Four Brothers – John Singleton (2005)

four-brothers“Belanın kapısını uzun süre çalarsan, er ya da geç cevap veren biri çıkar”

Öldürülen annelerinin cenazesi için bir araya gelen dört kardeşin intikamlarının hikâyesi.

David Elliot ve Paul Lovett’ın senaryosundan John Singleton’un çektiği şiddet dolu bir aksiyon. Evlat edinilen dört çocuğun annelerinin cinayetinin arkasında kimlerin olduğunu bulmaya çalışmasını ve kendi yöntemleri ile cezalandırmasını anlatan film, hayli sert sahneleri, kimi başarılı oyunculukları, kurgu ve temposunun başarısı ile dikkat çeken ama baştaki vaatkâr girişinin ardından özellikle ikinci yarısında süratle geniş kitlelerin beğenisine uyacak bir biçim ve içerik benimsemesi ve hikâyesinin çekiciliğini yitirmesi ile başarı seviyesini epey düşüren bir çalışma. Hikâyenin “erkek egemen” anlayışı ve anne dışındaki kadın karakterlerinin derinlikten uzak halleri ise oldukça rahatsız edici kesinlikle.

Film, Henry Hathaway’in 1965 tarihli ve gerçek bir olaydan esinlenen western’i “The Sons of Katie Elder – Kötü Evlât” adlı filminden yola çıkılarak çekilen ama olay örgüsünün hayli değiştirildiği bir çalışma. John Singleton’un bir başka filmden esinlenen bu filminin 2007 yılında ve bu kez Hint yapımı olarak “Big B” adı ile Amal Neerad tarafından yeniden çekildiğini de hatırlatalım. Kimsesiz çocuklara aile bulmakla uğraşan ve başka kimse evlat edinmediği için kendisinin evlatlık olarak aldığı dört çocuğun yıllar sonra öldürülen annelerinin cinayetinin arkasındaki gerçeği keşfetmeye çalışmasını anlatan hikâyenin bu özeti doğal bir çekicilik barındırıyor aslında. Ne var ki Singleton’un filmi şiddet ile o denli doldurulmuş ki annenin varlığı, sevgi ve iyilik üzerine kurulu hayatının sıcaklığı tüm o sertliğin içinde hayli eğreti ve yapay duruyor; öyle ki bu nedenle oldukça zorlama görünen sahneler sanki başka bir (ve duygusal) filmin parçasıymış gibi hissettiriyorlar kendilerini. Belki filmin yaratıcıları şiddet ve sertlik dolu sahneleri intikam duygusunu haklı göstermek için tercih etmişler ama hikâyenin bu hali başka bir şeyi işaret ediyor: Şiddetin seyirci üzerinde etki yaratmak için özellikle tercih edildiğini. Açıkçası Singleton şiddetin tadını çıkarıyor ve seyircinin de çıkarmasını istiyor gibi görünüyor.

Hikâyenin bir diğer sorunu ise erkekler için çekilmiş ve erkeksi bir dünyayı anlattığını hiç çekinmeden sergilemesi sürekli olarak. Kadınlardan sadece anne ve hayli idealize edilerek gösterilirken, diğer kadınlar (örneğin biri kardeşlerden birinin eşi, biri de bir diğerinin sevgilisi olan iki kadın) hayli zayıf, can sıkıcı veya talepkâr olarak gösteriliyorlar. Eş olan kadına tarafsız davranılan tek sahne kadının iki çocuğu ile ilgilendiği, bir başka deyişle anne olduğu bölüm. Hikâyenin bu kadın düşmanlığının en iyi örneği ise, bir mafya liderinin kocasını aşağılamasına karşı çıkan (bir “kadın” olarak karışmaması gereken bir işe bulaşan bir başka deyiş ile) bir kadının cezalandırıldığı sahne. Diğer tüm kadınlar da sadece erkeklerin yanında bir süs ve temel olarak seks için varmış gibi görünüyorlar. Dört kardeş, yani erkekler ise cesur, esprili ve becerikliler; evet serserilikleri oluyor ve hapise de girip çıkmışlar ama o denli iyiler ki rahatsız etmiyor bu bizi. Bu erkekler kişisel intikamlarını alırken, polis elbette beceriksiz, elbette başarısız ve böyle olunca da hikâye kişisel çözümü (kendi adaletini kendin sağla!) destekleyen bir hava taşıyor ve zaten finalde de “takdir” görüyorlar.

İçeriği hayli sorunlu filmi Singleton teknik becerisi ile ayakta tutuyor ama. Kimi sadece birkaç saniye çalınan tüm o şarkılar (onlarca rock ve soul klasiği) filmin temposuna ve atmosferine uyumları ile ayrıca önem taşıyorlar. Bruce Cannon ve Billy Fox’un kurgusu tempoyu hiç düşürmeden ve sahnelerin ruhuna çok uygun biçimde oluşturulmuş ve hikâyenin yağ gibi akıp gitmesini sağlıyor. Peter Menzies Jr.’ın görüntüleri de, özellikle kar fırtınasındaki takip sahnesinde kendisini gösterdiği gibi kesinlikle başarılı ki bu sahne filmin de doruk noktası bir bakıma. Ne var ki bu başarı hikâyenin kofluğunu ve yanlışlığını örtemiyor. Singleton’un sokaktaki gerçek hayatı aktarmaktaki becerisi önemli bir kısmı doğaçlama olan diyaloglara yansısa da hikâye diğer anlarında çok sık aksıyor. Yabancı birisinin önünde, sevgilisinin cebinde bulduğu prezervatifin hesabını soran kadın sahnesi örneğin komik olmaya çalışırken sadece çok rahatsız ediyor; tabii eğer bu sahnenin amacı kadınların çekilmezliğini göstermek değilse. Uzun süredir görüşmeyen ve biri dışında anneleri ile pek de ilgilenmiş görünmeyen dört kardeşin süratle ve tekrar bir “aile” olması veya finalde kardeşlerden birinin hikâyenin kötü adamı ile bire bir dövüşü gibi saçmalıkları da atlamamalı. Oyuncuların işlerini yaptığı ama özellikle Terrence Howard, Mark Wahlberg ve Andre Benjamin’in öne çıktığı ve David Arnold imzalı müziğin de dikkat çektiği film şükran günü yemeği ve tek planda çekilen ve üç kardeşin banyoda konuşmalarını gösteren sahnelerini çoğaltabilseymiş çok farklı bir yöne kayabilirmiş ama Singleton sıkılan kurşunların ve dökülen kanın peşinden gitmeyi tercih etmiş.

(“Dört Kardeş”)

The Spikes Gang – Richard Fleischer (1974)

The_Spikes_Gang“Ben de arkamda çok ölü veya ölmekte olan adam bıraktım. Onları bana seslenirlerken terk ettim. Yapman gereken kulaklarını ve gözlerini kapamak ve koşabildiğin kadar hızlı koşmaktır. Siz çocuklar biraz daha büyük olsaydınız ve bu işin içinde daha uzun süredir olsaydınız, hayatta kalmanın tek yolunun bu olduğunu bilirdiniz”

Evlerini terk ederek yeni bir hayatın peşine düşen üç küçük kasaba gencinin bir kanun kaçağı ile karşılaşmalarından sonra değişen hayatlarının hikâyesi.

Giles Tippette’in “The Bank Robber” adlı romanından uyarlanan bir film. Senaryosunu Irving Ravetch ve Harriet Frank Jr.’ın yazdığı western türündeki filmi Richard Fleischer yönetmiş. Romanın adı Lee Marvin’in keyifli biçimde oynadığı banka soyguncusuna odaklanırken, film adının da vurguladığı gibi üç gencin atıldıkları macera ile değişen hayatlarına ve bu banka soyguncusu ile ilişkilerine eğiliyor ağırlıklı olarak. Fleischer’ın klasik ama bir parça fazla düz bir sinema dilini tercih ettiği film, tam olarak tarzını da oturtamamış görünüyor ve bir gençlik filminden western’e veya yumuşak bir atmosferden çok sert bir havaya sık sık kayarak seyircinin ilgisini de dağıtıyor. Yine de Marvin’in ve genç maceracıları canlandıran üç oyuncunun (Gary Grimes, sinema kariyerine sonraki yıllarda yönetmenliği de ekleyen Ron Howard ve Charles Martin Smith) başarılı oyunculukları, Grimes’ın canlandırdğı karakterin babası ile sevgi ve nefret içeren ilişkisi üzerinden western türüne getirilen yeni bir duygu ve bir “baba arayışı” gibi çekici bir temanın varlığı ile ilgiyi hak ediyor bu film.

Bir banka soygunundan sonra kaçarken vurulan bir adamı yaralı olarak bulan ve ailelerinden gizli olarak onunla ilgilenen ve kendini toparlayıp kaçmasını sağlayan üç genci anlatıyor film temel olarak. Üç gençten diğerlerinin arasında doğal bir lider gibi davranan gencin babası ile sorunlu bir ilişkisi var (kemer ile dövülerek cezalandırılıyor örneğin) ve bir diğerinin de benzer bir problemi olduğunu bir konuşmasından anlıyoruz. Bu gençler karşılarına çıkan kanun kaçağını bir baba figürü yerine de koyuyorlar pek de farkında olmadan ve onun yaşam şekli ile vaat ettiği “özgür yetişkin hayatı” için evlerinden kaçarak kanun dışı bir hayatın parçası oluyorlar. Aslında baba arayışı ile zenginleştirilmiş bu büyüme hikâyesi western türü ile birlikte düşünüldüğünde sıkı bir potansiyel vaat ediyor. Ne var ki ne senaryo bu potansiyeli gereğince değerlendirebiliyor ne de Richard Fleischer filme çekicilik sağlayacak bir katkıda bulunabiliyor. Gençlerin ilk suçlarını işlemeleri gibi önemli bir anı yeterince ikna edici bir şekilde karşımıza getiremeyen ve hikâyenin inandırıcılığını zedeleyen senaryo hafif bir komedinin hemen arkasından sert bir sahneye yer vererek, trajik bir sona doğru ilerlediği açık olan bir hikâyeye sık sık gereksiz bir hafifliği olan sahneler yerleştirerek ve dramatik gerilim anlarını çekici şekilde inşa edemeyerek başarı çıtasının altında kalıyor çoğunlukla ve Fleischer da bu sorunlu senaryonun kusurlarının üzerini örtecek bir dinamizm yaratamıyor ve film bir türlü seyirciyi etkisi altına alamıyor.

Gerçek babaya duyulan sevgi ve nefret, yeni “baba”nın ihaneti, gereğinden erken büyümeye kalkan gençlerin trajedisi veya özgürlük arayışı gibi çekici temaları var filmin yeterince derinlikli işlenememiş olsa da ve ya hak ettikleri kadar üzerinde durulmamaları ya da vurgularının görsel olmaktan çok sözel olmaları (görsel olduğunda da monoton bir görsellik içinde kaybolmaları) nedeni ile bu temalar dikkat bile çekmiyor zaman zaman. Bu kusurlarına rağmen dört oyuncusunun karakterlerine çok iyi oturan oyunculukları, Fred Karlin’in başarılı müziği ve western setlerinin doğal çekiciliği sayesinde ilgi toplamaya aday yine de bu film.

(“Demir Mızraklılar”)

Godzilla – Gareth Edwards (2014)

godzilla“İnsanoğlunun küstahlığı, kendisinin doğanın kontrolünde değil, doğanın onun kontrolünde olduğunu sanmasıdır”

Tüm dünyayı tehdit eden dev canavarlar ve belki de onlara karşı insanoğlunu koruyacak olan “Godzilla”nın hikâyesi.

İlk kez 1954 yılında, Ishirō Honda’nın Japonya yapımı “Gojira” adlı filmi ile sinema dünyasına giren dev canavar Godzilla için bu filmden altmış yıl sonra çekilen bir ABD – Japonya ortak yapımı. Dave Callaham’ın hikâyesinden Max Borenstein’ın senaryosunu yazdığı ve Gareth Edwards’ın yönettiği film bu popüler canavarı görkemli bir şekilde tekrar sinemaya taşımayı hedefleyen ve devam filminin planlandığı ve getirdiği gişe geliri düşünülürse bu hedefi de tutturmuş görünen bir çalışma. Devasa setler ve bilgisayar destekli ve göz alıcı efektler filmi bu türden hoşlananlar için hayli cazip bir konuma oturtuyor kuşkusuz. Eğer meraklısı değilseniz bu türün, filmin nerede ise hikâyesizliği ve genel olarak yüzeyselliği pek de mutlu etmeyecektir açıkçası. Başroldeki Aaron Taylor-Johnson’un oyunu kadar düz ve ruhsuz aslında film; ne var ki bu problem tüm o efektlerin ve setlerin büyüsüne kapılmayanlar için bir anlam ifade ediyor. Diğerleri ise, keyifle tadını çıkarabilirler filmin.

Gozdilla daha önceki filmlerde veya çizgi romanlarda kimi zaman zararlı bir canavar, kimi zamansa bu “canavar” özelliğini korumak ve tehditkâr havasını muhafaza etmekle birlikte insanlık için faydalı şeyler de yapan bir varlık olarak gösterilmiş. Bu filmde ise, Godzilla işte bu ikinci türden bir hikâyenin kahramanı oluyor ve insanoğlunu yok olmaktan kurtarmaya soyunan bir canavar rolüne bürünüyor. Hikâyedeki bir Japon bilim adamının deyişi ile, doğanın düzenini ve dengesini tekrar kurma gücüne sahip olan Godzilla nükleer testlerin sonucunda tekrar canlanan bir tarih öncesi yaratık özet olarak. Bu çıkış noktası hikâyenin atom bombasının dehşetini yaşamış ilk ve tek ülke olan Japonya kaynaklı olmasını da açıklıyor aslında ve bu çevreci ve barışsever tema filmin hikâyesinde kesinlikle yerini bulmuş, alkışlanması gereken bir husus olarak. Bu açıdan bir problemi yok hikâyenin ama açıkçası ortada bir hikâye olduğu hayli tartışmalı. 1954 yapımı ilk Godzilla filminin yönetmeni Honda’nın söylediği “Canavarlar doğuştan çok uzun, çok güçlü ve çok ağırdırlar ve bu da onların trajedisidir” sözündeki derinliğin hayli uzağına düşüyor film ve ne Godzilla’nın ne de yok olmanın kıyısına kadar gelen insanın trajedisini geçirebiliyor seyirciye. “Çiftleşmek isteyen” iki dev canavar ile onların neden olduğu yıkımı engelleyebilecek tek güç olan Godzilla’nın savaşını anlatıyor hikâye ve tüm diğer karakterler de (insanlar bir başka deyiş ile) bu hikâyede nerede ise sadece bir figüran vazifesi görüyorlar. İnsanların ne yaşadığı sadece görkemli yıkım sahnelerinin malzemesi olunca, filmin canavarlara odaklanmasını bekliyorsunuz en azından ama orada da yönetmenin tercihinden kaynaklanan ciddi bir sıkıntı var. Yönetmen Gareth Edwards’ın filmi çekerken Speilberg’in 1975 yapımı “Jaws – Denizin Dişleri”nden esinlendiği söylenmiş ve canavarın göründüğü zamanlardan çok görünmediği zamanlarda hissettirdiği varlığı ile korkutucu olmasını hedeflemiş ve buna uygun olarak sahneye geç çıkartmış onu. Ne var ki Spielberg’in filminde müthiş bir sonuç yaratan bu tercih burada pek de işe yaramış görünmüyor. Buna Godzilla sahnelerinin tamamının gece karanlığında geçmesini de ekleyince ortaya pek de korkutan veya gerilim yaratan bir atmosfer çıkmıyor maalesef.

