Oiktos – Babis Makridis (2018)

“Hayır, insanların bana acımayı bırakmış olmaları onların suçu değil. Sıkılmaları veya daha trajik bir şeyin dikkatlerini dağıtmış olması onların suçu değil. Bu benim suçum”

Mutsuzluk ve acı çekme bağımlılığı olan, herkesin kendisine acımasından mutlu olan bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Babis Makridis ve Efthymis Filippou’nun yazdığı, yönetmenliğini Makridis’in üstlendiği bir Yunanistan ve Polonya ortak yapımı. Yunanistan sinemasında ülkedeki ekonomik krizle birlikte -finanman zorluklarının sonucu ve halkın içinde bulunduğu ruh hâlinin uzantısı olarak- ortaya çıkan ve “Yunan Tuhaf Akımı” olarak adlandırılan türün örneklerinden biri olan çalışma, bu akımın önemli isimlerinden olan Yorgos Lanthimos’un filmlerine aşina olanlara (senarist Filippou, Lanthimos ile de çalışan bir isim) üslubu ile yakın gelecek ilginç bir eser. Film eşi bir kaza sonucu komaya giren bir adamın bu sırada kendisine gösterilen acıma ile mutlu olmasını ve tüm hayatını bunun üzerine kurmasını anlatırken, başroldeki Yannis Drakopoulos’un filmin tarzına çok iyi uyan performansının yardımı ile onun karakterinden yola çıkarak tüm acınma tutkunlarının ve sahte mağduriyet kurbanlarının hikâyesini anlatıyor. Türünün stilize anlatımını dozunda bir şekilde kullanan, ana karakterine gülmekle acımak arasında sizi sağlam bir ikilem içinde bırakan, saçmalığın neresinde duracağını çok iyi bilen ve tuhaf bir şekilde eğlendiren bir sinema yapıtı.

Kynodontas” (Köpek Dişi), “Alpeis” (Alpler) ve “Attenberg” gibi parlak örnekleri olan “Yunan Tuhaf Akımı”nın yeni örneklerinden biri bu Babis Makridis filmi. Tuhaf ve bulundukları ortama yabancılaşmış ana karakterler ve her zaman anlamlı olmayan (ya da ilk anda öyle görünmeyen) diyaloglarla kurulan senaryo, stilize bir üslup ve özen gösterilen görsellik gibi karakteristik özellikleri olan bu akıma uygun olarak çekilen film Makridis’in ikinci uzun metrajlı çalışması. Avukatlık yapan bir adamın (adı hiç telaffuz edilmiyor hikâye boyunca) hikâyesini anlatıyor bize Makridis; evli ve bir oğlu olan adamın eşi geçirdiği kaza nedeni ile komadadır ve yaşaması için pek de umudu yoktur adamın. İçinde bulunduğu durum doğal olarak kendisine sempati ile yaklaşılmasına ve -kendisi için daha da önemli olarak- ona acınmasına yol açmaktadır. Her biri hayli eğlenceli ve trajik sahnelerde bu acımanın örneklerine tanık oluyoruz başlangıçta: Örneğin komşu kadın adama ve oğluna her gün çikolatalı kek getirmektedir, kahramanımız uğrak yeri yaptığı kuru temizleyici ile her defasında durumunun ne kadar zor olduğunu konuşmaktadır ve günlük hayatı hep durumunun ne kadar zor olduğunu insanlara anlatmak ve onlardan gelen acıma duygusu ile beslenmekle geçmektedir. Durumun tuhaflığını, adamın bu acımalardan şehvetli denebilecek bir zevk aldığını, ağlamaktan çok mutlu olduğunu anlıyorsunuz bir süre sonra ama Makridis hikâyesinin asıl tuhaflığını daha sonraya saklıyor. Bir bağımlılık oluşturmuştur bu durum ve adamın bu bağımlılıktan kurtulmaya hiç de niyeti yoktur. Bunun için ne gerekiyorsa yapmaya da hazırdır avukatımız.

Filmi sadece tuhaf bir bireyin hikâyesi olarak düşünmemek gerekiyor. İnsanların acınmaya ve kendilerine merhametle bakılmaya olan saplantılı tutkularını, mutluluğu ancak mutsuz olarak yakalayabilmelerini eğlencesi de olan bir dil ile anlatan film bir yandan pek çok insanda, özellikle de çocukluk dönemlerinde olan bir durumun (Kim kendisini çok kötü bir durumda hayal edip, kendisine acıyarak ve başkalarının da acımasını bekleyerek ağlamamıştır ki hayatının herhangi bir döneminde?) çarpıcı bir resmini çiziyor. Burada üstelik “şımarıklık” olarak da niteleyebileceğimiz bir durum söz konusu. Avukatımızın hâli vakti yerindedir, hoş bir eşi vardır, deniz manzaralı şık bir apartmanda yaşamaktadır ve oğlu da yetenekli bir piyano öğrencisidir. Film kaza öncesini hiç anlatmıyor ve bu nedenle avukatın içinde bulunduğu hastalıklı hâle eşinin komaya girmesinden sonra yaşadıklarından aldığı tatla mı girdiğini, yoksa bu durumun hep mi var olduğunu bilemiyoruz. Yönetmen bu şımarıklık ve hak edilmemiş acımadan yola çıkarak, bir toplumsal eleştiriyi de ima ediyor sanki. Gerçek mağdurlar dururken, kendisine sahte ya da abartılmış mağduriyetler yaratan bireyleri ve grupları düşünmeden edemiyorsunuz filmi seyrederken; bu bireylerin ve grupların acınmayı talep etmeleri ve bunu doğal hakları olarak görmeleri beraberinde “mağdurun zulmüne” dönüşebiliyor ülkemizde de güncel ve özellikle siyasî örneklerinde olduğu gibi.

Beethoven ve Mozart’ın eserlerini vurucu bir biçimde kullanan filmde avukatın iç sesini de ilginç bir şekilde değerlendiriyor Makridi ve hikâyenin arasına adeta sessiz filmlerdeki arayazılar gibi yerleştirilen cümleler adamın hislerini açıklarken bizim de onu daha iyi tanımamızı sağlıyor. Bu cümlelerin bir kısmı daha sonra, onun karısı için yazdığı ve piyanoda “neşeli” bir şeyler çaldığı için azarladığı çocuğuna söylediği şarkının sözleri olarak da karşımıza çıkıyor ve etkileyici ve doğru yazılmış içerikleri ile filme renk katıyorlar. Kameranın sakin hareketleri, oyuncuların diyaloglarını -filmin türüne uygun olarak- hoş bir yapaylıkla konuşması ve adamın ruh hâline zıt güzel görüntüler (Konstantinos Koukoulios’un geniş açılı görüntüleri çok başarılı) ile yönetmen Makridis hoş bir estetik de yakalıyor kesinlikle. Avukatın kendisine acımak ve başkalarının da acımasını sağlamak için gittiği uç noktalar (Göz yaşartıcı gaz, ofisteki tablonun değiştirilmesi, komşudan kek talebi, özellikle kirletilen kıyafetler, başkalarının acısını ve kayıplarını sahiplenmesi, başvurduğu tüm yalanlar, evdeki piyanoya ve köpeğine yaptıkları vs.) üzerinden iyi ve acı bir mizah da yakalıyor film ve tüm o “sessiz” duruşu ile sağlam bir trajikomedi yaratıyor. Belki de hikâyenin özeti olabilecek ve başarı ile sonuçlanan bir ağlama girişiminden sonra söylenen “Ne kadar iyi bir his olduğunu unutmuşum” sözü işte bu trajedikomedinin içeriğini çok iyi tanımlıyor.

Film sizi hazırlıyor olsa da finali ile irkiltiyor ve Yannis Drakopoulos’un karakterinin acıma talebini anlamaya çalışmaya zorlayan güçlü performansının da katkısı ile etkilemeyi başarıyor. Tuhaf, tuhaf olduğu kadar eğlenceli, çekici ve son görüntüsü ile de tüm karanlık yanına rağmen umut vaat eden bir film bu. Gerçek mağdurları ve kendimize acımak yerine, acılarımız ile baş edebilecek ve onlarla birlikte yaşayabilecek gücü üretmek gerektiğini hatırlamak için iyi bir araç ve çalışmalarını “tuhaf” kelimesinden çok “şiirsel” olarak adlandırmayı tercih ettiğini söyleyen yönetmen için de önemli bir başarı “tuhaf şiirselliği” ile.

(“Pity” – “Zavallı”)

(Visited 410 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir