Robinson Crusoe – Luis Buñuel (1954)

“Nasıl da yanılmıştım! Cuma bir erkeğin isteyebileceği en sadık arkadaştı. Farklı pek çok yeteneği ile adadaki yaşamımı zenginleştirdi. Birlikte çalışan iki kişinin, ayrı ayrı yaptıklarından daha fazlasını başarabileceğini anlamıştık”

Gemisinin kaza geçirmesi sonucu tek başına ıssız bir adaya düşen bir İngilizin hikâyesi.

İngiliz yazar Daniel Defoe’nun 1719 tarihli ve popülerliğini hâlâ koruyan aynı adlı romanından yapılan bir uyarlama. Senaryoyu Hugo Butler ile birlikte yazan usta İspanyol sinemacı Luis Buñuel yönetmenliği de üstlenmiş. Meksika ve ABD ortak yapımı olarak çekilen film Luis Buñuel’in ilk renkli çalışması ve aynı zamanda onun anaakım sinemaya en çok yaklaştığı eserlerinden de biri. 1982’de yayımlanan otobiyografisi “Mon Dernier Soupir – Son Nefesim”de sevdiğini belirttiği bu filmi çekmeye başlangıçta pek hevesli olmadığını ama çalışmaya başlayınca öyküyü sevmeye başladığını yazmış. Kaynak romanın, farklı sineması ile bilinen Buñuel için “sıradan”lığı açık kuşkusuz ve ortaya çıkan sonuç bu nedenle yönetmenin filmografisinde farklı bir yerde duruyor diğer eserlerinden. Başroldeki İrlandalı oyuncu Dan O’Herlihy’nin Oscar’a aday gösterilen güçlü ve vurgulu performansının Robinson Cruose karakterine çok yakıştığı film birkaç düş sahnesi dışında gerçekçi bir atmosferde ilerliyor çoğunlukla ve kaynak romana da genellikle sadık kalıyor. Usta bir yönetmenin belki beklendiği kadar şaşırtmayan ve yaratıcılığın ondan beklendiğinin aksine öne çıkmadığı bu film hem klasik bir romandan yapılmış iyi bir uyarlama olarak hem de Buñuel’in elinden çıkmış olması ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Daniel Defoe’nun daha sonra devam maceralarını da yazdığı Robin Crusoe karakteri kuşkusuz sadece edebiyat açısından değil, örneği ve sembolü oldukları ile de hayli önem taşıyor. Gerçekçi romanın ilk örneklerinden biri olan çalışma daha sonra pek çok benzeri eserin yazılmasına da yol açmış ve “ıssız adaya düşen karakter”in hikâyesini anlatan pek çok sanat eserine de ilham kaynağı olmuştu. Otobiyografisinde yukarıda belirtilenler dışında, “filme cinsel yaşamla ilgili birkaç unsur (düş ve gerçek olarak) ve Robinson’un babasını yeniden gördüğü o sayıklama sahnesini” kattığını da belirten yönetmenin romandan kendisinden beklenecek bir farklılığa gitmemesi ve sinemadaki kimi ayrıksı Crusoe uyarlamaları ile kıyaslandığında daha sadık bir uyarlamayı yönetmiş olması aslında hayli ilginç. Baş karakterin kadına çevrildiği bir uyarlama (Eugene Frenke’nin yönettiği 1954 yapımı “Miss Robin Crusoe”), bir komedi (Byron Paul’un 1966 yapımı “Lt. Robin Crusoe USN”) veya Crusoe ile Cuma karakterlerinin özelliklerini ve kişiliklerini birbiri ile değiştiren ilginç bir uyarlama (Adrian Mitchell’in tiyaro oyunundan uyarlanan 1975 yapımı “Man Friday”) gibi hayli farklı yönlere sapan örnekler yanında Buñuel’in filmi tam bir anaakım eseri gibi duruyor. Başrol oyuncusu Dan O’Herlihy, yönetmenin hikâyenin ana temasını “yaşlanan ve hemen hemen aklını kaybeden bir adamın tek kurtuluşunun yalnızlığını sona erdirecek bir arkadaşlık olduğunu anlaması” olarak gördüğünü söylemiş bir söyleşisinde ki seyrettiğimiz film de bu ifadeyi net bir biçimde doğruluyor. O’Herlihy’in özellikle karakterin “yalnızlığın derin acısı”nı hissettiği anlardaki performansının hayli çarpıcı olması ve Cuma ile kurulan arkadaşlığın getirdiği huzur ve mutluluk da destekliyor bunu.

