Üç Maymun – Nuri Bilge Ceylan (2008)

“Biraz önce avukatı da aradım, konuştum. Zaten şoförüm olduğun için şüphelenmezler diyor. En fazla altı ay, taş çatlasın bir sene. Çıktığında hiç olmazsa elinde toplu bir paran olur. Benim şu adaylık durumum olmasa, senden böyle bir şey istemezdim; biliyorsun. Ama şimdi seçim arifesinde bu kaza bir duyulursa, benim siyasî hayatım bu saat biter. Biliyorsun işte. Zaten fırsat kolluyor, ibneler. Maaşın da devam eder, senin oğlan her ay gelir alır. Toplu parayı da çıktığında elden nakit veririm sana. Olur mu? Bankayı falan bulaştırmayalım şimdi, ne olur ne olmaz. Tamam mı?”

Patronunun yaptığı trafik kazasını para karşılığında üstlenen bir şoförün ve ailesinin içine girdikleri tehlikeli oyun nedeni ile yaşadıklarının hikâyesi.

Senaryosunu Ebru Ceylan, Ercan Kesal ve Nuri Bilge Ceylan’ın yazdığı, yönetmenliğini Nuri Bilge Ceylan’ın üstlendiği bir Türkiye, Fransa ve İtalya ortak yapımı. Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü kazanan film üç kişilik bir ailenin ayakta kalmak için içine girdiği oyun üzerinden bireysel ve toplumsal yozlaşmanın hikâyesini anlatıyor ve Gökhan Tiryaki’nin görüntüleri ile görsel açıdan büyülüyor seyirciyi. Ahlâk ve adalet duygusunu yitirmiş bir toplumun çarpıcı bir resmi anlatılan ve özellikle ailenin evindeki sahnelerdeki kıstırılmışlık duygusunu film etkileyici bir şekilde geçiriyor seyirciye. Yolunu kaybeden bir ülkenin profilini çıkaran ama bunu yaparken bireylerin değerlerini kaybetmelerinin arkasındakilere hiç değinmemeyi seçen hikâyesi ve zaman zaman “sanatsal” anların heyecanına gereğinden fazla kapılınmış görünen atmosferi ile eleştiriye açık olsa da, sinemamızın kuşkusuz en kayda değer eserlerinden biri bu.

2007 genel seçimlerinin arifesindeyiz. Karanlık bir orman yolunda araba kullanan ve gözlerini açık tutmakta çok zorlanan bir adamı izliyoruz. Ardından bir kaza olduğunu yerde yatan bir insan bedeninden ve adamın telaşından anlıyoruz. Kazanın faili politikaya atılan ve seçimde aday olan bir iş adamıdır ve gece yarısı buluştuğu şoförüne para karşılığında kendi suçunu üstlenmesini önerir. Aşçılık yapan bir kadınla evli, üniversite sınavlarına hazırlanan bir oğlu olan adam bu teklifi kabul eder ve ardından yaşananlar ailenin üç bireyi için de iş adamı için de beklenmedik sonuçlara neden olacaktır.

Nuri Bilge Ceylan politik uzantıları çok olan ve bu açıdan değerlendirilmeye de çok uygun olan bir hikâyeyi olabildiğince apolitik kalarak anlatıyor yine. Üstelik burada ana karakterlerden biri politik faaliyetleri olan birisi ama müthiş final karesinde ima ettiğinin aksine Ceylan sık sık sadece bu dört karaktere odaklanmış görünmekle yetiniyor ve sinemasının doğrudan politik olandan özenle uzak duran ve “hijyenik” olarak tanımlanabilecek çerçevesi içinde kalıyor çoğunlukla. Bu seçim, tek başına bir eleştiri konusu olmak zorunda değil mutlaka ama sadece bir sonucu (burada yozlaşmayı) güçlü bir şekilde göstermekle yetinerek bu sonuca giden yolla ilgili bir ipucu vermemenin birkaç farklı nedeni olabilir (Bu nedenin çoğunluk tarafından bilindiği ve kabul edildiği varsayımı; ne olduğunun belirsizliği, umursanmaması ya da değinilmekten çekinilmesi…) ki burada hangisinin geçerli olduğu tartışmalı bir parça. Tartışmalı çünkü başlangıç sahnelerinden birinde 2007 seçimlerinin AKP’nin zaferi ile bittiğini gösteriyor bize film ve bu sahne belki hikâyedeki politikacı / iş adamı karakterinin bir sonraki sahnedeki kızgınlığını anlatmak için kullanılıyor ama bir ülkenin geleceğini belirleyen bir gelişmenin kapsamını sadece bununla sınırlı tutmak ve üstelik o adamın hangi taraftan (iktidar, muhalefet?) olduğunu belirtmekten özenle uzak durmak üzerinde durulması gereken bir “tarafsızlık” göstergesi. Partisi kazanıp kendisi kazanamasa bile iktidar partisi üyesi bir iş adamının ranttan yararlanmaya devam edeceğini varsayabiliriz rahatlıkla ki bu da bize kolay olanın seçildiğini ve adamın muhalefetten olduğunu gösteriyor olsa gerek.

