Sultan Gelin – Halit Refiğ (1973)

“Aha, kız gelin; yepyeni bir güvey sana. Gönlünce büyüt, çıkar ortaya; ama buna iyi sahip çık ha! Kaçırma elinden, sıkı tut”

Başlık parası karşılığında evlendirildiği adamın düğün gecesi ölmesi üzerine kendisini meta konumuna sokan muamelelerle karşılaşan bir köylü kadının hikâyesi.

Cahit Atay’ın 1965 tarihli aynı adlı tiyatro oyunundan uyarladığı senaryosunu yazan Halit Refiğ’in, yönetmenliğini de yaptığı bir Türk filmi. Özellikle köy odaklı oyunlar yazan ve meselesini sık sık trajikomedi atmosferi içinde ele alan Atay’ın oyununu beyazperdeye tiyatro havasından uzaklaştırarak ama hedeflediği sinema düzeyini de yakalayamadan taşıyan Refiğ’in filmi en temel çekiciliğini başroldeki Türkân Şoray’ın varlığından ve ilginç öyküsünden almış. Senaryonun problemleri, kimi hatalı oyuncu seçimleri ve trajikomedinin komedi kısmının “amaçlanmamış” görünmesi filme pek de önemsiz olmayan zararlar vermiş ama yine de konusu, kadını meta olarak gören toplumsal yapıyı net bir şekilde eleştirmesi ve Refiğ’in görüntü yönetmeni Cahit Engin ile birlikte yakaladığı görselliğin zaman zaman ulaştığı başarı yapıtı görmeye değer kılıyor.

Tiyatro dışında radyo için de oyunlar yazan ve ağa düzeni, töre baskısı, kan davaları ve dinsel sömürünün de aralarında olduğu konularla ülkemizin köy yaşamı odaklı eserler üreten Cahit Atay’ın iki yapıtını sinemaya taşıdı Yeşilçam. “Sultan Gelin” 1973’te Halit Refiğ’in senaryosu ve yönetmenliği ile, 1974’te ise 1964 tarihli “Ana Hanım Kız Hanım” oyunu Tarık Dursun Kakınç’ın senaryosu ve Atıf Yılmaz’ın yönetmenliği ile ve “Kuma” adı ile beyazperdeye taşındı. “Sultan Gelin” içerdiği unsurlar ile Cahit Atay’ın tipik oyunlarından biri ve Refiğ senaryosunda bu unsurları koruyarak çekmiş filmini. Örneğin açılış sahnesindeki pazarlık Atay’ın meselesinin ne olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Bir inek ve aralarından biri Sultan (Türkân Şoray) olan birkaç köylüyü görüyoruz bu sahnede; Sultan tedirgin bakışlarla ve sessizce bir yayıkta tereyağı yapmak için çalışırken, diğerleri bir açık artırma havası içinde fiyat yükseltmektedirler malı alabilmek için; bu mal ise görüntüdeki inek değil, Sultan’ın kendisidir! Güzel, genç, güçlü, sağlıklı ve çalışkan Sultan’ın hikâye boyunca hep karşı karşıya kalacağı “mal muamelesi”nin ilk örneğidir bu sahne ve “Şu kıza bak; motor gibi, traktör gibi. Tepe tepe kullan, al hayrını gör” ifadesi ile biten pazarlıktan galip çıkan köyün zengini Kâzım (Ali Özoğuz) olur. Sultan’ı “ara sıra çarpıntısı olan” oğlu Osman (Cemil Paskap) için almıştır Kâzım. Bu ilk bölümler filmin problemlerinden birine, komedisinin gerçek kılınamaması ve trajikomedinin iki ana unsurundan birinin gerektiği şekilde yaratılamamış olmasına da ilk örnek oluyor. Sultan’ı sahnenin -fiziksel görünüm olarak ve Şoray’ın karşı konulamaz çekiciliği yüzünden- o derece önemli bir parçası yapıyor ki kamera, en başından anlıyoruz ki inek değil, kadındır burada söz konusu olan mal. Sahnenin vuruculuğunu azaltan bu durum, hikâye boyunca tanık olacağımız gibi, eleştirel mizahın çoğunlukla arada kaynayıp gitmesine ve hatta bazen de, komedinin aslında hedeflenmediğini ve senaryonun başarısızlığının dramın mizaha dönüşmesine neden olduğunu düşünmemize yol açıyor. Bir başka ifade ile söylersek, hikâyenin doğasındaki absürtlük sanki istenmeden oluşmuş gibi görünüyor; bu absürtlük senaryoda ve görsel olarak daha iyi işlenebilseydi filmin önemli kozlarından biri olabilirdi kesinlikle.

Filmin ana eleştiri alanlarından biri erkeklere biçilen rollerin onlara yükledikleri: Oğlu Osman’ın askerde çürüğe çıkmasına neden olan zayıflığının sonuçlarına sürekli olarak tanık olan babanın ısrarla bu durumu ret etmesi, oğlundan geleneksel erkek rolüne girmesini beklemesi ve bunu onur ve namus meselesi yapması erkeklerin başka şekillerde de olsa, kadınlar gibi törelerin kurbanı olduğunu gösteriyor. Osman’ı canlandıran Cemil Paskap’ın uygun fiziğinin de katkısı ile mizahın doğal göründüğü nadir anların kahramanı olduğu film, bu bağlamda “gerdek gecesi” gelenekleri üzerinden de tekrarlıyor eleştirilerini. Gerdek odasının anahtar deliğinden gözetlemeler, Osman’ın üzerinde hayli sakil duran “sert koca” tavırları ve o ana kadarki karakteri ile pek de uymayan bir şekilde Sultan’ın idareyi ele alarak “kanlı çarşaf üretmek” zorunda kalması gibi farklı örnekleri var bu eleştirinin daha hikâyenin başlarında karşımıza çıkan. Gerek kadın gerekse erkekler üzerinde farklı alanlarda ve kadının aleyhine olarak farklı dozda oluşan baskılar filmin ana temalarından biri ve Atay’ın oyununun bu konuda sağladığı malzemeyi net bir şekilde seyircinin önüne koymaktan çekinmiyor film. Çekinmiyor vurgusu önemli; çünkü Yeşilçam’ın bu boyutta ve her iki cinsiyeti de ilgi alanına yerleştirerek eleştirel bir tavır takınması o dönemde pek de yaygın değildi tahmin edilebileceği gibi. Filmin anti-Yeşilçam bir yanı daha var: Sultan’ın kayınpederini klasik bir “Yeşilçam kötüsü” olarak resmetmiyor senaryo; evet, Sultan’ın bir mal olarak alışveriş ve pazarlık konusu olmasında en önemli aktörlerden biri o ve oğlunu ağır bir yükün altına sokan da yine kendisi ama bunun arkasındaki asıl suç gelenekler ve toplumsal baskı karşısında bir baba olarak kendisinin yerleşmek zorunda kaldığı konum. Senaryo pek çok sahnede onu anlayışlı biri olarak da gösteriyor ve bir bakıma onun da bir kurban olduğunu söylüyor sanki.

Bir kadının kocasını kendisinin büyütüp yetiştirmesi gibi ele aldığı malzeme açısından trajikomik yanı hayli güçlü bir hikâyesi olan filmde Halit Refiğ, sayıları kısıtlı olsa da, sinema becerisini ve duygusunu gösteriyor: Örneğin Osman’ın henüz küçük bir çocuk olan kardeşi Veli’nin (küçüklüğünü Selim Kaya, büyümüş hâlini ise Şener Gezgen oynuyor) “yeni koca”sı olduğunu kabul etmek zorunda kalan Sultan’ın onun elini tutmaya zorlandığı sahnede, çocuğun ufak ellerinin kadının eline değil, parmağına yapışıyor olması durumun absürtlüğünü ortaya koyan iyi bir buluş. Bir erkeğin “anası olmak”tan “kocası olmaya” uzanan sürecin trajik yanını ortaya koyan sağlam örneklerden biri bu sahne. Ne var ki burada müzikle ilgili bir sorunu da anmak gerekiyor: Çocuk Veli’nin olduğu sahnelerde bu trajediyi adeta unutturacak neşeli müzikler kullanılmış ve melodilerin tonunu belirleyecek olanın karakterin kendisi değil (ya da en azından sadece o değil), o karakterin yaşadıkları olması gerektiği unutulmuş görünüyor. Bu problem bir başka şekilde de çıkıyor karşımıza. Flörtöz bir şekilde bir samanlıkta oynaşan iki genci tek başlarına düşündüğümüzde uygun görünen müzik seçimi, o sahnenin asıl odağının onları gözetleyen karakterin trajedisi, öfkesi ve hayal kırıklığı olduğunu düşününce kesinlikle yanlış oluyor. Eğlenceli müzik yerini dramatik olana bıraktığında ise hayli geç oluyor artık. Buna bir de müziğin sürekli ve vurgulu bir şekilde kullanılması problemini de ekleyelim yeri gelmişken.

Veli karakterinin küçüklüğünü ve büyümüş hallerini canlandıran oyuncuların seçiminde yaşlarından kaynaklanan ciddi bir sorun var: Hikâyenin başlangıcında Veli’yi canlandıran ve aynı yıl yine Türkân Şoray ile birlikte “Azap” filminde de oynayan Selim Kaya o tarihlerde en fazla 6 yaşında olsa gerek; nitekim Şoray “Sinemam ve Ben” adlı kitapta “Azap” filminin çekimleri ile ilgili anılarını anlatırken, çocuk oyuncuyu bulmak için yuvaları dolaştıklarını belirtmiş ve “bir yuvada çok güzel yüzlü, kocaman gözlü 5-6 yaşlarında bir oğlan çocuğu bulduk” diye konuşmuş. “Sultan Gelin”de hikâye 10 yıl ileriye atladığında (bu süre Sultan karakterinin ağzından açıkça dile getiriliyor), Veli’nin en fazla 16 yaşında olmasını bekliyoruz (zaten Veli’nin sevdiği köylü kızın yaşı için de 14 deniyor!) ama karşımıza epey olgun bir delikanlı çıkıyor. Onu canlandıran Şener Gezgen’in yaklaşık o sırada 26 yaşında olduğunu düşününce, görüntü normal ama hikâyenin gerçekçiliğine ciddi bir darbe vuruyor bu durum. Aynı yanlış seçim, yetişkin görünümlü Veli’nin nikâh günü gelene kadar hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi davranmasını da iyice anlamsız kılıyor açıkçası.

Çekimleri Hatay Reyhanlı’nın o tarihlerde adı Kavalcık olan Harran mahallesinde gerçekleştirilen filmin finali için farklı bir düşüncesi varmış Halit Refiğ’in ama Şoray oyundaki finale sadık kalmak konusunda ısrarcı olunca yıldız oyuncumuzun dediği olmuş. Şoray yukarıda anılan kitabında, “Filmi gördükçe kendime çok kızıyorum. Halit Bey’e daha sonraki yıllarda üzüntümü defalarca belirttim” sözleri ile pişmanlığını dile getirmiş. Aynı kitapta oyuncunun 1970’li yılları “bilinçlenmeye başladığım” dönem olarak tarif etmesi ve özellikle 80’li yıllarda kadın karakterler konusunda çok daha doğru ve çağdaş filmlerde yer alması da destekliyor bu pişmanlığı. Bu kitaptaki bir yanlış ifadeyi de düzeltmekte fayda var: “Vasıf Öngören’in bir oyunundan uyarlanmış bir töre hikâyesiydi” diyor Şoray ve bu hata fark edilmemiş kitabın editörü tarafından.

İki farklı düğünde oynayanların köylüler değil, bir folklor ekibi olduğu açık olan (neyse ki pek çok Yeşilçam örneğinin aksine, en azından kıyafetlerin profesyonel bir topluluktakiler gibi tek tip olmaması gerektiği akıl edilmiş) filmde kimsenin sokakta olmadığı bir zamanda gerçekleşmesi planlanan kaçış sahnesinde yolda yürüyenlerin, hatta koşan birinin olması gibi tipik Yeşilçam problemleri de var. Dikkatli bir gözün kaçırmayacağı bir başka hata ise, kamera pencerenin dışından çekim yaptığında -herhalde görüntüye engel olmaması için- pervazın sağında duran gaz lambasının, kamera içeriye geçtiğinde yer değiştirmesi ama Yeşilçam’ın olanakları ve profesyonellik seviyesi düşünüldüğünde çok “sıradan” bir problem bu ve benzerleri.

Modern bir ağıt havası taşıyan ve bir kadın sesinden dinlediğimiz şarkı hakkında -maalesef-jenerikte ve sinema kaynaklarında herhangi bir bilginin bulunmadığı, hikâyesi ilkel bir gelenek olan “levirat”ın örneği olan ve iç burkan finali ile iyi bir kapanış yapan filmde oyunculuk açısından öne çıkan isim Ali Özoğuz olmuş kesinlikle. Sadece iki sinema filminde (diğeri Süreyya Duru’nun yönettiği “Bedrana”) oynayan ve “Sultan Gelin”in çekimlerinden yaklaşık iki yıl sonra hayatını kaybeden oyuncu aynı rolü Ankara Sanat Tiyatrosu’nda, 1964-65 sezonunda da canlandırmış. Yeşilçam’ın klişe bir kötüsüne dönüşebilecek karakterini iyi ve kötü yanları ile güçlü bir biçimde ve doğallığı hep koruyarak canlandırmış oyuncu. Türkân Şoray ise “bilinçli” dönemine yavaş yavaş geçerken, bir yandan Yeşilçam’ın kendisine çizdği kalıplar içinde kalsa da, özellikle öykünün ikinci yarısında doğal çekiciliğinin de katkısı ile işini gerektiği gibi yapıyor.

(Visited 3 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir