La Fille du 14 Juillet – Antonin Peretjatko (2013)

“İşe başladığımda bu heykelin 3000 yıllık olduğunu söylemişlerdi. İşe başlayalı 2 ay olduğuna göre, şimdi 3000 yıl, 2 ay yaşında olmalı”

Fransızlar’ın ulusal bayramı olan 14 Temmuz’da kaşrşılaşan bir kadın ve erkeğin arkadaşları ile birlilkte çıktıkları tatilin hikâyesi.

2013 yapımı film Fransız sinemacı Antonin Peretjatko’nun ilk uzun metrajlı filmi ve sanatçı senaryoyu da kendisi yazmış. Her anlamı ile tam bir “Fransız filmi” olan eser Yeni Dalga’dan sessiz sinemaya farklı sinema türleri veya “burlesk”ten “screwball”a farklı komedi türleri arasında gidip gelen, hayli değişik bir çalışma. Nispeten pek aşina olmadığımız oyuncuların rol aldığı film arsız ve uçarı komedisi ilgi toplayabilecek ama günümüz sinemasındaki komedinin dışında görünse de sinema tarihine yakınlığı olanlar için çok da yeni görünmeyebilecek bir eser. Diyalogları, zaman zaman absürt’e kayan hikâyesi ve göndermeleri ile Fransızlar’a çok daha komik geleceği açık olan film kusurlarına rağmen farklılığı ile ilgiyi hak ediyor öncelikle.

Peretjatko filmini Sarkozy ve Hollande’ın 14 Temmuz bayramlarındaki görüntüleri ile başlatıyor ama hızlandırılmış bu görüntüler ve özellikle seçilen kareler (örneğin tüm o üniformalı askerler) filmin havası ile ilgili ilk ipuçlarını daha ilk anlarda veriyor seyirciye. Fiziksel esprileri ve kimi sahneleme tercihleri ile sessiz sinemaya selâm gönderen film sık sık Fransız Yeni Dalga sinemasından da esintiler getiriyor karşımıza. Komedinin fiziksel olanından sözel olanına kadar uzanan geniş bir alanda da uçarı bir biçimde hareket ediyor hikâye. Yönetmen oyuncularını arada kameraya (bize) konuşturmaktan veya iç sesleri dinletmekten çekinmediği gibi, zaman zaman bir anlatıcı sahne içindeki karakterlerin tam o anda neler düşündüğünü aktarmaya da soyunuyor arada. Tüm bu tercihler tanım olarak ortaya “orijinal” bir görüntü çıkarabilir, eğer yenilikçi bir bakış ile ele alınabilirse ki filmimizin sıkıntısı tam da burada yatıyor. Hikâyesinin yeterince güçlü/çekici olmamasının da etkisi ile film tüm bu biçim ve içerik denemelerini bir türlü üst düzeye ulaştıramıyor. Kimi sözlü esprilerin yeterince doyurucu olmaması, neyse ki abartılmamış olsa da zaman zaman “erotizme göz kırpan yaz filmi” havasına bürünmesi ve absürt havanın gerekli gereksiz kullanımı filme ve seyircisine pek de yardımcı olmuyor açıkçası. Tüm bunlara rağmen ve bu eksik hali ile bile, film bir taze hava getirmeyi başarıyor karşımıza. Özellikle de Fransız sinemasına, Godard ve Truffaut’nun ilk dönem filmlerine aşina olanlar için çok daha doğru bir ifade bu. Genç adamı oynayan Grégoire Tachnakian’ın oyun stilinde, diyaloglarında ve vücut dilinde Truffaut’nun fetiş oyuncusu Jean-Pierre Léaud’un izlerini görmek veya genç kadını oynayan Vimala Pons’da Godard filmindeki Jean Seberg havasını yakalamak kesinlikle keyifli olacaktır sinefiller için. Ek olarak, filmin içerdiği toplumsal eleştiri/gözlem/analiz bir Fransız usta sinemacıyı, Jacques Tati’yi hatırlatabilir pek çok sinemasevere. Referans aldığı ve kimilerinin isimlerini sıralamaya çalıştığım tüm bu sinemasal unsurlar kadar orijinal ve güçlü olmasa da önemsenmesi gereken ve filmi zenginleştiren bir durum bu.

Oyuncularından özellikle Vimala Pons’un taze bir hava getirdiği film girişte belirttiğim gibi Fransızlara ek olarak seslenen ve entelektüel göndermeleri de olan bir çalışma. Sadece 14 Temmuz temasından bahsetmiyorum bunu söylerken. 1968 olaylarına, Jacques Audiard’ın “Un Prophéte – Peygamber” filmine, Racine ile Camus arasında seçim yapması istenen ama Çehov’u tercih eden karakterlerine ve 1789 Fransız devrimine kadar göndermelerle dolu bir hikâye bu. Tüm bunları yaparken de gerek açılış sahneleri ile gerekse sık sık hatırlattığı ekonomik kriz ile Fransa’nın bugünlerine de yer veriyor hikâyemiz. Evet, tümü yerli yerine oturmuyor bu göndermelerin belki ama Çehov hikâyelerinden fırlamışa benzeyen bir şekilde kar altındaki bir ormanda geçen sahnede olduğu gibi zaman zaman hayli keyifli anlara da kaynaklık ediyorlar. Özellikle bu sahne sanki 1960’larda çekilmiş bir Yeni Dalga filmini seyrettiğimiz duygusunu uyandırması ile ayrıca keyif veriyor.

Arada -amaçladığının aksine olumsuz anlamda- absürt bir görüntü sergileyen film özellikle oyuncularının performanslarından kaynaklanan dinamizmini çoğunlukla koruması, görüntü yönetmeni Simon Roca’nın başarılı çalışması ve daldan dala atlayan havası ile filmin “anarşist” havasına hayli iyi uymuş görünen soundtrack’i ile ayrıca ilgiyi hak ediyor. Özetle, daha fazla orijinal olmayı başaramasa da, farklı ve alçak gönüllü havası ile seyre değer bir film bu. Ayrıca açılıştaki Sarkozy ve Hollande’lı sahnelerin ülkemiz sinemasındaki karşılığının özellikle de günümüzde üretilmesinin mümkün olmadığını utançla hatırlayarak seyretmekte yarar var filmi.

(“The Rendez-Vous of Déjà-Vu” – “14 Temmuz’daki Kız”)

Tracks – John Curran (2013)

“Evren bize hayatı katlanılabilir kılan üç şey verdi: umut, şakalar ve köpekler. Ama köpekler en önemli olanı”

Dört deve ve bir köpek ile, Avustralya’da 3.000 km. uzunluğundaki bir çölü geçerek Hint Okyanusu’na ulaşan bir kadının hikâyesi.

Avustralya’lı Robyn Davidson’ın bu gerçek hikâyesi onun çok satanlar listesine giren ve film ile aynı adı taşıyan anı kitabından uyarlanmış sinemaya. Bu olağanüstü yürüyüşe sponsor olan National Geographic’te yayınlanan makalenin gördüğü ilgi üzerine yazılan kitabı zaman zaman belgesele yakın bir havada ve anlaşılan kitabın dili ile uyarlamış senarist Marion Nelson ve yönetmen John Curran. Çöl geçişi boyunca yakalanan müthiş görüntüleri, doğa ve insan uyumu/uyumsuzluğu üzerine düşündürdükleri ve yerli halkın (Aborjinler) kültürüne gösterdiği saygı dolu davranışı ile ilgiyi hak eden film, başroldeki Mia Wasikowska’nın başarısı ile de dikkat çekiyor. Belki belgesel havasının da etkisi ile bir parça heyecan/gerilim eksikliği yaşayan/yaşatan filmin bolca yer verdiği ve kadının çocukluğundan görüntülere tanık olduğumuz “flashback”leri hikâyenin ayrılmaz bir parçası yapamadığını ve belki de daha önemlisi, kadını yolculuğa sürükleyen dürtüleri yeterince izah edemediğini söylemek gerekiyor.

Davidson’un dokuz ay süren yürüyüşünü yolculuk boyunca kendisi ile zaman zaman buluşan National Geographic fotoğrafçısı Rick Smolan fotoğraflamış. Kapanış jeneriğinde tanık olduğumuz bu fotoğraflar (ki filme ilham verdiği belirtiliyor bu fotoğrafların) hem filme zarif bir kapanış sağlıyor hem de seyrettiğimiz hikâyenin gerçekliğini bir kez daha hissettiriyor. Oldukça zorlu bir yolculuk bu ve film bize kahramanımızın bu yolculuğa çıkış nedenini yeterince iyi anlatamasa da belgesel tadı ile siz de hissediyorsunuz tüm zorlukları. Tam burada şunu da eklemek gerekiyor ki film bir türlü bir “heyecan” yaratamıyor seyredene; çölün sıcaklığına rağmen yeterince ısıtamıyor seyirciyi kendisine. Bunda belgesel havasının yanısıra senaryonun da payı var sanırım. Çöl yürüyüşü boyunca kadının yaşadıkları (pusulanın veya develerin kaybolması, kum fırtınası, bir ailenin evinde geçirilen kısa bir keyif anı vs.) sanki kitaptaki ilgili bölüm hikâyenin bütünselliği veya akışı düşünülmeden perdeye aktarılmış gibi duruyor ve böyle olunca da bölümlerin bu adeta bağımsız havası hikâyenin sürükleyiciliğini olumsuz yönde etkiliyor. Yönetmen John Curran’ın sık sık flashback’lerle kadının annesini kaybettiği zamana geri dönerek bize tam olarak ne demek istediğini anlamak da biraz zor açıkçası. Bir trajedi yaşamış kahramanımız ama bunun çıktığı yolculuk ile bir bağlantısı kurulmuyor (ve muhtemelen de yok) ve tanık olduğumuz kadının hayatı değil, onun yolculuğunun hikâyesi olduğuna göre tüm bu sahnelerin anlamlı bir işlevi yok gibi görünüyor.

Garth Stevenson’ın hikâyeye yakışan ama çölün sessizliğine aykırı düşecek kadar her boşlukta ve bolca kullanılan müziği eşliğinde anlatılan hikâyenin Robyn Davidson’ın doğaya, hayvanlara, etnik kültürlere bakışını yeterince doyurucu olmasa da yansıtabildiğini söylemek gerekiyor. Bunu yaparken, filmin gereksiz ve yapay bir egzotizm tuzağına düşmemesini ve objesi olan insanları ve kültürleri sömürmemesi de takdiri hak ediyor. Bu bağlamda çöldeki vahşi develerle karşılaşma ve “yapmak zorunda olunanı” yapma sahnesinin yalın ve gerçekçi havası ile kesinlikle hayli etkileyici olduğunu söylemek gerekiyor. 1977 Nisan ayında başlayan ve dokuz ay boyunca süren yolculukta “tamamen kendi başına kalmak” isteyen kadının aslında çok da yalnız olmadığına da (aborjinlerden alınan rehberlik desteği, aralarında duygusal bir bağ da gelişen fotoğrafçının farklı destekleri, ıssız bir yerdeki evlerinde konaklanan yaşlı bir karı koca vs.) tanık olduğumuz hikâyenin görüntüleri filme zaman zaman -gerçekten ihtiyacı varmış gibi görünen- bir dinamizm kazandırma gibi bir işlevi de yerine getirmiş. Mandy Walker imzalı görüntü yönetimi belki arada çarpıcılığın peşine düşüyor ama genel olarak yolculuğu ve çölü hissetmekte seyirciye yardımı olan en önemli öğesi filmin. Başroldeki Mia Wasikowska senaryonun yardımını her zaman alamasa da hem soğuk hem sert, hem yalnızlığı isteyen ama yolculuğunun bir noktasında yalnızlıktan mutsuz da olan karakterini gerçekçilikten hiç ayrılmadan karşımıza getiriyor ve fiziksel ve ruhsal boyutları olan rolünü her iki açıdan aynı derecede başarı ile canlandırıyor.

Robyn Davidson kitabını ve John Curran da filmi Doris Lessing’in kadınların özgürlüğü temasını da içeren “The Golden Notebook” adlı kitabından alınan bir cümle ile açıyor: “Anna çölü geçmek zorunda olduğunu biliyordu”. Davidson’un cesaret gerektiren bu uzun yolculuğunun Avustralya’da feminizm hareketlerinin hızlandığı bir döneme denk geldiğini de düşünürsek, filmdeki kadın bağımsızlığı ve özgürlüğü havasını anlamlandırmak daha kolay oluyor. Tek başına ve gerekçesini de izah etme gereği duymadan çıktığı bu yolculuk boyunca yaşadıkları ile, kadının erkeğin “iktidarı” altında olmadan ve kendi başına yapabileceklerinin bir kanııtını göstermeye soyunduğunu söylemek mümkün belki de. Bu tema ile kontrast yaratan ise bir yaşlı Aborjin’in “kadınların kesinlikle yapmaması gerekir” diyerek kahramanımızın bir eylemine engel olması ve hatta kadının da daha sonraki bir sahnede bunu hatırlayarak kendisini tutması oluyor ama film bunun üzerinde nedense hiç durmuyor. Oysa modern toplumun kadını kısıtlayan yanlarından bir kaçış olarak da düşünülecek bir yolculukta karşılaşılan bir kadim kültür kısıtlaması hayli çekici bir zıtlık yaratabilirmiş film için.

Wasikowska’nın hemen her karesinde göründüğü ve doğal olarak damgasını vurduğu filmde yaşlı bir Aborjin’i canlandıran Rolley Mintuma’nın da küçük rolündeki doğallığı ile dikkat çektiğini, John Curran’ın klasik sinema dilinin ve kurguyu üstlenen Alexandre di Francesci’nin çalışmasının hikâyeye bir zarafet kattığını da ekleyelim ve insanlardan sıkılan kadının bu macerasının asıl çekiciliğine televizyon filmi havasında ilerleyen ilk bölümlerinden sonra kavuştuğunu söyleyelim son olarak.

(“Çöldeki İzler”)

Mr. Nobody – Jaco Van Dormael (2009)

“Daha önce, sonuçlarının ne olacağını bilmediği için karar veremiyordu. Şimdi, ne olacağını bildiği için karar veremiyor”

Bir istasyonun platformunda, ayrılan anne ve babasından hangisi ile yaşamak istediğini seçmek zorunda olan bir çocuğun aldığı/almadığı kararın sonuçlarının hikâyesi.

Belçikalı yönetmen Jaco Van Dormael’den Belçika, Kanada, Almanya ve Fransa ortak yapımı, senaryosunu da kendisinin yazdığı bir film. Yaşlılıktan ölümün yok olduğu bir dünyadaki son “ölümlü” olan 118 yaşındaki bir adamın çocukluğunda aldığı (veya almadığı) bir kararın sonucunu anlatan hikâye, bunu yaparken de temadan temaya zıplıyor ve sicim kuramından (string theory) kadere, kelebek etkisinden (butterfly effect) hafızaya, aşktan ölümsüz bir hayata ve daha çok pek temaya aynı derecede bir yoğunlukla el atıyor. Zaman içinde serbestçe hareket eden adamın kesinlikle ilgiyi hak eden bu hikâyesi özellikle görselliği ile sınıfı geçen bir çalışma. Filmin baş karakterlerinin farklı yaşlardaki hallerini paralel olarak gösteren akışından dolayı zaman zaman karışık bir hâl aldığını ve onca farklı tema arasında zaman zaman dağıldığını da söylemek gerekiyor.

Kahramanımızın adı Latincede hiç kimse (filmin de adı olan “Nobody”) anlamına gelen Nemo ve hikâye zaman zaman onun 2092 yılındaki 118 yaşındaki halini gösterirken, kendisini “Hiç Kimse” (Nobody) olarak tanımladığını söylüyor bize. Bay Hiç Kimse dünya üzerinde kalan son ölümlü insan olarak herkesin ilgisini üzerinde topluyor ve doğal yolla ölmeye terk edilsin mi yoksa ömrü uzatılmaya çalışılsın mı diye oylamalara konu oluyor. Bilim kurgudan masalsı bir havaya, trajedilerden romantizme farklı havalarda ilerleyen ve arada bunların bir kısmına birden aynı anda sahip olan filmin bu bilim kurgu yanından söz etmeli belki de öncelikle. Konusu itibarı ile zaten “fantastik” bir yanı olan hikâyeye bir de bu bilim kurguyu eklemenin artıları (en başta filmin görselliğine katkısı olmak üzere) kadar eksileri de (yeterince yoğun olan hikâyeye bir boyut daha eklemenin neden olduğu karışıklık ve dağınıklık gibi) olmuş kesinlikle. Hiç kimsenin sadece yaşlandığı için ölmediği bir dünya bambaşka bir filmin konusu olmayı tek başına hak ediyor ve sinemada bunun örnekleri de var ama buradaki gerekliliği kesinlikle tartışılır. Nemo’nun kararları (ya da kararsızlığı) ile nedeni ile yaşadığı üç farklı aşk hikâyesi, kelebek etkisinden güvercin hurafesine (pigeon superstition: bir kafesteki güvercinin kanatlarını çırptığı için yemliğin açıldığını sanmasına neden olan bir deney) çeşitli teorilerin meraklılarını memnun edecek unsurları ile de dolu bir film bu. Bebeklerin doğmadan önce ailelerini seçtikleri ve sahip oldukları geleceği görme yeteneğinin doğumdan önce dudaklarına dokunan melekler tarafından alındığını da (ki kahramanımız meleklerin kendisine dokunmayı unutması nedeni ile bu yeteneğini koruyor ve tüm karar/kararsızlık hikâyeleri de bu yeteneğinin sonucu gelişiyor) söylüyor filmimiz.Tüm bunlar filmin epey yoğun görünmesine ama ondan daha önemli olarak dağınıklıktan her zaman kendisini sıyıramamış olmasına neden oluyor. Özetle, bunca farklı tema, birbirini destekleyen ama öte yandan da tekrar hissi yaratan içerikleri ile filmin hem süresini hayli uzatmış hem de hikâyelerin ayrı kanallardan ilerlemesine neden olmuş.

Yönetmen Jaco Van Dormael ve görüntü yönetmeni Christophe Beucarne’ın görsel yeteneği sıkı bir alkışı hak ediyor ve yukarıda belirttiğim dağınıklığın da her zaman olmasa bile üstünü örtmeyi başarıyor. İnsanların kedi veya köpek yerine domuz beslediği ve sekse ihtiyaç duyulmadığı için ortadan kalktığı 2092 dünyasının görüntülerinden kahramanımızın çocukluğunda karşılaştığı üç küçük kızın her biri ile onu seçmesi durumunda yaşayacağı hayatın farklı renk tonlarında anlatılıyor olmasına (kızların karşılaşma anındaki elbiselerin renklerinin egemen olduğu bir ton bu), istasyondaki seçim sahnesinden bir kelebeğin veya bir yaprağın neden olduğu olaylar zincirine görsellik hep üst düzeyde seyrediyor. Adam, eşi ve iki çocuğunun aynı yatakta görüntülendiği kareden yumurta kaynatılırken çıkan buharın yağmura dönüşüp düştüğü bir kağıt üzerindeki yazıyı silmesine kadar hep akıllıca, belli bir şıklık ve zarafet ile oluşturulmuş bir görsellik bu. Klasik müzikten popun kimi klasiklerine pek çok eser de zenginlikleri ve hikâyenin atmosferine uygunluğu ile kulakları dolduruyor kesinlikle ve görsellikteki başarının işitsel alanda da yakalanmasını sağlıyor.

Kader ile özgür iradenin karşılaştırıldığı, daha doğrusu seyircinin bu karşılaştırmayı yapmaya davet edildiği film satrançtaki zugzwang’a (oyun sırası kendisinde olan bir oyuncunun ne hamle yaparsa yapsın bundan zarar göreceği ve bu nedenle en iyi hamlenin hamle yapmamak olduğu bir durumun adı) doğrudan göndermede bulunarak bazen karar almamanın en iyisi olduğu ama aslında karar almamanın da bir karar olduğu (veya tıpkı satrançtaki gibi bir karar almak(hamle yapmak) zorunda olunduğu) üzerine seyirciyi düşünmeye davet ediyor ve sorular sormasını istiyor, bu soruların cevabını ise çoğunlukla kendisi vermiyor. Susan Shipton ve Matyas Verres’in karışık akan bir hikâyenin kurgusunu ustalıkla yaptığı ve bizi bir sahneden diğerine hemen hiç aksamadan taşıdığı film sadece ilk on beş dakikası içinde bile kahramanımızı farklı yaşlarda, farklı hayatlar sürerken göstererek biraz “yorucu” bir giriş yapıyor ama ufak bir “sabır” ile atlatılabilecek ve atlatılması gereken bir durum bu. Bundan sonra yavaş yavaş hikâye(ler) yerine oturuyor (dağınıklık ile birlikte, ne var ki) ve neyin ne olduğu/olmadığı anlaşıldıkça da filme ısınmak kolaylaşıyor ve seyirci özellikle de teknik açıdan ödüllendiriliyor sonrasında. Örneğin, on beş yaşında ve annesi ile yaşayan kahramanın odasından evin dışına çıkan ve gösterdiği evin resmini babası ile yaşadığı evdeki bir masa üzerindeki kartpostala dönüştüren çekim gibi sinemanın büyüsünü yansıtan tercihler kesinlikle her sinemasever için bir ödül olsa gerek. Filmin bir başka başarısı olarak da sadece zekâ oyunlarının ve teknik becerilerin peşinde koşanlara değil, hikâyede duygu arayanlara da hitap edebilme becerisi gösterilebilir.

Kahramanımızın on beş yaşındaki halini canlandıran Toby Regbo başta olmak üzere tüm kadrosunun başarıları ile dikkat çektiği film kusurlarına takılmadan seyredilmeyi hak eden bir çalışma. İçerik (tüm o zaman/mekan konuları, kader/seçim çatışmaları, kelebek teorisi vs.) tüm zenginliğine rağmen yeterince yeni görünmese de, bu içeriği aşan teknik zenginliği ile yine de önemli bir film.

(“Bay Hiç Kimse”)

Buhara Cellâtları – Sadreddin Ayni

Varlık Yayınları’nın düşük fiyatlı ve cep kitabı boyutunda bastığı ve bir, belki de birden fazla kuşağın okuma sevgisinin oluşmasında önemli unsurlardan biri olan seriden bir kitap. Tacikistanlı yazar Sadreddin Ayni’nin bu kitabı bir uzun hikâye (“Buhara Cellâtları”) ve bir kısa romandan (“Tefecinin Ölümü”) oluşuyor. Çoğunlukla Özbekistan’ın Buhara şehrinde yaşayan yazarın bu iki eserinin konusu da Özbekler arasında geçenleri anlatıyor bize. Bugün Tacikistan’ın ulusal şairi kabul edilen yazarın bu iki eserinin her biri hemen hep bir anlatıcının anlattığı ve çoğunlukla birbiri ile doğrudan ilgili olan ama kimileri de adeta bir meddahın anlattığı teması ortak ama karakterleri farklı hikâyeciklerden oluşuyor.

“Buhara Cellâtları” 1918 yılında ve zalim bir emir tarafından yönetilen ve zulmün, hırsızlığın, rüşvetin ve cinayetlerin egemen olduğu bir Buhara’da geçiyor. Devrimden sonra, 1920 yılında Kızıl Ordu’nun Sovyetler’e katmasından önceki Buhara Emirliği’nin resmini hayli sert ve katı çizgilerle ve her gün yüzlerce kişiyi öldüren ve sonra ortadan kaldıran cellatlar üzerinden anlatıyor yazar. Bunu yaparken de ortak temalar etrafında (zulüm, şeriat baskısı, dinsel yozlaşma, adaletsizlik, halkın sömürüsü vs.) dönen farklı hikâyeleri cellatların ağzından aktarıyor bize. Ayni’nin devrim taraftarı olduğu ve 1920’li yıllarda devrimin halk arasında benimsenmesi için çalıştığını düşününce, hayli olumsuz çizilen bu Buhara resminin devrimin neden gerekli olduğunu anlatmak gibi bir işlevi olduğunu söylemek mümkün. Tıpkı “Tefecinin Ölümü” adlı kısa romanda olduğu gibi Ayni’nin yazılı bir edebiyattan belki daha da fazla sözlü bir edebiyata yakın durduğunu söyleyebiliriz sanırım bu ilk hikâyede. Bir başka deyişle adeta bir hikâyecinin etrafına topladığı insanlara anlattığı ve kesinlikle “Doğu kültürü” esintisini taşıyan hikâye(ler) bunlar. Birbirlerine benzerlikleri nedeni ile zaman zaman tekrar havası yaşatsa da ve yazarın bir “mesaj” kaygısının olduğu kendisini sık sık hissettirse de Doğu’nun havasını taşıyan satırlar kesinlikle bir çekicilik taşıyor.

“Tefecinin Ölümü” adlı kısa roman ise ilk esere göre tek bir karakter etrafında dönüyor olması, daha doğrusu tek bir ana hikâyeye sahip olması ile farklılaşıyor ama burada da bu ana hikâyeden daha kısa olsa da ikinci bir ana hikâyeye yer vermiş yazar ki kesinlikle ayrı bir hikâye olabilirmiş bu. Bu kez bir tefeci karakteri üzerinden, yine devrim öncesindeki Buhara’da adaletin nasıl yozlaştığını ve zenginlerin ve idarecilerin halkı nasıl sömürdüğünü anlatıyor yazar ve atla karlı bir havada yapılan bir yolculuğu anlattığı bölüm dışında yine daha çok karşısındakilere mesajı olan/ders çıkarılacak hikâyeleri anlatan bir kişi edası ile oluşturuyor satırlarını.

Doğu’nun esintilerini taşıyan bu iki ayrı eserin karşımıza getirdiği yönetici ve sistem tasvirinin bugün belki biçimsel olarak farklı ama özünde aynı olan problemleri hatırlattığını da söylemek gerekiyor. “Doğu”nun makus talihindeki baskıcı yönetimler ve din sömürüsü örneğin, bugün de aynı sıcaklığı ile hayatımızda değil mi?