Talihin ilginç bir oyunu ile filmin üç ana oyuncusunun da (Crusoe’yu oynayan O’Herlihy, Cuma rolündeki Meksikalı oyuncu Jaime Fernández ve final sahnelerinde karşımıza çıkan kaptan Oberzo’yu canlandıran Felipe de Alba) 2005 yılında hayatını kaybettiği film romanın görüntüsü ile açılıyor ve kitabın kapağını çeviren elin sahibi olarak Cruose hikâyesini anlatmaya başlıyor. Film boyunca sık sık bir anlatıcı ve bazen de iç ses olarak duyuyoruz Crusoe’yu. Sonuçta on sekiz yıl boyunca tek bir başka insanla karşılaşmadan yaşayan ve korkunç bir yalnızlık içinde olan bir adam var karşımızda ve sadece köpeği, kedisi ve papağanı ile iletişim kurabilen bir insanın iç sesini duymamızdan daha doğal bir şey yok. “Kalbim öldü. Yalnızım. Yalnızım. Daima yalnız. Okyanusun sonsuz parmaklık ve sürgüleri arkasına mahkûm edilmiş” diyerek sessiz çığlıklar atan ve kendi sesinin vadideki yankısı ile teselli bulmaya çalışan adamın bir gece elinde bir meşale ile okyanusa doğru koşarak “İmdat!” diye bağırması sahnesinde olduğu gibi korkunç yalnızlık anlarına tanık olduğumuz bir film bu.

Ailesinin karşı çıkmasına rağmen çıktığı yolculukta başına korkunç bir felâket gelen adamın hikâyesinde iki otoritenin sorgulandığını hisediyorsunuz ama bu sorgulama bir Buñuel filminde görmeyi beklediğimiz kadar güçlü ve radikal değil açıkçası. Bir halüsinasyon sahnesinde yine Dan O’Herlihy’nin canlandırdığı babasının sözünü dinlemediği için eleştirilen Crusoe, onun “Tanrı seni bağışlamayacak” sözlerine de tanık oluyor. Gemi enkazından eline geçen bir İncil ve zaman zaman onu okuması, buğday tohumlarının başaklanmasını Tanrı’ya bağlaması bir püriten Hristiyan olan Defoe’nun romanından filme taşınan unsurlar olurken, Crusoe’nun Cuma’nın Tanrı, şeytan, günah gibi kavramları sorgulamasına ikna edici cevaplar verememesi -her ne kadar romanda da yer alsa da- mizanseni ile tam bir Buñuel sahnesi oluyor. Kahramanımızın korkuluğa giydirdiği kadın elbisesine bakışı ve yine bir kadın elbisesini üzerinde deneyen Cuma’yı şiddetle azarlaması ise hayli dolaylı yoldan da olsa Bunuel’in filme cinsel yaşamla ilgili ekledikleri olmuş.

Romandaki uygar ve vahşi yaklaşımının yerini biraz yumuşayarak koruduğu film Crusoe’nun 28 yıl, 2 ay ve 19 gün süren ada hayatını anlatırken bize, filmin baş kahramanının dünyadan izolasyonunun yönetmenin o tarihte -İspanya’nın faşist bir diktatörlük tarafından yönetiliyor olması nedeni ile- 14 yıldır ayak basamadığı ülkesinden ayrı düşmüş olması ile örtüşmesi de önemli bir gerçek kuşkusuz ve Buñuel’in senaryoyu kabul etmesinde bunun da etkisi olmuş olabilir. Nerede ise 1 saat boyunca filmde tek başına oynayan Dan O’Herlihy’nin performansında da yönetmenin katkısı olmuş olsa gerek. Bir oyuncunun tek başına sürüklediği bir hikâyedeki performansının filmin genel düzeyinde ne kadar doğrudan belirleyici olduğunu düşünürsek, aktörün başarısı kesinlikle filmin önemli kozlarından biri diyebiliriz rahatlıkla. Buñuel’in romanda öne çıkan adada yeni bir hayat kurma çabasını birtakım sorgulamalarla beslediği ama ana özüne dokunmadığı film romanın hak ettiği kalitede bir uyarlama ve ne olursa olsun bir Buñuel filmi olarak görülmeyi hak ediyor.

(“The Adventures of Robinson Crusoe” – “Robenson Krüzo’nun Maceraları”)

(Visited 685 times, 5 visits today)

“Robinson Crusoe – Luis Buñuel (1954)” için bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir