An – Naomi Kawase (2015)

an“Harlı ateşte pişirmek fasulyeye hakaret olur. Fasulyelerin şekerle anlaşmasını beklemek zorundayız. Bu, tıpkı biriyle ilk kez çıkmak gibidir: Birbirini tanımak için zamana ihtiyaç vardır”

Yalnız bir adam, onun işlettiği tatlıcı dükkanına gelerek orada çalışmak istediğini söyleyen yaşlı bir kadın ve mutsuz bir genç kızın hikâyesi.

Japon yönetmen Naomi Kawase’den zarif ve dingin bir film. Durian Sukegawa’nın romanından Kawase’nin uyarladığı film “dorayaki” adı verilen bir tür Japon tatlısının (içinde şekerle ezilmiş fasulye olan bir tür krep) satıldığı bir dükkanın etrafında geçiyor temel olarak. Üç temel karakteri olan hikâye yaşam sevgisi, özgür olma ve yaşamı tüm unsurları ile kucaklayabilmek üzerine sakin bir su gibi akan, olaylara değil karakterlerin duygularına ve değişimlerine odaklanan ve kimi bilinen söylemlerine karşılık seyircisini de mutlu eden bir çalışma.

“Dorayaki” iki hamur parçasının arasına koyulan şekerli fasulyeden (filme adını veren “an” bu şekerli ezme) oluşan krep türü bir tatlı özetle. Bu tatlının satıldığı dükkanı işleten adam dükkan sahibine olan borcu nedeni ile çalışmak zorunda kalmış bu işte ve tatlı ile de pek arası yok aslında. Bir gün dükkanına gelen yaşlı ve romatizma nedeni ile ellerini pek de rahat kullanamadığını söyleyen bir kadın orada çalışmak istediğini söyler ve denemesi için kendi yaptığı ezmeyi bırakır adama. Dükkana sık sık gelen ve liseye devam etmesine annesinin izin vermediği ve çalışmasını istediği bir genç kız da hikâyenin üçüncü ana karakteri olarak çıkar karşımıza. Temel olarak seyrettiğimiz, adamın ve genç kızın yaşlı kadından etkilenmeleri, kendilerini ve dünyayı algılama biçimlerini sorgulamaları ve -özellikle de adam için geçerli olmak üzere- “özgürlüklerine kavuşmaları”nı anlatan bir hikâye. Yaşlı kadının kiraz ağacı çiçeği sevgisinden, dükkanın önündeki muhteşem kiraz ağacından ve olağanüstü güzelliği ile çiçek açan bu ağaçlardan dolayı hayli “Japon” görünen hikâye dükkanın bir süre sonra şekil değiştirerek “Batı usulü” tatlı satacak olması nedeni ile de bu görüntüsünü destekliyor gibi olsa da anlatılan kesinlikle evrensel boyutları olan bir hikâye. Evet “an” bir Japon tatlısı ama seyrettiğimiz hepimize hitap eden bir çalışma.

76 yaşındaki kadının sonradan ortaya çıkan sırrı, önyargıların bireylerin (veya birey gruplarının) özgürlüklerini nasıl acı bir biçimde kısıtladığını gösterirken bize, filmin ana temalarından birinin de örneği oluyor. Evet, özgürlük hikâyenin tam göbeğinde sürekli olarak: Yaşlı kadının kendisi ile benzer durumda olanların bir zamanlar ifade ettiği gibi “güneşe çıkabilme” arzusu, adamın para nedeniyle elinden alınmış özgürlüğü, genç kızın okula devam edebilme özgürlüğünden yoksun bırakılması ve hatta kafesteki kanarya… tüm bunlar filme hüzün katan özgürlük arayışını gündemde tutuyor sürekli olarak. Ve tüm kısıtlamalara karşın yaşamı sevmeyi, dünya üzerindeki her canlının ve nesnenin anlatacak bir hikâyesi olduğuna inanıp bu hikâyeyi duymaya çalışmayı ve telâş içinde değil hissederek ve dinleyerek yaşamayı öğütlüyor ama bunu bir ders vererek değil kendisi de aynen bunu yaparak beceriyor hikâye. Yapım süreci uzun uzun gösterilen tatlıdan dökülen kiraz çiçeklerine veya ağaç dalları arasından görünen aya kadar filmin her karesi bu öğüdü kendisinin de içselleştirdiğini gösteriyor bize. Fasulyelerle konuşulup onların topraktan bize ulaşana kadar yaşadıklarının dinlendiği bir dünyadan (kısa ama büyülü bir sahne!) hamurun içindeki şekerli fasulye ezmesinin hazır olarak satın alındığı bir dünyaya geçişin izleri de Naomi Kawase’nin zarif sinema dili ile geliyor karşımıza içimizi buran bir şekilde. Yine de finaldeki özgüven ve özgürlüğün verdiği mutluluk ifadesinin bir örneği olduğu pek çok unsuru filmi kötümserlikten epey uzak bir noktaya taşıyor kesinlikle.

Sabır, sevgi ve özen ile yapılması gereken fasulye ezmesi gibi, Kawase’nin filmi de bu üç kavramla seyredilmesi gereken bir çalışma. David Hadjadj’nin piyano müziğinin zarif bir şekilde eşlik ettiği film olayların birbirini takip ettiği, karakterlerin epik mücadeleler verdiği türden yapımlardan değil çünkü. Yaşlı kadını canlandıran ve 1966 yılından beri sinemada çalışan Kirin Kiki ve adamı oynayan Masatoshi Nagase’nin karakterlerini dingin bir güçle karşımıza getirdiği filmde ulaştıkları duygusal nokta hayli yüksek gerçekten ki iki oyuncunun sade performanslarını düşününce bu başarı çok daha çarpıcı oluyor. Genç kızı oynayan Kyara Uchida da (Kirin Kiki’nin gerçek hayatta torunu aynı zamanda) üzerine düşeni yapıyor ve yaşlı kadının arkadaşı rolündeki ve 1957’den beri sinema ve televizyonda oynayan Etsuko Ichihara ile birlikte filme katkı sağlıyorlar. İlk kez bu filmde görüntü yönetmeni olarak görev alan Shigeki Akiyama da filmin zarif bir meditasyonu andıran atmosferini besliyor ve zenginleştiriyor.

“Doriyaki” adındaki tatlıya ve içindeki “an” adlı fasulye ezmesine olduğu kadar kiraz çiçeklerine de adandığını söyleyebileceğimiz filmin duygusal yaklaşımı pek yeni olmayabilir ve Kawase’nin alçak sesle anlatımına karşın kimileri filmi “fazla duygusal” bulabilir belki ve açıkçası hikâye o derece güçlü de değil. Ne var ki yemek pişerken “buharın değişen kokusunu” takip etmeye çağıran bu film için pek de önemli değil bu kusurlar. Görülmesi gerekli bir çalışma.

(“Sweet Bean” – “Umudun Tarifi”)

Where The River Runs Black – Christopher Cain (1986)

where-the-river-runs-black“Yıka onu, giydir ve saçını da kes!”

Amazon ormanlarında büyüyen bir vahşi çocuğun bir rahip tarafından “medeniyet”e götürüldükten sonra yaşadıklarının hikâyesi.

David Kendall’ın “Lazaro” adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosu Neal Jimenez ve Peter Silverman tarafından yazılan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim ise Christopher Cain. Tamamı Brezilya’da çekilen film bir “vahşi çocuk uygarlığa gelir” hikâyesi anlatıyor temel olarak. Bunu anlatırken biraz kafası karışıyor zaman zaman ve çoğunlukla da çocuklar/gençler için düşünülmüş bir hikâyenin büyükler de düşünülerek değiştirilmiş hâli gibi duruyor. Buna karşılık, yönetmen Cain’in uygun bir şekilde hafif dozda tuttuğu düşsel anlatımı, genç oyuncularının başarısı ve kolayca aşırı bir duygusallığın kollarına düşebilecek bir hikâyeyi bu tuzaktan kaçınarak anlatabilmesi ile ilgiyi hak eden bir film.

James Horner’ın hikâye için gereğinden fazla iddialı ve süslü görünen ama hikâyenin dram duygusunu kesinlikle zenginleştiren müziği eşliğinde anlatılan hikâye bir rahibin günah çıkarması ile açılıyor ve bu ayin sırasında on yıl önce başlayan hikâye de karşımıza gelmeye başlıyor. Bir bakıma film finali ile başlıyor denebilir bu açıdan ve neden olduğu anlaşılamayacak şekilde birkaç kez daha bize hitap eden anlatıcının da gereksiz katkısı ile ilerliyor film. Genç bir rahibi büyülü bir şekilde baştan çıkaran bir gizemli kadın, onların birlikte olmasının hemen ardından rahibin ölümü, bu birlikteliğin sonucu olan bebeğin doğumu ve annenin öldürülmesinden sonra çocuğun tek başına ormanda ve koruyucusu olan Amazon’daki yunuslar eşliğinde büyümesi ve daha sonra “kurtarılarak” şehire götürülünce yaşadıkları… Film tüm bunları anlatırken nehirdeki doğal yaşamın tarafında olduğunu belli ediyor ve aslında iki hayatın bir karşılaştırmasına da doğrudan pek girişmiyor. Bunun yerine doğa ve hayvanlar ile uyumlu bir yaşamı ve şehirdeki şiddet, sevgisizlik ve yozlaşma dolu bir hayatı karşılaştırmaya girişmeden, hatta seyirciye bu hissi de hiç vermeden getiriyor karşımıza. Bu tercih bir yandan klişe bir doğal ve doğal olmayanın zıtlığı yaklaşımından kurtarıyor bizi ama finaldeki tercihin etkisini de zayıflatıyor. Aslında bu nokta filmin bir parça kafasının karışık olmasının da sonucu: İkinci yarısının hemen tamamı bir intikam hikâyesi olarak geçiyor filmin ve önemli olsa da filmin asıl derdi ile pek ilgisi olmayan bu tema filmi bu yarıda daha çok ilk gençliklerini yaşayanlara yönelik bir hikâyeye dönüştürüyor. Bu da filmi zenginleştiren yarı-büyülü havanın bir parça gölgede kalmasına neden oluyor. Genel temposunun, filmin hitap eder gibi göründüğü yaş grubu için bir parça yavaş olması da doğru olmamış gibi duruyor.

Film durduğu tarafı tutarlı bir şekilde koruyor hikâye boyunca. Yaşlı rahip ile genç rahibin konuştuğu sahnede ikisinin farklı tercihleri ve kilisenin görevleri konusundaki anlaşmazlıklarından ormanda geçen sahnelerde başarılı ses kurgusunun da yardımı ile elde edilen büyülü havaya, çocuğun yunuslarla ilişkisinden şehirdeki yoz hayata, film doğal olanın yanında durduğunu sürekli olarak söylüyor bize. Bunu yaparken de insanın doğadan uzaklaştıkça ve doğayı tahrip ettikçe dünyanın kötü yönde değiştiğini söylüyor zarif bir şekilde anlatılmış hikâyesi ile. Yöreye okul ve hastane yapmak isteyen idealist genç rahibi canlandıran Peter Horton’un fiziksel özellikleri ile İsa’yı andırması; rahip ile ilişki yaşayan kadının bu ilişki öncesinde rahibin boynunda asılı olan haçı çıkarıp kendi boynuna asması; “baştan çıkmış” olan rahibin köyüne dönerken nehirde önce tuhaf sesler duyması, elini artık boynunda olmayan haça dokunmak istercesine boynuna getirmesi ve ardından adeta kaybettiği “bekâret”inin bedeli olarak hayatını kaybetmesi filme dinsel bir hava katıyor gibi görünüyor ama hikâyenin böyle bir derdi veya mesaj kaygısı yok kesinlikle. Aksine iki rahibin konuştukları sahnede olduğu gibi, film dinin değil, insanların; bir inancı dikte etmenin değil, sevginin ve dayanışmanın peşinde sürekli olarak ve bunu hiç dolandırmadan söylüyor bize.

Bir vahşi çocuk filmi gibi başladıktan sonra başka noktalara kayarak odağını dağıtan filmin Juan Ruiz-Anchia imzalı görüntüleri filmin çekicilik kaynaklarından biri. Hikâyesini sesini yükseltmeden anlatan filmin özellikle doğa sahnelerinde hayli başarılı/büyülü kareler getiriyor önümüze Anchia’nın çalışması ve nehir üzerinde önce tek tük damlalar halinde başlayan ve daha sonra sağanağa dönüşen yağmur sahnesinde olduğu gibi hayli etkileyici de oluyor bunlar. Benzer bir etkileyiciliğe altın madeninde çalışan binlerce işçinin görüntülediği sahne de sahip ki bu anlar aynı zamanda filmin “politik” olarak durduğu yeri de destekliyor. Çocuğu oynayan Alessandro Rabelo’nun (ki sadece bu filmden oluşuyor oyunculuk kariyeri) bakışlarını ve sessizliğini de özenle kullanan filmi bir yarım başarı olarak özetlemek mümkün. Ne anlatacağına karar verememiş olması sorunlarının en önemlisi ama yine de ilgiyi hak eden bir film bu.

(“Nehirler Siyah Akacak”)

Kiraz Çiçekleri – Yasunari Kavabata

kiraz_cicekleri1968 yılında Nobel kazanan Japon yazar Yasunari Kavabata’nın bu romanı Nobel Komitesi’nin ödülü açıklarken adını andığı üç kitabından biri olmuştu. Ülkesindeki ilk yayımlanma tarihi 1962 olan roman iki kez de sinemaya aktarılmış (bir üçüncüsünün de çekimleri sürüyor) Japon yönetmenler tarafından: 1963 yılında Noboru Nakamura ve 1980 yılında Kon Ichikawa tarafından yönetilen filmlerin ikisi de romanın orijinal adı olan “Koto” ile yer bulmuşlar beyazperdede. Romanın orijinal adı Kyoto şehrini anlatırken, İngilizce baskısı Kyoto’nun Tokyo’dan önceki statüsüne gönderme yaparak “The Old Capital” adı ile yapılmış. Bizdeki “Kiraz Çiçekleri” adı bir yandan romanın önemli temalarından birini dillendirmesi ile doğru ama öte yandan romanın temelde Kyoto şehrine yazılmış bir “aşk mektubu” olduğu gerçeğini atlamış oluyor.

Kimono tasarımcısı bir adam ile eşinin evlatlık kızları olan 20 yaşındaki bir genç kadının hikâyesini anlatıyor kitap ama bilindik anlamda bir olay akışı yok aslında romanın. Kadının haberinin olmadığı ikizi ile tesadüfen karşılaşması, ebeveynleri ve etrafındaki gençlerle ilişkileri bir parça hüzün içeren, biraz masalsı bir hava ile anlatılıyor okuyucuya ama bu anlatılanlardan çok Kavabata’nın detayları kaçırmayan gözlem ve tasvirlerle bize çizdiği şehir resmi önemli olan. Burada şehiri aslında belki de şehirin kendisinden çok, doğası, kültürü ve gelenekleri üzerinden düşünmek gerekiyor. Yılın hemen tüm zamanlarına yayılmış festivalleri ve bu festivallerin genellikle doğa ile sıkı ilişkisi, bir kimono veya kimono kuşağı deseninin tasarımı veya kumaşının dokunması, bu tasarımların yine doğadan esinlenmesi, manastır ve tapınaklar, dağlar, ağaçlar, elbette kiraz çiçeklerinin de aralarında olduğu tüm çiçekler ve servi ağaçları… Romanın her satırına sinmiş bu öğeler ve karakterlerin her düşüncesi, duygusu ve davranışına da etki veya eşlik ediyor gibi görünüyorlar. Roman doğrudan bir “kaybolan dünyaya” ağıt söylemiyor asla; bunun yerine satır aralarına sinmiş gözlemlerle bu değişimi bir parça da hüzün içeren bir şekilde dile getirmeyi tercih ediyor. Şehirde gezen Amerikalı kadınların bir kimono ve kumaş dükkanından Sony radyo alması, tasarımların yabancıların zevkine göre değişiyor olması, şehirdeki evlerin öğrenci ve turistler nedeni ile pansiyonlara dönüşmeye başlaması veya genç kadının ailesinin işinin eski günlerinin havasını yitirmiş olması roman boyunca, altı çizilmeden ve kimi zaman bir karakterin cümlesinin, kimi zamansa bir gözlem cümlesinin parçası olarak geliyorlar önümüze. Kavabata bir yerli ve yabancı karşılaştırması yapmaya veya bir milliyetçi yaklaşım üretmeye çalışmıyor; yaptığı bir şehiri ve insanlarını tüm gelenekleri, kültürleri, yaşam ve davranış biçimleri ile anlatmak ve bunu alçak gönüllü bir biçimde gerçekleştirmek sadece.

“Çiçek seyretme gezileri”ni, “servi seyretme gezileri”ni, dağın değişen renklerinin veya yağan yağmurun ve karın büyülenmiş bir şekilde seyredildiği bir dünyayı anlatan roman bir olay örgüsünün peşinde olan okuyucuya göre değil belki ama şöyle bir durup düşünmek, içinde bulunduğu telaşa ara verip bir nefes almak ve insanın doğa ile bağının nasıl gerekli olduğunu ve onu yitirmenin aslında kendimizi yitirmek demek olduğunu anlamak isteyenler için çekici bir kitap bu, elbette bir de Japon kültürü meraklıları için.

(“Koto”)