Erkeklerin Hikâyeleri – C. Pavese / H. Miller / V. Nabokov / B. Malamud / J. Cheever / R. Carver / A. Moravia / H. Kureishi / T. Capote / C. Bukowski / P. Bowles / J. L. Borges / M. Kundera / B. Schlink / K. Ishiguro / E. Hemingway

Erkeklerin HikayeleriMurathan Mungan’ın seçtiği ve erkek yazarların erkekleri anlattığı hikâyelerden oluşan bir derleme. Mungan’ı bu derlemeyi yapma fikrine, kitabın da ilk hikâyesi olan, Cesare Pavese’nin “Kendini Öldürenler” adlı eseri götürmüş. Daha önce Türkçe olarak çeşitli dergi veya kitaplarda yer almış hikâyeleri bir araya getirilmiş ve büyük çoğunluğu yazarın ağzından anlatılan bu hikâyeler aracılığı ile “erkeklerin nasıl gördüğü, nasıl hissettiği, nasıl yaşadığı ve nasıl anlattığı üzerine” bir seçki çıkmış ortaya. On altı farklı yazarın birer hikâyesi var kitapta ve bu hikâyelerin de büyük bir kısmı erkeklerin “kadınlarla dertleri” üzerinden anlatıyor erkeklerin dünyasını. Cesare Pavese, Henry Miller, Vladimir Nabokov, Bernard Malamud, John Cheever, Raymond Carver, Alberto Moravia, Hanif Kureishi, Truman Capote, Charles Bukowski, Paul Bowles, J. L. Borges, Milan Kundera, Bernhard Schlink, Kazuo Ishiguro ve Ernest Hemingway’in birer hikâyesi var kitapta ve tüm hikâyeler farklı zamanlar, farklı yerler ve farklı karakterleri getirse de karşımıza, tümü aynı konunun etrafında dönüp duruyor aslında: Erkeklerin “dertler”i.

Yazarların her birinin kendine özgü tarzını yansıtan hikâyelerin içinde her okuyucuya şu ya da bu nedenle diğerlerine göre daha fazla dokunan bir hikâye olacaktır mutlaka. Nabokov’un “Sesler” adlı hikâyesi benim açımdan işte o hikâye oldu ve hem çok kişisel (kitaptaki kadın ve erkek karakterleri) hem de çok evrensel olmayı başaran, karakterlerini yerleştirdiği zaman ve mekanı çok iyi tanımlayan ve kullandığı yalın dil ile “doğrudan” bir etki yaratmayı başaran içeriği ile kesinlikle çok etkiledi. Moravia ve Capote’nin hikâyeleri içerdikleri mizah öğeleri ile, Bowles’un hikâyesi adeta bir masal havasında anlatılması ile farkılılaşırken, Ishuguro ve Hemingay’in hikâyeleri odağında bir kadın karaktere yer vermemesi ile diğerlerinden ayrılıyorlar ve erkek-kadın ilişkilerinin yerine erkeğin yalnızlığını anlatıyorlar bize. Bir şekilde bir hüzün duygusunun her birine sızdığı tüm bu hikâyeler, bağlanmak, aşk, terk etme, kıskançlık, yalnızlık ve yalnız kalma korkusu, umut, tereddütler, seks, kaygılar, kaçırılan fırsatlar veya son bir fırsatı kaçırmama telâşı vb. temalar üzerinden tüm bir erkek dünyasını açıyorlar okura ve keyifli bir okuma deneyimi armağan ediyorlar okuyucuya. Ishiguro’nun basit bir öykü içine sürpriz bir gerilim duygusunu yerleştirebilmesi veya Borges’in sevdiği erkeğin kadını yok etmesi gibi ilginç bir tema üzerinden erkekleri anlatmasının örnekleri olduğu çekicilikleri ile tüm bu hikâyeler okunmayı hak ediyor.

The Life of David Gale – Alan Parker (2003)

The Life of David Gale“… Belki de ölüm bir armağandır. Sana tek söyleyebileceğim yarın bu saatte ölü olacağım. Zamanını biliyorum. Ama nedenini bilmiyorum. Bulmak için yirmi dört saatin var”

Tecavüz ve cinayet suçlaması ile idam cezasına çarptırılan ve idama karşı bir aktivist olan bir üniversite profesörünün ve onunla idamından önce üç gün boyunca röportaj yapan bir gazeteci kadının hikâyesi.

Charles Randolph’un senaryosunu yazdığı ve Alan Parker’ın yönettiği, başrollerinde Kevin Spacey, Kate Winslet ve Laura Linney gibi sağlam isimlerin yer aldığı bir Amerikan yapımı. İdam cezasının kaldırılması için mücadele eden bir adamın karşı çıktığı ceza ile karşı karşıya kalması gibi ilginç bir çıkış noktası olan film finalindeki sürprizi ile de dikkat çekmeyi başarıyor. Ne var ki, Parker’ın yönetmenliğindeki tüm teknik becerisi ve kimi anlarında temposu düşse de genellikle rahatça akan hikâyesine rağmen, film genellikle fazla derinlere inmeme tercihi ve anaakım sinemanın dar ve güvenli kalıpları içinde hareket etmesi nedeni ile sinema değeri açısından pek de yükseklere çıkamıyor.

Hikâyenin ABD’nin en cumhuriyetçi/tutucu eyaletlerinden biri olan Texas’da geçmesi, idam karşıtı aktivistimizin hikâyesini bir parça daha ilginç kılıyor şüphesiz. Valinin tipik bir sağ politikacı demagogluğuna karşı, cezanın insanlık dışı ve yapılacak bir hatanın geri döndürülemezliği nedeni ile doğası gereği zaten korkunç olduğunu savunan bir organizasyonun üyesi olarak mücadele eden profesörün, yolunda gitmeyen evliliği ve karşı karşıya kaldığı suçlamanın dehşeti hayatını altüst ediyor doğal olarak. Hikâye bunları anlatırken aynı anda hem güçlü hem zayıf unsurları bünyesine alıyor ve bir yandan ilginç olmayı başarırken ve özellikle Alan Parker’ın anlatım becerisinden sıkı bir destek alırken, gereksiz (daha doğrusu Amerikan anaakım sineması için vazgeçilmez) klişeler ve duygusal zorlamalara başvurarak elini zayıflatıyor. Profesörün idamdan önceki son üç gününü, gazeteci kadın ile röportaj, geçmişe dönüş ve kadının yanındaki stajyer ile başta suçlu olduğuna inandığı adamın suçsuzluğunu kanıtlama çabası üzerinden anlatıyor film bize. Hikâye gerçekleri yavaş yavaş açıklayarak seyirciyi şaşırtmayı ve ilgisini ayakta tutmayı deniyor ve bunu çoğunlukla da başarıyor açıkçası. Bu başarıda Parker kadar, üç oyuncunun da -kimi yüzeysel yazılmış sahnelere ve zorlama duygusal anlara rağmen- başarısı var kuşkusuz. Ne var ki hikâyenin bir noktadan sonra saçmalık kelimesini pek de çekinmeden kullanabileceğimiz bir havaya bürünmesi ve sadece inandırıcılık sorunu yaratmak değil aynı zamanda oyuncuları da bu sorunlu sahnelerin (Spacey’in hemen tüm “bunalım” sahneleri örneğin) parçası olmaya zorlamak gibi problemlere sahip olması filme ve oyunculara da ciddi ölçüde zarar veriyor.

Finale doğru tanık olduğumuz, daha doğrusu olduğumuzu sandığımız fedakârlık bile hayli zorlama dururken, finalde bundan daha da ileri boyutta bir fedakârlığı karşımıza getirmesi, senaryoyu yazan Charles Randolph’un kolay yoldan bizi etkileyecek bir yol bulduğunu ve bu yolu da sonuna kadar sömürdüğünü gösteriyor yalnızca. Ölüm cezası tartışmaları konusunda da pek yeni bir şey söylemiyor film ve daha çok konuya giriş seviyesinde kalıyor. Yeterince dramatik bir hikâyesi olan filme bir de ölümcül bir hastalık, tekrarlanan dramatik anlar ekleme telâşı da yardımcı olmuyor filme. Tüm iyi niyetine karşın, hikâyenin ölüm cezasına karşı durmayı seçtiği tarafı zayıflatacak argümanlara sahip olması ve finali ile de benzer bir tutum tavır takınması da tuhaf bir seçim olmuş gibi görünüyor açıkçası. Yine de tüm bu önemli kusurlarına rağmen, Parker’ın yönetmenlik becerisi, senaryoya rağmen aksamadan oynamayı başaran Spacey, Winslet ve Linney üçlüsü ve derdini fazla basit anlatıyor olsa da idam cezası gibi bir “yasal cinayet”e değinmesi ile ilgi gösterilebilecek bir film bu.

(“Ölümle Yaşam Arasında”)

Esir Hayat – Lütfi Akad (1974)

Esir Hayat“Ağlayacaksın. Bu esir hayatımıza hepimiz oturup ağlamalıyız. Kollarımıza, beynimize, kalbimize vurulan zincirleri kıracak yürekliliği buluncaya kadar ağlayacağız. Ta ki içimizden biri yüreğinde buz tutmuş öfkesi ile ayağa kalksın, kırsın zincirlerini”

Paranın hayatlarını esir almasına karşı çıkan ve tüm engellere rağmen bir arada olmak isteyen iki genç aşığın hikâyesi.

Lütfi Akad’ın yönettiği ve senaryosunu Erol Keskin ile birlikte yazdığı bir film. Yönetmenin son dönem çalışmalarından biri olan eser, Kıbrıs savaşından önce ve tamamı adada çekilen, Yeşilçam tarzı bir hikâyeyi Yeşilçam kalıpları dışında anlatmaya soyunması ile ilgi çeken bir çalışma. Akad’ın otobiyografisi “Işıkla Karanlık Arasında”da hakkında “… çelişkinin olmasına karşın dram yok” ve “dram taşımıyor olmasına ve orta karar kabul edeceğimiz bir yönetime…” cümleleri ile bahsettiği film onun “Çelişki, çatışma yok ama drama düşmüş insan veya insanlar var” diye tanımladığı bir hikâyeye sahip. Dönemin filmlerinden bu özellikleri ile ayrılan filmin hiç iş yapmasının beklenmediğini ama “beklenenden çok daha iyi iş yaptığını” söylüyor Akad ve bunun üzerinde sonraki filmlerinde de durmaya karar veriyor. Evet, farklı bir film bu ve hikâyesini inceliklerle anlatan ve genç karakterlerine sevgisini çok net ortaya koyan bir yönetmenin sade yönetimi ile ilgi çekmeyi de başarıyor. En dramatik anlarının bile altını çizmemeyi tercih eden Akad’ın ilgi kadar saygıyı da hak eden tercihleri ile sinemamızın o dönemdeki kayda değer filmlerinden biri bu ve kimi kusurlarına karşın görülmesi gerekli bir çalışma.

Temmuz 1974’teki Kıbrıs harekâtından yaklaşık yedi ay önce çekimlerine başlanan ve Nisan ayında, savaştan sadece üç ay önce gösterime giren filmin bir kısmı, Akad’ın “Maraş denilen terk edilmiş yazlık mahalle”diye tanımladığı bölgede çekilmiş ve savaşa giden süreçteki çatışmaların izlerini getiriyor karşımıza bu anlarında. Akad, “bütün savaşların her iki taraf için aslında peşin bir yenilgi olduğunu, canlı bir örnekle, gözlerimizin önünde görüyoruz” diye tanımladığı bölgedeki boş sokakları ve evleri hikâyesinin parçası yapmayı denemiş ve mütevazî ölçüler içinde başarmış da bunu. Adadaki gerilimi ve savaşı doğrudan konusu yapmıyor hikâye ama Hulusi Kentmen ve Turgut Boralı’nın canlandırdığı iki babacan karakterin çatışmalara gönderme yapan kimi diyaloglarında değiniyor bu konuya. Akad’ın, Erol Keskin’in katkısı ile yazdığı senaryonun asıl derdi bambaşka ve açıkçası hikâyenin Kıbrıs’ta geçiyor olmasının da hiçbir önemi yok. Paranın esir aldığı hayatları yaşamaya karşı çıkan film, zengin, güçlü ve kötü karakterinin ağzından dile getirdiği “sermayenin bir özelliği de her bayrak altına girebilmesidir” cümlesi ile derdinin sermaye ile olduğunu net bir şekilde söylüyor. Genç aşıklarımızın isyan ettiği esir hayatları sert bir şekilde eleştiriyor film ve Akad’ın ince anlatımı ile, “gözyaşlar”ına hemen hiç başvurmadan ortaya koyuyor “mesaj”ını. Hikâyenin ilk yarısındaki küçük mizah anlarının fazlası ile Yeşilçam’ı çağrıştırması ve ikinci yarının atmosferi ile pek örtüşmemesi gibi bir kusuru olan filmde Metin Bükey’İn “müzik direktörü” olarak konuşmasız hemen her ânı müzikle doldurmuş olmasının neden olduğu bir problem de var. Daldan dala atlayan tarzı ile bu -elbette bir yerlerden apartılmış- müzikler fazlası ile öne çıkıyor ve filme zarar veriyor bu kullanım şekli.

Tekstil mühendisi ve yoksul bir aileden gelen erkek (Tarık Akan) ile zengin bir ailesi olan ve Paris’te Güzel Sanatlar okumuş kadının (Perihan Savaş) çatışma ile başlayıp aşka dönen ilişkilerinde, hikâyenin yerel olma / Batıya özenme üzerinden giriştiği millîlik telâşı dönemin koşulları da düşünülerek anlaşılabilir belki ama Akad’ın iki karakteri Kıbrıs’ta kendisine hiç yakışmayan zayıflıktaki sahnelerde bir turistik geziye çıkartıp, camiye çevrilen kilise veya “Türk mimarlığının inceliğini gösteren” eski Türk evleri üzerinden nerede ise propagandaya soyunması çok rahatsız edici. Bu sahnelerde Akan’ın karakterinin sesinden adeta bir kamu spotu sığlığına sahip cümlelere maruz bırakılmamız unutulacak gibi değil, olumsuz anlamda elbette. Bu sahnelerin bir bölümünde genç aşıklar terk edilmiş evleri ve sokakları da geziyor ve Akad’ın birkaç kez karşımıza getirdiği, vitrinde tek başına duran plastik manken görüntüsü üzerinden dokunaklı kareler de yakalanıyor ama sinema olarak Akad’dan beklenmeyecek zayıflıkta genel olarak bu sahneler. Perihan Savaş’ın bu sahnelerdeki nerede ise trajik yüz ifadesinin Akan’ın turistik tanıtım yapan sesi ile eş zamanlı kullanılması da hayli tuhaf. Özellikle ilk yarıdaki bu problemler, Akad’ın Yeşilçam’dan uzaklaştığını ama gittiği yerin de bir parça vasat olduğunu söylüyor bize ama neyse ki sonra toparlıyor Akad ve ilk yarıdaki hikâyenin ilerleyememe problemini de çözüyor çoğunlukla.

Düğün sahnesinin Rauf Denktaş’ın evinde çekildiği filmde Akad’ın yönetmenliği genel tarzına uygun olarak ve burada daha da fazlası ile sade ama yine kimi incelikleri barındırıyor içinde. Örneğin iki aşığın hipodromdaki kaçma sahnesi diyalogsuzluğu, yalınlığı ve ustaca çekilmiş ve kurgulanmış planları ile kesinlikle çok etkileyici. “Kurulu düzeni yıkmaya kalkan herkes belli bir tehlikeyi de göze almalı” diyerek sisteme karşı çıkmanın hiç de kolay olmadığını hatırlatan hikâyesi ile sisteme toptan ve örgütlü bir karşı çıkışı olmasa bile bireysel bir isyanı teşvik eden filmde aslında kaçırılan önemli bir fırsat da var: Esiri olduğu hayatın neden olduğu mutsuzluğu ile yaşamak zorunda kalmanın trajedisini her nefesinde hisseden Kamer karakterinin (Suna Selen hayli incelik dolu bir oyunla oynuyor bu karakteri) hikâyesi açıkçası iki baş karakterimizinkinden daha çekici olabiliyor kimi zaman ve finalde onun akıbetinin “unutulması” da dikkat çekiyor.

Kusurlarına rağmen, Akad’ın filmi sinemamızın ilgiyi hak eden ve dürüst duruşu ve bir derdi olması ile önemi artan filmlerinden biri. Başrollerdeki Tarık Akan ve Perihan Savaş’ın üzerlerine düşeni yaptığı, Kentmen ve Boralı ikilisinin sinemamızda en iyi çizilmiş erkek dostluklarından birini başarı ile sergilediği ve koca bir sistem karşısında umudu diri tutan hikâyesi ile de görülmesi gerekli bir film.