Das Finstere Tal – Andreas Prochaska (2014)

Das Finstere Tal“Ve özgürlük kimsenin almak istemediği bir armağandı”

Alpler’deki küçük ve garip bir kasabaya gelen bir yabancının sırrının hikâyesi.

Çoğunlukla televizyon için çalışan ve sinemalarımızda bugüne kadar sadece “In 3 Tagen Bist Du Tot – 3 Gün İçinde Öleceksin” adlı çalışması gösterilmiş olan Avusturyalı yönetmen Andreas Prochaska’nın şimdilik son sinema filmi olan eser Avusturya ve Almanya ortak yapımı olarak çekilmiş. Alman yazar Thomas Wilmann’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmin senaryosunu yönetmen, Martin Ambrosch ile birlikte yazmış. Modern havalı şarkıların arada eşlik ettiği hikâye on dokuzuncu yüzyılın sonunda Avusturya Alpleri’nde geçen bir western olarak özetlenebilir. Bu türün önemli ve sıkça tekrarlanan temalarından biri olan intikam üzerine kurulu filmi yönetmen Prochaska görsel gücü yüksek, mekanların çarpıcılığından sıkı bir destek alan ve karanlık bir küçük hikâye havasına büründürerek getiriyor karşımıza ve ilgiyi de kesinlikle hak ediyor. Özgürlük, biat etme ve gelenekler gibi temaların başarılı bir şekilde yedirildiği hikâye sürprizine rağmen sürprizsiz bir parça ve klasik bir western’den farklı değil belki ama film bu kusurunu hikâyesini iyi anlatması ile aşıyor.

Matthias Weber’in bir trajedinin haberini veren havası ve filmin hem adına hem hikâyesine yansıyan ve yönetmenin de görsel karşılığını başarı ile ürettiği karanlık atmosferini yansıtan orijinal müziğinin yanında, günümüzün melodilerini taşıyan ve yine filmin karanlık trajedisini besleyen şarkılara da yer veren filmin başarısı western’in bir tür olarak başka kültürlere de taşınabileceğini gösteriyor bize bir kez daha. Prochaska’nın becerisi bu taşıma işleminde seyircide en ufak bir zorlama hissi yaratmamayı başarmış olması. Alpler’in müthiş bir görsellik vaat eden potansiyelini, görüntü yönetmeni Thomas W. Kiennast’ın kamerası çok iyi kullanıyor ve bu karanlık filmi zenginleştiriyor sürekli olarak. Kar yağdığında dış dünya ile tamamen teması kesilen ama diğer zamanlarda da gelen yabancıları pek sıcak karşılamamaları nedeni ile izole bir şekilde yaşanan bir kasabada geçen hikâye, elinde dönemin yeni icadı fotoğraf makinası ile buraya gelen bir yabancının kasabada yaşadıklarını/yaşattıklarını getiriyor karşımıza. Sıkı bir görselliği olan giriş sahnesi ile açılan hikâye kasabayı “yöneten” aile ile yabancı arasında bir sorun yaşanacağını bize baştan hissettiriyor ve daha sonraki sürpriz o kadar da şaşırtıcı olmuyor aslında ama yine de filmin görselliği ve yönetmenin anlatım becerisi bu kusuru affettiriyor. Kaldı ki kasabadaki “gücün oluşturduğu ve kimsenin karşı çıkamadığı” gelenek hikâyeye yeterince heyecan katıyor.

Gerek müziği gerekse anlatım biçimi ve elbette dağları ile Milcho Manchevski’nin “Pred Doždot – Yağmurdan Önce” adlı filmini hatırlatan çalışma kahramanının yalnızlığı -ve hatta yaptıklarına karşı çıkılması- ile Fred Zinnemann’ın “High Nooon – Kahraman Şerif”’ini de çağrıştırıyor. Burada iktidara ve onun gücüne, yaşattıklarına rağmen korku nedeni ile karşı çık(a)mayan halkın varlığı bize özgürlük üzerine de düşünme fırsatı sağlıyor. Henüz “özgürlük armağanı”nı almaya hazır olmayan, hayatta kalabilmek için kötünün korumasına ve onun tarafından beslenmeye ihtiyaç duyan kitleler elbette günümüze kadar uzanan pek çok çağrışımı beraberinde taşıyor bize. Bir kurum olarak dine ve onun temsilcisine de uzanıyor hikâye ve kendi iktidar(cığ)ı için kötülüğün iktidarı ile uyum içinde yaşamasını sert bir şekilde eleştiriyor. Özetle, biat edenler üzerine bir hikâye bu bir yandan da, odağında intikam olmasına rağmen. Bu nedenle, iktidara teslimiyetini “Meryem’in vücudunu kullanan Tanrı’ya karşı çıkmaması” üzerinden anlattığı bir hikâye ile doğrulayan veya gerekçelendiren rahip karakteri filmin gizliden öne çıkan karakterlerinden biri oluyor aslında.

Karakterlerden birine ait olan ve aslında çok fazla kullanılmayan anlatıcı dış sesin yine de daha ekonomik kullanılabileceğini hissettiren (özellikle, açılışta tanık olduğumuz ve intikamın nedeni olan hikâyenin daha sonra dış ses ile pek de gerekmeyen bir şekilde açıklanması doğru bir tercih olmamış gibi görünüyor) film, silahlı çatışma sahnesinde modern bir rock şarkısı ve yavaşlatılmış görüntüleri ile filmin geneline göre bir parça aykırı duran bir stilizasyonun peşine düşüyor ama bu çatışmanın intikamın doruk noktası olmasının sağladığı etkileyicilik bu tercihi bir kusur olmaktan çıkarıyor denilebilir. Kapanışta kasaba halkını kahramanımızın kamerası önünde poz verirken gösteren siyah beyaz görüntüler ile hem yüksek bir görsellik duygusu yakalayan hem de “çoğunluğun sessizliğini” vurgulamayı başaran film kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma. Bu görüntülerdeki sessizlik, halkların zalime karşı sessizliğinin de sembolü bir bakıma ve bu şekilde filme yürek burkan bir kapanış sağlıyorlar. Yalçın dağ sıraları, kar, sis ve orman vs. üzerinden, doğanın veya daha doğru bir deyişle yaşanmak için seçilen yerin bireylerin hayatı üzerindeki etkisini de düşünmemizi sağlayan film, görülmeli kesinlikle. Hikâyesinin basitliği/tahmin edilebilirliği, karakterlerine bir western’de görmeye alıştıklarımızdan farklı ve yeni bir yorum getirilmemiş olması ve senaryonun özellikle sonlara doğru bir parça iyi toparlanamamış olmasına rağmen geçerliliğini koruyan bir ifade bu.

(“The Dark Valley” – “Karanlık Vadi”)

Kınalı Yapıncak – Orhan Aksoy (1968)

kinali-yapincak“Açılan dilim insanlardan bir lokma ekmek dilenecek, kulaklarım hakaret duyacak olduktan sonra, yaşasam neye yarar? Ben ölmek istiyorum! Ölmek istiyorum!”

Ailesinin bir yangında hayatını kaybetmesi üzerine, şehirdeki teyzesinin yanına sığınmak zorunda kalan bir köylü kızının hikâyesi.

1970 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ikincilik ödülü alan film Bülent Oran’ın senaryosundan Orhan Aksoy’un çektiği ve başrollerinde Hülya Koçyiğit ve Engin Çağlar’ın yer aldığı tam bir Yeşilçam örneği. Melodramdan romantizme ve hatta romantik komediye arsız bir şekilde dolaşıp duran film Yeşilçam’ın ne kadar klişesi varsa hepsini bünyesine toplamayı başarmış, bir başka deyiş ile, tam bir Yeşilçam senaristi olan Bülent Oran’ın heybesinde ne kadar malzeme varsa tümünü boca etmiş göründüğü bir çalışma. Katıksız Yeşilçam hayranları için, yine bir kötü karakteri muhteşem oynayan Aliye Rona için ve gençliğinin ve duru güzelliğinin zirvesindeki Hülya Koçyiğit (adını bir üzüm türünden alan karakterine, özellikle de kısa kesilmiş saçları ile oynadığı anlardaki güzelliği ile hayli yakışıyor) için görülebilir bir çalışma bu. Oran’ın senaryosunun içerdiği “tehlikeli” mesajlara karşı ise dikkatli olmak gerekiyor.

Bir dönem sağ eğilimli sinema yazarları 60’lı ve 70’li yılların Yeşilçam’ını “servet düşmanı”, “zengin düşmanı” olarak görür ve bu nedenle sert bir biçimde eleştirirlerdi. İlk bakışta doğru görünen bir yaklaşım bu: Gerçekten de eğer senaryoda bir kötü karakter varsa, bu hemen her zaman zengin birisi olur, zenginler yoksulları ezer, aşağılar vs., sahip oldukları ile yetinmeyen ve hep daha fazlasını isteyen bu karakterler bu uğurda çalmaya, sömürmeye devam ederlerdi. Yeşilçam’ın bu en popüler yıllarında, sinemanın geniş kitlelerin (ve özellikle orta ve alt gelirli grupların) tek eğlencesi olduğu ve yapımcıların bu “zengin olmayan” kesimlere hoş gelecek hikâyeler anlatmasının ticarî açıdan doğal olduğu düşünüldüğünde daha da doğru gelen bir iddia bu. Gerçekten böyle olup olmadığını veya daha insaflı bir şekilde söylersek, bunun her zaman doğru olmadığını değerlendirmek için “Kınalı Yapıncak” iyi bir araç olarak çıkıyor karşımıza. Köy muhtarının kimliğinde karşımıza çıkan ve daha sonra bahçıvanın kimliği ile de pekiştirilen bir şekilde yoksulların her türlü erdemle donanmış göründüğü hikâyede, onlar gibi alt sınftan olan ama üst sınıfa (zenginlere) biat ettikleri için acınası ve komik bir duruma düşen (düşürülen) karakterler de var ki her türlü saldırının da kaynağı oluyorlar filmde. Köşkün hizmetçisi olan kadın, bu bağlamda herhalde Yeşilçam tarihindeki “üst sınıfa biat etmiş, onun kapısında ettiği kullukla kendi sınıfını aşağılık gören” karakterlerin en belirgin örneklerinden biri olarak görülebilir. Haksızlık etmekten maddi ve manevi tacizlere, kandırmaktan sömürmeye her türlü kötülüğü yapıyor zenginler. Hepsi boş insanlar, kumar ve içki gibi kötü alışkanlıkları olan, insanlıktan nasibini almamış tipler kısaca.

Evet, zenginlere bu anlamda epey bir düşmanlığı var filmin ama gerçekten zenginlere mi yoksa “kötü zenginler”e mi bu düşmanlık? Hikâyenin ikinci yarısının gösterdiği gibi bu düşmanlığın paraya ve onun getirdiklerine olmadığı açık. Aksine para sayesinde çözülüyor tüm sorunlar; hikâye ön planda aksini iddia ediyor gibi olsa da seyirciye alttan alta giden mesaj paranın gücünü ve bu gücün doğru eller elinde hiç de kötü bir şey olmadığını vurguluyor sürekli olarak. Öyle ki genç adamın aşık olduğu zengin ve güçlü kadını terk ederek vicdanî sorumluluğu gereği seçmek zorunda kaldığı yoksul kadına gidişi acımaszca bir romantik komedinin parçası yapılıyor hiç çekinmeden. Neyse ki gerçek sonradan ortaya çıkıyor ve çiftimiz mutlu hayatlarına elbette zengin olarak devam ediyorlar. Bu örneğin de gösterdiği gibi zengini de servetini de kötü göstermiyor, aksine servet iyi bir şey ve sizin elinizde değerini bulacaktır diyor seyirciye film. Bu, seyirciye serveti ele geçirme çağrısı değil elbette; sadece kader ve elbette çalışma ile siz de kavuşabilirsiniz servete diyor Yeşilçam; en azından bu film bu iddiada. Bir sahnede adamın kadına söylediği gibi, galiba “kusur sizin servetinizde değil, bizim fakirliğimizde”!

Geçirdiği şoktan sağır ve dilsiz olan bir kadının geçirdiği bir başka şok sonucu tekrar konuşur ve duyar hale gelmesi Yeşilçam’ın filmde epey örneği olan klişelerinden sadece bir tanesi. Fena çekilmemiş bir yangın sahnesi ile açılan film, “mezarlık gördün, ney çal”dan sadece kağıt oyunu oynayan ve başka hiçbir şey yapmayan zenginlere, kötü karakterlerin göründüğü sahnelerde Batı tarzı müzikler, iyi karakterlerin olduğu sahnelerde yerli motifler taşıyan müzikler kullanmaya vs. klişeden klişeye atlayıp duruyor. Tüm bu klişelerin ortasında parlayan isim ise Aliye Rona: Yeşilçam’ın kendisine defalarca tekrarlattığı bir rolü, üstelik bu derece kaba hatlarla çizilmiş bir karakteri sadece o bu denli inandırıcı kılabilirmiş ve burada da döktürüyor ve her zamanki gibi ruhunu ve bedenini tüm boyutları ile karakterine vermiş görünüyor. Hülya Koçyiğit rolünde aksamıyor ve güzelliğini de emrine verdiği rahat oyunu ile işini yapıyor ama Engin Çağlar hayli donuk bir performans gösteriyor. Yan karakterlerden parlayan isim ise bahçıvan rolündeki Avni Dilligil. Sinemamızın romantizmin temsilcilerinden olan yönetmeni Orhan Aksoy araya sıkıştırdığı gün batımı görüntüleri gibi yapaylıklar bir yana türü melodramdan komediye, romantik komediden drama gidip gelen filmi ayakta tutmayı başarmış bir şekilde ve köpük baloncuklu dans sahnesi başta olmak üzere romantik anlarda kendisini daha rahat hissettiğini gösteriyor bize.

İnandırıcılık açısından da ciddi sıkıntıları olan (bahçıvanın uydurduğu işaret dili, tamamen çıplak bir kadının yanına bir erkeğin gelmesi üzerine iki eli ile birlikte göğüslerini kapatırken bizi peki vücudunun “daha hassas” bölgeleri için neden bir tedbir almıyor diye düşündürtmesi, hamile kalma zamanı ile bebeğin doğumu arasında galiba nerede ise sadece 4 ay olması vs.) film bunu elbette dert edenler için değil. Bizim de seyirci olarak dert etmemiz gereken daha büyük problemleri var filmin: Ortada -sarhoşluk gibi bir “mazeret” olsa da- bir tecavüz var ve bu cinsel şiddeti uygulayan erkeğe aşık olan kadının ondan tokat yiyince -her ne kadar adamı test etmek için giriştiği oyunun sonucu “hak edilmiş” bir tokat olsa da bu- aşkını ve gerçekleri itiraf etmesi adeta şiddetin aşkın vazgeçilmezi olduğunu söylüyor bize. Bunun bilinçli verilmiş bir mesaj olduğunu söylemiyorum elbette ama hikâye bu mesajı üretiyor sonuç olarak. Buna bir de şunu ekleyelim: Kadın adama nerede ise hiç tanımadan sadece yakışıklılığı nedeni ile aşık oluyor, adam da kendisine sürekli aşağılayarak yaklaşan bir kadına -herhalde- sadece güzelliği ve gücü nedeni ile aşık oluyor. Bülent Oran’ın senaryosu hayli vahim mesajlar iletip duruyor özet olarak.

Kahramanını açılışta Kerime Nadir’in “Saadet Tacı” kitabını okurken gösteren film, bir genç kızın yaşadığı onca talihsizlikten sonra, kendisini ezen zenginleri onların silahı ile vurmasını ve sonuç olarak onların sınıfına atlamasını anlatan bir Yeşilçam klasiği. Yukarıda eleştirilenlerin hemen hiçbirinin bu filme özgü olmadığını, filmin bunları hatırlamak için sadece bir vesile olduğunu belirtelim ve haksızlık etmeyelim filme. Bu, evet bir klasik ve tüm kusurlarına rağmen ve hatta o kusurlarının bir kısmı nedeni ile görülmeyi hak ediyor.

Mr. Turner – Mike Leigh (2014)

Mr_Turner“Güneş, Tanrıdır”

İngiliz ressam J.M.W. Turner’ın hayatının son yirmi beş yılının hikâyesi.

İngiliz Mike Leigh’nin yazıp yönettiği ve İngiltere – Fransa – Almanya ortak yapımı olarak çekilen film, resim sanatının büyük ustasının son yıllarını ele alan bir çalışma. “Işığın ressamı” olarak adlandırılan ve ölüm döşeğindeki son sözü ile, ışığın kaynağı olan güneşi yücelten bu büyük sanatçıyı ve sanatını odağına alan film, Turner’ı ve eserlerini merceğinin altına almasına rağmen ona belli bir mesafeyi koruyarak bakabilmesi ile dikkat çekiyor öncelikle. Mike Leigh ve görüntü yönetmeni Dick Pope’un görsellikte yakaladığı üstün başarı ve bu başarının en çarpıcı örneği olan, sanatçının tablolarının esin kaynağı olan doğayı karşımıza getiren ve adeta tabloları canlandıran görüntüleri ile seyircisini kesinlikle büyüleyen bir film bu. Filmin “hikâye” kısmı ise hem sanatçıyı ve sanatını hem de dönemin sanat ortamını anlatmaya soyunurken yeterli bir çekicilik yaratamaması ile dikkat çekiyor. Başroldeki Timothy Spall’ın güç bir rolün altından zorlanmadan çıkmış göründüğü film sanatına aşık bir sanatçıyı gündeme getirmesi ile de önemli olan ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma.

Kendisine hem hizmetçilik hem de zaman zaman metreslik yaptığı anlaşılan bir kadın ve babası ile birlikte yaşayan, ilgilenmediği eski bir metresinden hiç ilgilenmediği iki kızı olan ve ilişkilerinde sevilmeyi pek de umursuyor görünmeyen Turner’ın hayatı üzerine ama bu hayat hakkında bizi ne kadar aydınlattığı tartışmalı bir film karşımızdaki. Leigh’in senaryosu ve bu senaryoyu karşımıza getiriş şekli ile çoğunlukla duygusallıktan uzak ve temel objesine her an görüntüde olmasına rağmen yine de mesafeli yaklaşan filmi ışığa aşık ve tuhaf bir sanatçıyı anlatmaya soyunmuş bize. Bunu yaparken bir parça yavaş ilerliyor açıkçası ve kendi içinde başarılı ama hikâyenin odağını dağıtan sahnelere (örneğin dönemin ünlü İngiliz sanat eleştirmeni John Ruskin ile dalga geçilen sahne) yer vermesi ile bir olumsuzluğu yaratmış oluyor. Leigh’nin duygusallıktan uzak yaklaşımı zaten çok da sevimli resmedilmeyen Turner karakterine ısınmayı da iyice zorlaştırıyor. Oysa filmin hemen tüm karelerinde görünen bir karakter daha fazla çekiciliği hak ediyor olsa gerek. Leigh’nin filminin hikâye bağlamındaki temel sıkıntısını belki de şöyle özetlemek mümkün: Baş karakterini bize bir insan olarak yeterince anlatamıyor film ve onun ikili ilişkilerine de bizi -seyirci olarak- ortak edemiyor yeterince.

Yukarıda belirttiğim sıkıntısına ek olarak sanatının yaratım sürecine de yeterince tanık olamadığımızı söylememiz gerek. Neyse ki bu problemi sanatına ilham kaynağı olan objeleri ve doğayı olağanüstü bir görsellikle karşımıza getirerek çoğunlukla unutturmayı başarıyor film. Deniz üzerindeki bir fırtınayı daha iyi çizebilmek için kendisini fırtınanın ortasındaki bir geminin direğine bağlatacak kadar sanatına aşık olan Turner’ın etrafını kuşatan dünyayı onun sanatçı gözünden görmemizi sağlıyor film ki bu gerçekten büyük bir başarı. Açılış sahnesinden başlayarak finale kadar bu büyük keyif veren yaklaşımını hiç elden bırakmıyor Leigh. Açılıştaki “nehir, yeşil çayır, yel değirmeni, güneş ve keyifli bir sohbet içinde yürüyen iki köylü kadın” görüntüsünün örneklerinden sadece biri olduğu bu görsel başarı hikâye boyunca sürüp gidiyor ve adeta tabloları canlandırıyor karşımızda Leigh. Bir başka filmde “zorlama” görünecek kareler burada kesinlikle tam da olması gereken görüntüler olarak alıyorlar yerlerini ve kuşkusuz Turner’ın sanatına aşina olanların çok daha büyüğünü yaşayacağı bir keyifin kaynağı oluyorlar. Açılış jeneriğinde suya karışan boyadan tüm o doğa manzaralarına kadar her birine özen gösterilmiş kareleri ile çok çekici bir film yaratılmış kesinlikle. Burada kelime anlamı ile güzellikten değil, bir klasik tabloda karşılaştığımız zaman tüylerimizi ürperten bir sanatsal güzellikten söz ediyorum. Örneğin “mutfakta bir domuz başının temizlendiği” sahne renkleri, görüntüdeki iki karakterin ve diğer tüm objelerin çerçeve içindeki yerleşimleri vs. ile kesinlikle bir “tablo güzelliği” taşıyor.

Gary Yershon’un trajedi ve gerilim havalarını birlikte taşıyan başarılı müziğinin eşlik ettiği filmin Turner’ı ne kadar tanımamızı sağladığı tartışmalı ama bunu pek de dert etmiş görünmeyen filmin derdinin ne olduğu ise pek anlaşılmıyor açıkçası. Turner’ın başka sanatçılarla olan ilişkileri gibi öğeler hikâyeye girip çıkan karakterler aracılığı ile filme bir gerilim unsuru katacak gibi görünüyorlar ama Leigh bu anlarda vaat eder göründüğünü hiç gerçekleştirmiyor ve olağanüstü bir başarısı olan sahneler bile bu tutmayan vaatlerin kurbanı oluyor. Bu sahnelerin birinde, Turner ile aynı dönemde yaşayan ama ticari açıdan başarısızlığı kendisini intihara sürükleyen ressam Benjamin Haydon’ın trajedisini sinema tarihinde yerini alacak bir sahnede müthiş bir ustalık ile anlatıyor Leigh: Haydon’ın meslektaşları onun silik kariyerini bir pencere önünde tartışırken, açık olan pencereden gittikçe uzaklaşan Haydon’ı görüyoruz ve tek çekimle gerçekleştirilen bu sahnede bir sanatçının fiziksel olan boyutu ile de tarihte kaybolmasına tanıklık ediyoruz adeta.

Timothy Spall’ın zor bir karakteri nüansları atlamayan ve karakterinin rahatsız ediciliğini bize geçirmeyi başaran oyununa, sadık hizmetçisini oynayan Dorothy Atkinson’un çok başarılı performansı da eşlik ediyor ve ışığa “tapan” sanatçının bu filmine seyir zevki katıyorlar. Işığa, sanata ve elbette Turner’a hayralık duyanların kaçırmaması gereken film, Turner’ın ışığın kutsallığını kaynağını Tanrı ilan ederek ifade eden sözleri ile kapanırken, kusurlarına rağmen seyircisini tatmin ediyor çoğunlukla.

(“Bay Turner”)

Dark Blood – George Sluizer (2012)

Dark Blood“Bana aklı başında bir adam göster, sana gerçek bir ahmak göstereyim”

Geçmişte nükleer denemelerin yapıldığı bir çölde yaşayan genç bir adam ve arabaları bozulunca onun evine sığınmak zorunda kalan orta yaşlı bir çiftin hikâyesi.

Henüz 23 yaşındayken hayatını kaybeden ve filmin baş oyuncularından olan River Phoenix’in ölümü üzerine çekimleri yarıda kalan, yönetmen George Sluizer’in on dokuz yıl sonra elindeki malzeme ile bitirerek gösterime soktuğu bir film. Temel olarak üç ana karakter üzerinden ilerleyen film, yarım kalmış olmanın izlerini doğal olarak taşısa da, sadece yapım öyküsünün ilginçliği ile değil, Jim Barton’ın senaryosu ve Sluizer’in yönetmenlik çalışması ile de farklı bir hava yaratmayı başaran ve ilgiyi hak eden bir sinema eseri. Korku/gerilim filmlerinin klasik temalarından biri olan, bir psikopatın eline düşen gezginler hikâyesi, üç oyuncusunun performansları ile belli bir düzeyi yakalayacak şekilde tekrarlanırken, film ilginç olmayı başarıyor ve tam bir sinemasal başarı örneği olamasa da kendini seyrettiriyor kesinlikle.

River Phoenix’in çekimlerin henüz yüzde sekseni tamamlanmışken ölmesi filmin yapım hikâyesindeki temel talihsizlik ama öncesinde de Phoenix ile Judy Davis arasındaki geçimsizliği ve Jonathan Pryce’ın yapım koşulları ile ilgili olarak sonradan “yaptığım en kötü işti” cümlesi ile ifade ettiği mutsuzluğu da taşıyan bir film bu. Phoenix’in ölümü üzerine, sigorta şirketinin deposuna kaldırılan filmi bir arkadaşının yardımı ile oradan “çalan” ve 2012 yılında “Kitle Fonlaması – Crowd Funding” yöntemi ile topladığı para ile filmi tamamlayabilen yönetmen Sluizer’in de iki yıl sonra öldüğünü ve bu filmin son çalışması olarak kaldığını da ekleyelim filmle ilgili notlara. Ed Lachman’ın çölün “sıcak ve dışarıdan yalıtılmış” havasını başarı ile yansıtan görüntüleri ve Florencia Di Concilio’nun etkileyici bir karanlık yanı olan müziğinin desteklediği film, hikâyesi ve özellikle üç ana karakteri ile Roman Polanski’nin “Nóz w Wodzie – Sudaki Bıçak” filmini çağrıştırıyor bir bakıma; bir tekne yerine çöldeki bir evde geçiyor hikâye ve genç adamın çift ile ilgili emelleri üzerine odaklanıyor. Kamyonetinin arkasında ironik bir şekilde “more nukes, less kooks / daha çok nükleer, daha az homoseksüel” çıkartması olan genç adam karısını radyasyonun neden olduğu kanser sonucu kaybetmiş ve inşa ettiği bir tür sığınakta “felâket” sonrası hayat için hazırlık yapıyor bir bakıma. Arabaları bozulunca genç adamın ıssızlığın ortasındaki evinde kalmak zorunda kalan çiftten erkek olanı eskisi kadar parlak günleri olmadığı anlaşılan bir Hollywood yıldızı, kadın ise eskiden çıplak gösteriler yapmış bir şov kızı. Genç adam kadına “göz koyuyor” ve geleceği onunla birlikte kurmayı düşlüyor. Barton’un senaryosu bazen çifti genç adama karşı bir konuma yerleştirerek, ama çoğunlukla da Holywood yıldızı ile genç adamı bir çekişmenin iki tarafı olarak konumlandırarak bir gerilim inşa etmeyi deniyor ve çoğunlukla da başarıyor bunu. Örneğin iki erkeğin çıktığı “avlanma” sahnesi bu gerilimin elle tutulacak kadar somut hale geldiği ve gerek Jonathan Pryce’ın oyunu gerekse ve özellikle de Sluizer’in Avrupa sinemasından yoğun izler taşıyan mizanseni ile hayli başarılı bir biçim ve içeriğe sahip.

George Sluizer, Phoenix’in ölümü nedeni ile çekemediği sahneleri anlatmayı veya bir başka deyiş ile, senaryodan okumayı tercih etmiş. Bazen donan bir görüntü üzerinden, bazen hareketli bir görüntü üzerinden senaryoyu okuyor Sluizer ve gerisini seyircinin hayaline bırakıyor zorunlu olarak. Çok basit gibi görünen ama kesinlikle işe yarayan bir tercih olmuş bu ve hani nerede ise hikâyeye edebî bir tat da katmış gibi görünüyor. Filmin açılışında Sluizer kısaca, “yarım kalan” filmini nasıl tamamladığını anlatırken, elindeki malzemenin iki bacağı olan bir sandalye gibi olduğunu ve yapmaya çalıştığının sağlam biçimde olmasa da onu en azından üç bacağı ile ayakta kalabilen bir sandalyeye dönüştürmek olduğunu söylüyor. Açıkçası bunu başarmış da Sluizer ve eksikliklerin elbette hissedildiği ama akışı doğal görünen bir hikâye yaratabilmiş kesinlikle.

Alttan alta nükleer karşıtı bir mesajı da var filmin; açılıştaki nükleer test sahnelerinin ürkütücülüğü, eskiden nükleer testlerin yapıldığı çölün ve kimi kasabaların terk edilmiş hali veya bu kasabalardan birinin duvarlarında yazılı olan “Beyaz adam, siz bu toprakları zehirlediniz, biz lanetledik” cümlesi gibi öğeler film boyunca karşımıza çıkıp duruyor. Genç adamın kısmen yerli kanından olması, çiftin ise beyazları temsil eden görüntüsü de bu mesajları destekliyor aslında; beyazların gelip yok ettiği bir dünya var karşımızda: Bu, yerlileri yok eden beyaz yerleşimcilerin, çölü ve oradaki yaşamı yok eden nükleer denemeleri yapanların veya işte hikâyemizin odağı olan genç adamın hayatına giren ve final düşünüldüğünde de onu yok eden bir beyaz çiftin “katliam”ı olabilir. Failler, kurbanlar ve sonucun temel nitelikleri değişmiyor aslında diyor film bize. Bu “ciddi” yanına karşılık, hikâyenin zaman zaman gereksiz bir absürt tavır takınması ve bu anlardaki “mizah”ı ise hem bu ciddiyete hem filmin kendisine zarar veriyor.

Çekilemeyen iç sahneleri görebiliyor olsaydık, muhtemelen daha tatmin edici bir sonuç ile karşılaşacaktık ama bu hali ile de film, tüm o ilginç yapım hikâyesi ile birlikte, görülmeyi hak ediyor. River Phoenix’in erken ölümü ile ne büyük bir kayıba neden olduğunu bir kez daha anlamamızı sağlayan ve hem kırılgan hem güçlü bir görünüm sergileyen oyunu, Judy Davis’in -çekilemeyen sahneler etkisini azaltmış olsa da- karakterinin cazibe ile güven arasında yaşadığı ikilemi ve Jonathan Pryce’ın tehdit altında olduğunu hissedince sertleşen karakterini ustalıkla yansıtan oyunu ile de ilgi çeken bir film bu ve tüm bunların ötesinde talihsizliği ile zaten ilginç bir noktada duruyor.

(“Kirli Kan”)