasına ait olmasının seyredeni ters köşeye yatırdığı bir eser var karşımızda. Bu müzik çalışmasına ilave olarak Prokofiev’in 1, 2 ve 3 numaralı senfonilerini de kullanmış yönetmen ve etkileyici bir müzik bandına sahip olmasını sağlamış filminin. Görsel olarak da ne yazık ki yeterince başvurmadığı görsel oyunlar ile zaman zaman zenginleştirmiş filmini. Özellikle gölgelerin kullanımı hayli başarılı ve bu tür oyunlar açıkçası filmin canlanmasını da sağlamış. Ne var ki onca konuşma, seyircinin bir refleks olarak anlam üretmeye çalıştığı onca belirsizlik için her zaman yeterli olmuyor bu canlılık ve film bazı anlarda anlamsızlığın neden olduğu bir sıkıcılığa düşebiliyor. Bu sıkıcılık tuzağına düşmemek için belki de filmi birden fazla kez görmek ve bunu yaparken de romandaki Hazine Adası’nda değil, Raúl Ruiz’in yarattığı başka bir adada olduğumuzu kabullenmek gerekiyor. Burada başka bir “gerçeklik” var, rollerin değiştiği (çocuk ile yazarın birbirine girmesi veya aynı karakterlerin bir mahkum bir gardiyan olması gibi) bir gerçeklik bu. Belki de en iyi şöyle özetleyebiliriz bu tuhaf uyarlamayı: Kimsenin hazineyi umursamadığı bir Hazine Adası uyarlaması.

Hikâyenin bir kısmının geçtiği otelin her odasında çocuğun “Tanrı’nın gözü” diye adlandırdığı bir gözetleme deliği var ve otelin misafirleri buradan birbirlerini gözetleyebiliyorlar; farklı hikâyelere tanıklık edebiliyorlar eş zamanlı olarak. Kamera da işte sanki bunun gibi farklı karakterlerin gözü ile farklı (dolayısı ile farklı seyirci için farklı) hikâyeler anlatıyor bize, ama hikâyenin ne olduğuna değil hikâyenin kavram olarak kendisine önem vererek. Belki de başta planlanan sürenin yarısına düşmesi nedeni ile, ikinci yarısında pek toparlanamamış görünen film, evet tuhaf ve yorucu bir çalışma. Yine de özellikle Raúl Ruiz’i tanıyanların “ne” ile karşılaşacaklarını bilmelerinin rahatlığı ile ilgi göstermesi gereken ve keşif meraklılarının bir göz atmasının kesinlikle gerekli olduğu bir film bu… zaman zaman sıkılmayı da göze alarak üstelik.

(“Treasure Island” – “Hazine Adası”)