Ceylan ilginç bir yöntem seçmiş filmde; pek çok olayın kendisini değil, o olaydan etkilenenlerin tepkisini gösteriyor film ve böylece bir yandan seyircinin merakı sürekli olarak uyandırılırken diğer yandan da film etkiden çok tepkiye ağırlık vererek (ve yukarıda anılan eleştiriye uygun davranarak) karakterlerin maruz kaldıklarına gösterdikleri reaksiyon üzerinden onları anlamamamızı sağlıyor ki bu reaksiyonlar -temel olarak kendini kurtarmak, savunmak ve direnmek- hep bir şekilde onları pasif eylemler içinde gösteriyor bize. Baştaki kaza sahnesinden patrondan avans istemeye sonlardaki cinayetten kadına yapılan teklife pek çok önemli olaya yaşanırken tanık yapmıyor bizi Ceylan ama yaşananların sonucunu izlemeye davet ediyor. Arada dozu kaçsa da ve her zaman gerekli tutarlılığa (annenin oğlunu ciddi bir biçimde hırpalanmış gördüğü sahne örneğin) sahip olmasa da sessizlik anlarını ve pasif bir mücadele içeren bakışları ustaca kullanan bir film için de doğru bir tercih bu ve yönetmenin kolay olana, “aksiyon”u göstermeye, saplanmadan ruh hallerine odaklanması filme önemli bir değer katıyor. “Artistik sessizlik” anları diyebiliriz hikâyedeki sessiz anlara ve evet, bir yandan filmin kendi değerine fazlası ile güvendiğini gösteriyor ama öte yandan oluşan sessiz kaosun ve karakterlerin içlerinde yaşadıkları karmaşanın da dışavurumu oluyorlar güçlü bir şekilde.

Renkli ama neredeyse siyah-beyaz bir film bu ve özellikle hikâyenin karanlık havasına çok uygun bir “karanlık görsellik”le seyirciyi hemen etkisi altına alıveriyor. Finaldeki müthiş fotoğraf ailenin üzerine çöken kara bulutların aslında sadece onların değil, tüm bir şehrin üzerinde asılı olduğunu gösteriyor örneğin. Ailenin yaşadığı dünyanın çıkışsızlığına ve örneğin oğlanın suça bulaşmak dışında bir alternatifinin olmamasına denk düşen bu görsellik Gökhan Tiryaki ve Ceylan adına çok büyük bir başarı. Karanlığını aydınlık sahnelerde bile korumayı başaran görsellik ve mizansen anlayışı Ceylan’ın Cannes’da aldığı yönetmenlik ödülünün de sonuna kadar hak edildiğinin bir göstergesi. İş adamı ve evin oğlu başta olmak üzere karakterlerini hep yakıcı bir sıcağın etkisi altında terlerken gösteren ve hem fiziksel hem ruhsal bir darlığın pençesindeki bireylerin hissettiği klostrofobiyi bize de geçiren filmde oyunculardan özellikle ikisi işlerini çok iyi yaparak Ceylan’a çok önemli bir destek sağlıyorlar. Anne rolündeki Hatice Aslan karakterini o denli iyi işliyor ki senaryonun da gerektirdiği gibi filmi kendisine ait kılıyor her ne kadar jenerikte ve afişte baba rolündeki Yavuz Bingöl’ün adı öncelikli olarak yazıyor olsa da. Eski yıllarda gazetelerin üçüncü sayfasında yer alan türden haberlerde hikâyesini yüzeysel olarak okuyacağımız, bugün gündüz kuşağındaki reality programlarında bolca karşımıza çıkan kadınların bu ülkenin gerçeği olduğunu yüzümüze çarpıyor güçlü kelimesinin az kalacağı bir oyunculuk ile. Evin oğlunu oynayan Ahmet Rifat Sungar da yine güçlü bir havası olan ama asla abartıya kaçmayan performansı ile işini çok iyi yapıyor. İş adamı rolündeki Ercan Kesal işini aksamadan yaparken, filmin ilk yarısında çok az görünen Bingöl’ün performansı açıkçası üçünün de gerisinde kalıyor. Onun suskunlukları filmin en az doğal görünen sessizlik anları örneğin ve “yataktaki küçük çocuk” sahnesinde ağlaması epey bir zorlama içeriyor ve belki bu nedenle âni bir şekilde kesiliyor bu sahne.

Tam bir “sınıf hikâyesi” olan ama bunu sınıf kavramına hiç değinmeden anlatan filmde “ölü küçük kardeş”in işlevini anlamak pek mümkün değil. Ailenin üç bireyi için de bir travmadır bu elbette ama seyrettiğimiz hikâyede yaşananlar üzerinde bunun ne gibi etkisi olabileceğini veya karakterlerin eylemlerini nasıl etkilediğini anlayamıyoruz. Dolayısı ile kapıdan bir siluet şeklinde odaya girdiği sahnede olduğu gibi etkileyici bir görselliğin aracı olmaktan ileriye geçemiyor bu ölü kardeş. Yaşadığı çevreyi göz önüne aldığımızda kadının kocasının dışında bir erkeği evine alması, polisin bir parça sert bir şekilde kapıya vurup cevap beklemesi ve ne eve zorla girmeyi ne de içeridekileri azarlamayı / aşağılamayı düşünmesi gibi bu ülkenin gerçeğine hiç uymayan davranışlar içeren hikâyede seçim sonuçlarını veren televizyon kanalı açıkken uyuya kalan kadının uyandığında hâla açık olan ve seçim sonucunu veren televizyonla ilgilenmemesi gibi sorunlar olduğunu da ekleyebiliriz.

Nuri Bilge Ceylan tarafından çekilmiş bir Zeki Demirkubuz hikâyesi diyebiliriz film için ve herkesin kendisinden daha zayıf olanı kullanmayı gerekli ve doğru gördüğü bir toplumda dört bireyin hikâyesini etkileyici bir şekilde anlattığını söyleyebiliriz. Bir başka ifade ile söylersek, hikâye ne kadar yerelse (Demirkubuz) filmin biçimsel yanı o denli Batılı (Ceylan). Ceylan’ın, bu derece başarılı ve güçlü bir sinemacının, politik olarak alıgılanabilecek her unsurdan ve olgudan uzak durması ise bizim adımıza bir şanssızlık olurken, onun adına da yanlış bir seçimi işaret ediyor ne yazık ki.

(Visited 134 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir