“Artık yaşamıyorum. İki dalga arasında sürüklenen bir beden gibiyim: canlı ve ölü. Bir hortlak gibi. Aynaya bakınca kendini tanımazsın; bildiğin her şey silinmiştir; zamanın daha hızlı akmasını istersin ama zaman durmuştur; sanki sen ölmüşsün ve kimse bunun farkında değilmiş gibi”
Mahallelerinde uğradığı bir saldırıda defalarca bıçaklanarak öldürülen bir kadının çığlıklarını “duymayan” 38 tanığın hikâyesi.
Belçikalı oyuncu ve yönetmen Lucas Belvaux’nun 2012 tarihli ve şimdilik son filminin senaryosu, 1964 yılında New York’ta yaşanan bir olaydan esinlenen Fransız Didier Decoin’in romanından yönetmenin kendisi tarafından yazılmış. Herkesin çığlıkları duyduğu ama ne olup bittiğini öğrenmek veya olanı durdurmak için polisi aramak gibi bir çaba göstermediği cinayetin tanıklarından birinin duyduğu vicdan azabı üzerinden ilerleyen hikâye suçluluk duygusu, bireysel güvenlik alanını koruma kaygısından kaynaklanan uzak durma, adalet ve vicdan gibi kavramlarla ve bilinçli olarak soğuk bir anlatımla aktarılıyor seyirciye. Belvaux’nun beceri ile yarattığı atmosferin seyredeni kesinlikle etkileyeceği ama soğukluğun da bir kısım seyirci için uzaklaştırıcı bir özellik taşıyacağı bir film karşımızdaki.
Topluluk psikolojisini araştıranlar bir suça tanık olan bireyin tanıklığında ne kadar yalnızsa suça engel olmaya çalışma ihtimalinin o kadar yükseldiğini, buna karşılık ortada fazla tanık olduğunda insanların olaya karışmama eğilimi gösterdiğini söylüyorlar. Hikâyemiz de tam olarak böyle bir durumun örneğini veriyor. Dakikalar süren bir cinayet eylemine bırakın engel olmayı, polisi dahi aramayan 38 tanık söz konusu burada. Kendilerini dahi ikna edecek şekilde hiçbir şey duymadıklarını, görmediklerini söyleyen bu tanıklar olayı unutmayı başarmış görünüyorlar ta ki içlerinden biri kendisi ile hesaplaşmasına yenik düşene kadar. Senaryomuz hikâyeye olayı araştıran polislerin yanısıra tanıklardan birinin nişanlısını ve bir gazeteciyi de katarak olan bitenin dışında olanların gözlerinden de bakmamızı sağlıyor bu garip duruma. Dolayısı ile polislerden birinin kendisini yapmak zorunda hissettiği şey, gazetecinin gerçeği öğrendikten sonra bu açıklaması zor durumu yazıp yazmama konusundaki tereddüdü ve nişanlının gerçeği öğrenmesi ile kaçan huzurunu ve bozulmaya yüz tutan beraberliklerini kurtarma çabası hem hikâyeye derinlik katıyor hem de tuhaflığın asıl kahramanı olan 38 tanığa seyircinin fazla duygusal reaksiyonlar vermesinin de önüne geçmiş oluyor. Ne var ki bu duyusallık eksikliği zaman zaman filmin gereğinden fazla soğuk görünmesine de yol açmıyor değil. Popüler sinemanın vicdan azabı ve/veya suçluluk duygusu gibi kolayca sömürebileceği bir temaya başarılı görüntü çalışmasının da dozunu artırdığı bir soğukluk ile yaklaşılmasının seyircinin hikâyenin içine girmesini zorlaştırdığını söylemek gerekiyor. Yine de bu bilinçli tercihin filme kazandırdıkları daha ağır basıyor kanımca. Sonuçta karşımızda tümü sıradan ve normal olarak nitelenebilecek otuz sekiz insan var ve neden hiçbirinin herhangi bir şey yapmadığını açıklamak imkânsız; böyle bir durumu sinema perdesinde karşımıza getirirken duygudan duyguya savrulan bir biçim ve içerik bu tuhaflığı bastırabilir ve asıl noktanın gözen kaçmasına neden olurdu diye düşünmek mümkün.
Çağdaş toplumların parçası olan insanların aşırı bireyselleşmiş olmalarının sonuçlarından biri belki de karşı karşıya kaldığımız hikâye. Kendileri karışmadıkları gibi karışanları da gammazlık ile suçlayabilen insanların bireysel güvenlik alanlarını başkalarının acılarına gözlerini ve kulaklarını tamamen kapamalarına yol açacak bir hassasiyetle korumaya çalışmalarına tanıklık etmemizi sağlıyor hikâye ve yukarıda bahsettiğim soğukluğun bu tanıklığımıza engel olmasına da izin vermemek gerekiyor. Aksi takdirde o otuz sekiz kişinin yaptığından farklı bir şey yapmamış olacağız çünkü. Yine de Belvaux’un yalın ve sakin anlatımı elden bırakmadan elde etmeyi başardığı duygusal etkileyiciliği filmin tümüne yaymasını beklemek de seyircinin hakkı olsa gerek. Uyuyan sevgiliye itiraf ve tümü ile başarılı olan finaldeki cinayet anını yeniden canlandırma sahneleri örneğin, seyirciyi yüreğinden ve filmin asıl hedef noktası gibi görünen beyninden vuracak güzellikte kotarılmışlar.
Filmin yeterince başarılamamış görünen bir yanı da gazeteci karakterinin hikâyedeki yeri, daha doğrusu karakterlerle ilişkisinin gelişimi. Hem bu gelişim bir parça zayıf kalmış hem de onun gerçeği yazmasının herhangi bir yarar sağlayıp sağlamayacağı ve hatta bir zarar verip vermeyeceği konusundaki tereddüdü daha iyi işlenebilirmiş açıkçası. Nişanlının limanda arabası ile hızlıca sürerek yaptığı ve anlaşılan kahramanımızın kafa karışıklığının sembolü olarak düşünülen kısa yolculuğun da fazla basit ve filmin duygudan uzak durmaya çalışan tavrı ile çelişkili olduğunu söylemek gerek.
Filmin önemli başarılarından biri ise Pierric Gantelmi d’Ille’in kamerasından bize yansıyan görüntüleri. Burada görüntülerin “güzelliği” değil söz konusu olan; kameranın hikâyenin geçtiği sokağı hemen hep tanıkların gözü ile karşımıza getirecek şekilde yerleştirilmesi görüntüleri değerli kılan. Çoğunlukla ıssızlığı ve sessizliği çağrıştıran veya sergileyen görüntüler (bu “sessizlik” filmin başarılı ses tasarımını takdir etmeye engel olmamalı) kalabalık içinde yaşayan ama yalnızlığını veya bireysel alanını sonuna kadar sahiplenen büyük şehir insanlarını çarpıcı bir biçimde hissetmemize olanak veriyor kesinlikle. Vicdan azabı içindeki tanığımızı canlandıran Yvan Attal, gazeteciyi oynayan Nicole Garcia ve tanığın nişanlısı rolündeki Sophie Quinton pek öne çıkmıyorlar oyunculukları ile. Garcia karakterinin bir parça şematik olmasının acısını çekerken Attal kendisini en korkunç sorgulamaların içinde bulan karakterini filmin “soğuk” atmosferi içinde fazla öne çıkaramıyor. Quinton ise senaryonun duygusallığına en fazla yüklendiği karakteri oynasa da seyirciye her anında yeterince geçiremiyor bu duyguyu sanki.
Karanlık olmayı seçmiş film bu karanlığı, hesaplaşmalar ile ilgili diyalogları ve özellikle büyük şehirlerdeki, iç içe yaşasalar da birbirlerini hemen hiç tanımayan insanlara tuttuğu ayna ile görülmeyi hak eden bir çalışma. Dozunda tutulmuş stilize anlatımı ile de zenginleşen film seyircisini vicdanı ve içindeki iyi insan olma dürtüsü ile yüzleşmeye çağırıyor; bu yüzleşmeyi dürüstçe yapmayanların vicdanları tıpkı filmdeki gibi karşı evin penceresinden kendilerine sessiz ve kararlı bir şekilde bakarak hesap soracak çünkü.
(“38 Witnesses” – “One Night” – “38 Şahit”)