Filmin başında kısaca görünen ve sonra ortadan kaybolan (öldüğü için) bir karakteri oynamaya Juliette Binoche’u yönetmen Edwards’ın mektubu ikna etmiş ama açıkçası bu sıradan ve kısa rolde herhangi bir oyuncu yer alabilirmiş görünüyor. Aslında sadece bu rol değil, diğer hiçbir karakter öne çıkmıyor hikâyede çünkü hiçbiri “çizgi romanın iki boyutluluğu”ndan kurtaramamış kendisini. Senaryo onları bir klişe cümleden diğerine, bir klişe sahneden diğerine atarken, bu karakterleri canlandıran oyunculara da pek iş düşmemiş. Bunun sonucu olarak başta başroldeki Aaron Taylor-Johnson olmak üzere, oyuncular kendilerini hemen hiç sıkmadan oynamışlar. Johnson’un bir trende geçen ve hikâyeye hiçbir katkısı olmayan (evet, klişe bir “son anda küçük bir çocuğu kurtarma” sahnesine kaynaklık etmek gibi bir işlevi var ama bu da zaten senaryonun yüzeyselliğinin örneklerinden biri sadece) sahneden binlerce insanın olduğu bir karmaşanın içinde birbirlerini hemen buluveren karakterlere (evet, böylece film bize umut ve gözyaşı sunmuş oluyor!) kadar sıkıntılı bir senaryo bu ve hikâyesinin insanlarla ilgili boyutunu ciddiye almayı hayli zorlaştırıyor. Yönetmen de oyunculukları pek dert etmiş görünmüyor zaten; Ken Watanabe’nin tüm sahnelerinde “dehşet içinde bakan adam” ifadesi ile oynamasının açıklaması da bu olsa gerek.

Alexandre Desplat’ın başarılı müziğinin dikkat çektiği film çekici açılış jeneriğinde şık ve esprili bir şey yapıyor ve hikâye ile ilgili kimi sırları/açıklamaları çok kısa bir süreliğine gösterip, sonra yok ediyor. Meraklısı buralarda ne yazıldığını buradan bulup okuyabilir. Bu şık hareketin dışında filmi canavar aksiyonu olarak tanımlamak ve bu tanımın içini dolduduğu kadarı ile takdir etmek ve seyretmek gerekiyor. Sonuçta çarpıcı ses ve görsel efektler, canavar tasarımları ve setleri ile filmin bu alanlardaki etkileyiciliği ortada. Canavar kahramanı ile insan kahramanı arasında hemen hiçbir ilişki kurmayan senaryoyu ciddiye almaya ise hiç gerek yok.

Patron Duymasın – Zeki Alasya (1985)

Patron Duymasin“Susunuz Galip Bey ve söyleyeceklerimi dinleyiniz. Sen seks düşkünü, egoist, yalancı, ikiyüzlü, insanları ezmekten hoşlanan, sadist, asalak ve kötü bir faresin”

Aynı gün işe başlayan iki adamın işyerlerindeki zalim ve üçkağıtçı patronlarına karşı giriştiği mücadelenin hikâyesi.

Colin Higgins’in 1980 tarihli “9 to 5 – 9’dan 5’e” adlı filminden yapılan bu uyarlama (elbette izinsiz bir uyarlamadan söz ediyoruz), hikâyenin Zeki Alasya ve Metin Akpınar ikilisine göre şekillendirildiği ama orijinal filmin ana hatlarının korunduğu bir çalışma. Diğer Zeki – Metin filmlerine göre farklılaşabildiği anlar da işte bu orijinalinden aynen apartılmış görünen sahneler açıkçası. İkiliden Metin’in ve özellikle de Zeki’nin yine o klasik mimikleri ile oynadığı filmde oyunculuğu ile öne çıkan isim patron rolündeki Cihat Tamer oluyor. Kurgudaki ve hikâyenin devamlılığındaki kimi aksamalar ve Zeki Alasya’nın yönetmenliğinin sıradanlığı ile önemli bir film değil “Patron Duymasın” ama ikilinin filmlerinde ne ile karşılaşacağını bilenler ve bundan hoşlananlar için görülmeyi hak eden bir çalışma bu.

Hem gişede iyi bir kazanç sağlaması ile hem de başrol oyuncularından Dolly Parton’ın bestelediği ve söylediği, ve film ile aynı adı taşıyan şarkı ile hatırlanan Amerikan yapımının bu Türk versiyonunu orijinalinden beş yıl sonra Yalçın Yelence’nin senaryosu ve Zeki Alasya’nın yönetmenliği ile beyazperdeye taşımış Yeşilçam. İlk filmin kimi temalarını (kadın hakları, işyerlerinde kadınlara karşı uygulanan ayrımcılık ve yöneticilerin çalışanlara uyguladığı “mobbing” kapsamındaki davranışlar vs.) kadın karakterlerin tümünü erkeğe çevirince ve başrolleri de varlıkları ile oynadıkları tüm karakterlerin önüne geçen Zeki Alasya ve Metin Akpınar’a verince korumak mümkün olmamış elbette ve hatta daha ileri gidilip hikâyenin ruhuna aykırı olaylar ve sözler de yer bulmuş kendilerine bu izinsiz yeniden yapımda. Örneğin Metin’in kendisini aldattığından şüphelendiği ama doğrusunu öğrenmek için de çaba sarfetmediği kadınla olan ilişkisi tam anlamı ile cinsiyetçi bir yaklaşımın göstergesi. Yine Metin’in ağzından sık sık duyduğumuz “delikanlı adam” lâfı veya onun hikâyenin hemen başında bu kadına söylediği “Biz delikanlı adamız; başkasının artığı ile dolaşmak şanımıza leke sürer” gibi sözleri kabul edilebilir bir konuma oturtmak mümkün değil elbette. Finalde “çerkez tavuğu” üzerinden yapılan aile güzellemesini de bir başka örnek olarak göstermek mümkün bu anlaşılır ama hikâyenin ruhuna uymayan değişikliklere.

Yelence’nin senaryosu orijinal filmin Colin Higgins ve Patricia Resnick imzalı içeriğini yerlileştirirken (ve elbette Zeki – Metin’leştirirken) yukarıda bahsettiğim kimi unsurların yanında başka değişiklikler de yapmış. Örneğin Amerikan yapımında kadınlar esrarlı sigara ile kendilerinden geçerken burada onun yerini rakı alıyor veya ilkindeki domuz pastırması yerini sucuğa bırakıyor. Yelence’nin senaryosu bu “özen”i gösterirken keşke başka şeylere de dikkat etseymiş ve örneğin iki başoyuncusunun karakteristik özellikleri hikâyede tutarlılıklarını korusaymış. Meselâ Zeki’nin karakteri sakarlıktan ve çekingenlikten bir sonraki sahnede tam zıt kutuplara gitmeseymiş ya da hikâyedeki devamlılık sorunları çözülseymiş (sekreterin kendisinden sonra ofise gelen patronu, birisine “geldiğimde turp gibi masasında oturuyordu” diye anlatması gibi) diyebiliriz. Elbette tüm bunlar Yeşilçam’ın genel kusurları ve bu filme özgü olduğunu söylemek haksızlık olur.

Paldır küldür bir girişle başlayan (öyle ki herhalde filmin başı kesilmiş diye düşünebilirsiniz) film komikliğini karakterlerinden çok Zeki ve Metin’İn kendisinden almaya soyunduğu için kimi sahnelerde karşılaştığınız mizah sizi şaşırtamıyor; örneğin Zeki’nin teksir makinası ile yaşadıkları hayli zorlama bir mizah çıkarmış ortaya. Bu sahnede karakterin doğal bir sakarlığını izlemiyor, daha çok “şimdi Zeki sakar adam rolü yapacak” diye nerede ise anons edilen bir gösteriye tanık oluyorsunuz. Filmin en başarılı ve gerçekten güldüren sahneleri olan, kahramanlarımızın ve bir iş arkadaşlarının patrondan nasıl intikam alacaklarını hayal ettikleri anlar çarpıcılıklarını orijinal fillmden apartılmış olmalarına borçlular kuşkusuz. Vasat başlayan ve patronu kaçırma sahnesi ile birlikte artan temposu ve mizahı ile seviyesini yükselten film, bir Zeki – Metin filminden ne bekliyorsanız onu veren ve üstüne de orijinalinin kimi güzel yanlarını kopyalaması ile ilgi çekebilecek bir çalışma, özet olarak.