“Sen okumuş adamsın, bilmen gerek. Köyden getir, İstanbul’un ortasına bırak; ne şehirli et ne köylü; ne paralı ne parasız; ne okumuş ol ne cahil; ne uşak ol ne bey. Daha sorayım mı?”
Triko işi yaparak kızı ile birlikta ayakta kalmaya çalışan dul bir kadın ve onun yanına sığınan, kocasının ölümü üzerine kızı ile İstanbul’da bir başına kalan bir diğer kadın ve çocuklarının hikâyesi.
Lütfi Akad’ın yazdığı ve yönettiği bir film. Herhangi bir telif derdi olmadan yabancı kaynaklardan bolca yararlanan Yeşilçam’ın bu türdeki uyarlamalarından biri olan filmin kaynağı Hollywood’un klasiklerinden biri olan Douglas Sirk’ün 1959 yapımı “Imitation of Life – Zehirli Hayat”. Fannie Hurst’ün aynı adlı romanından uyarlanan Sirk filmini kendisi ile verimli bir iş birliği yapan yapımcı Hürrem Erman’ın önerisi üzerine seyretmiş Akad ve ortaya bize özgü kılınmış bir hikâyesi olan bir çalışma çıkmış. Yıldız Kenter’in parlak performansı ile dikkat çeken film, Akad’ın sinemamız içindeki müstesna yerini neden hak ettiğini gösteren, onun “el yordamı” ile yürüttüğü arayışlarının sinemamıza yeni alanlar açtığını gösteren ve ilgiyi hak eden bir melodram. Yeşilçam’ın klişelerinin bazılarından uzak kalamayan ve kimi senaryo problemlerini de barındıran film yine de taşıdığı Akad duyarlılığı ile dikkat çekiyor ve görülmeyi kesinlikle hak ediyor.
Eskiden şarkıcılık yapan, hatta bir plak bile çıkaran, kocasının ölümünden sonra küçük kızı ile birlikte yalnız kalan, evindeki küçük triko mainesi ile dışarıya iş yaparak geçimini sağlayan ve arada aldığı müzik dersleri ile sanat hayatı umudunu da sürdüren bir şehirli kadın (Neşe: Neşe Karaböcek); şehre çalışmaya gelen ve üç yıl sonra karısına yazarak onu da yanına çağıran kocasının bu mektubundan hemen sonra öldüğünü bilmeden geldiği şehirde küçük kızı ile sokakta kalan bir köylü kadın (Fatma: Yıldız Kenter); bu kadınların kızları (sırası ile Ayşegül: Yonca Koray ve Iraz: Leyla Kenter). Hikâye bu dört kadının yıllara yayılan hikâyelerini Neşe’ye aşık olan bir fotoğrafçıyı da (Aydın: izzet Günay) katarak anlatırken, adının da vurguladığı gibi anneler ile kızlarının ilişkilerine odaklanıyor ve bu ilişkilerdeki sorunları ve başarısızlıkları odak noktası olarak alıyor. Esinlendiği Amerikan filminde sığınılan kadının beyaz, onun yanına sığınan kadının ise siyah olması ırk ayrımı ve sınıf farklılıkları üzerine bir melodram anlatmasını sağlamıştı Douglas Sirk’ün. Burada ise siyah ve beyaz karşıtlığının yerini şehirli ve köylü karşıtlığı ile doldurmuş Akad ve orada tiyatro oyuncusu olan şehirli kadını burada şarkıcı yapmış. Bu meslek değişiminin gerekçesini “Işıkla Karanlık Arasında” adını taşıyan otobiyografisinde şöyle açıklıyor yönetmen: “… uyarladığımız filmde ev sahibi kadın bir tiyatro oyuncusudur. Bizde bir tiyatro oyuncusu, değil belli bir zaman içinde, bir ömür boyunca bile zengin olamayacağı için, bizim gerçeğimize uygun olarak onu şarkıcı yapıyoruz”.
2011 yılında bir televizyon dizisine de uyarlanan Akad’ın bu filmi temel olarak Iraz karakterinin annesinin “köylülüğü”nden utanması ve onu tamamı ile ret ederek kendisine Ayşegül karakterinin hayatını layık görmesi üzerine yaşananları anlatıyor bize. Senaryo her ne kadar Ayşegül’ün annesinin şöhret kazanmasından sonra kendisine yeterince ilgi göster(e)memesi problemine de değinse de asıl konu Iraz’ın yaşadıkları ve yaşattıkları. Hikâyenin Ayşegül’ün problemine gerekli zamanı ayırmaması ve bu sorunu sadece birkaç kısa diyalogun konusu yapması beraberinde bir gerçekçilik sıkıntısı yaratıyor sonraki kimi gelişmeler için. Benzer şekilde, Ayşegül ile Iraz arasındaki ilişkinin hikayenin ana teması açısından taşıdığı potansiyel de yeterince değerlendirilememiş görünüyor. Oysa ihmal edilen bu her iki tema daha güçlü bir melodram için çok sağlam birer araç olabilirlermiş. Senaryonun Aydın karakterini hikâyenin doğal bir parçası yapamaması bir diğer problemi. Bu karakterin filmin açılışındaki fotoğrafçılığı hiç gerçekçi değil (o kalabalığın içinde insanların nerede ise burunlarının diplerine girerek fotoğraflarını çekmesi çok problemli bir sahnenin oluşmasına neden olmuş) örneğin ve yine onun ailenin bir parçası olma süreci de yeterince ikna edici bir şekilde anlatılamamamış.
Bir Yeşilçam geleneği olarak oldukça uzun tutulmuş sahnelerde seslendirilen 1970’li yılların başlarının popüler şarkılarının (Biri hariç tamamını Neşe Karaböcek’in sesinden dinleidğimiz bu şarkılar: “Seni Andım Bu Gece”, “Nihansın Dideden”, “Kendim Ettim Kendim Buldum”, “Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim”, “Bir İhtimal Daha Var”, “Sensiz Kalan Gönlümde Bil ki Hayat Virane”, Arapça başlayıp Türkçe devam eden “Alaas Furiye”, “Adını Anmayacağım”, “Artık Sevmeyeceğim”) renk kattığı ve özellikle nostalji meraklıları için ayrı bir çekicilik kattığı filmde Akad’ın alçak gönüllü sinema dili ile kendisini gösterdiği pek çok bölüm var. Bazen bir görüntü içindeki detaylarda zaman zaman da diyaloglarda kendisini gösteren bir sinema anlayışı bu. Örneğin tanıştıkları park sahnesinin sonunda kadınlar birlikte eve gitmeye karar verdikten hemen sonra kamera önce yeni yapılan yüksek ve lüks apartmanları gösteriyor ama sonra aşağıya kayarak bu apartmanların hemen dibindeki gecekonduları görüntüye katıyor ve bu küçük oyunla seyirciyi bir anlığına da olsa hazırlıksız yakalıyor. Akad’ın otobiyografisinde “Ayakları yere basan, gerçekçi, uzgörür, sağduyulu, bilge kadınlarımız örneği” olarak tanımladığı Fatma karakterinin ağzından duyduğumuz sözler tam Akad’dan beklenecek bir halk ağzı ile kurulmuş ve Akad’a göre filmin iyi iş yapmasında bu karakterin ve onu canlandıran Yıldız Kenter’in oyunculuğunun büyük payı var. Gazinodaki bir şarkıcının çalışma koşullarından vs. yakınması da -hikâye içinde hiçbir yere bağlanmasa da maalesef- yine Akad’ın emekten yana olan tavrının uzantısı elbette.
Filmi bir Akad filmi yapan belki de en önemli yanı ise Fatma ve kızı Iraz üzerinden köyden kente göçün sonucunda insanların kültürel ve sınıfsal olarak ortada kalmışlıklarını anlatan içeriği. Bir sınıf mücadelesi hikâyesi anlatmıyor bu film kuşkusuz ve bu bağlamda önemli bir fırsat da tepiliyor belki ama yine de Iraz karakteri üzerinden bir isyanın dile getirildiğini kabul etmek gerek (“Niye ben de senin gibiyim? Niye ben bir hizmetçi kızıyım”). Bu isyan bir sınıf ayrımından çok zengin ve yoksul ile şehirli ve köylü ayrımları üzerinden dile getiriliyor olsa da dönemin Türkiye sineması için kesinlikle kayda değer bir farklılık bu. Ne var ki isyanın zaman zaman Fatma karakterinin iyiliği, kızının kötülüğü üzerinden anlatılması değerini düşürüyor bu karşı çıkışın ve hatta anlamını da bir parça yitirmesine neden oluyor. Aynı odayı paylaşan Fatma ile Iraz’ın yataklarının dayalı olduğu duvarların farklılığı üzerinden isyanın kaynağını görselleştirmiş Akad güçlü bir şekilde. Annenin duvarında Kuran, cami resmi ve Arapça yazılar asılı; kızın duvarında ise bir gitar, plaklar ve yarı çıplak kadın fotoğrafları yer alıyor. Aynı oda içindeki bu iki duvarı bir anlamda hızlı bir göçün hedefi olan İstanbul’daki “ortak yaşamlar”ın sembolü olarak görmek mümkün: Hem yan yana hem de değil ifadesi ile tanımlayabiliriz bu ortak yaşamı.
Akad’ın senaryosunun “kabullenmeyi ve tevekkülü” öne çıkardığını da söylemek gerekiyor açıkçası ve final de buna işaret ediyor. Bu bakımdan alçak gönüllü olsa da Akad’ın analizleri yine de kesinlikle çok önemli; önemli çünkü sıradan melodramlar üzerine kurulu bir Yeşilçam içinde kesinlikle farklı bir arayış var bu hikâyede ve Akad hikâyesini ve karakterlerini bir toplumsal düzen içinde ele alıyor ve onları anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Bu ve diğer çok değerli yanları olan filmin tipik Yeşilçam ögelerinden tamamı ile sakınamadığı da açık öte yandan. Örneğin mezarlık sahnesinde elbette ney sesi geliyor kulağımıza (sanki ülkenin müslüman mezarlıklarında böyle bir adet varmış gibi Yeşilçam’ın hemen her filmde bu klişeyi kullanması gerçekten çok ilginç ve kaynağı da araştırılmaya değer), bir prova sahnesinde şarkı biter bitmez tüm müzisyenler aynı anda kalkıp sahneyi terk ediyor hiçbir anlamı olmayan bir şekilde (çünkü sonraki sahne başlayacaktır!), Iraz’ın çocukluk çağındaki isyanları sırasındaki diyalogları fazlası ile yetişkin bir insana ait sözler gibi duruyor vs.
Iraz’ın minnettarlık göstermek yerine isyan etmesi ve verilenle yetinmeyip daha fazlasını istemesinin yön verdiği hikâyede Yıldız Kenter güçlü -üstelik zaman zaman yaptığı üzere sinemaya taşıdığı tiyatro oyunculuğu vurgusuna bu kez neredeyse hiç başvurmayan- bir performans sergilediği filmde Neşe Karaböcek Akad’ın “… umduğumun üstünde bir oyun vererek” ifadesi ile tanımladığı şekilde aksamıyor, özel bir oyunculuk göstermese de. İzzet Günay senaryonun, onca sahnesine rağmen yüzeysel bıraktığı karakterinde kendisini doğal olarak pek gösteremezken genç oyunculardan Leyla Kenter başarısı ile karakterini gerçekçi kılıyor ve onun kötülüğünü değil, isyanını öne çıkarmayı başarıyor. Ayşegül’ü oynayan ve tüm kariyeri 1971’de oynadığı üç filmle sınırlı olan Yonca Koray ise batılı yüzü ile dikkat çekerken rolünün gereğini de yerine getirmeyi başarıyor.