Hıçkırık – Orhan Aksoy (1965)

Hickirik“Hıçkırık… hıçkırık… Gözyaşları içinde, yalnız ve bedbaht geçecek hayatımın tek kelimelik ifadesi bu”

Evlatlık olarak geldiği ailenin kızına aşık olan ama aşkını itiraf edemeyen bir genç adamın ve sevildiğinin farkına geç varan genç kadının hikâyesi.

Kerime Nadir’in aynı adlı romanının ikinci sinema uyarlaması. İlk uyarlamayı 1953 yılında Atıf Yılmaz siyah beyaz olarak çekmişti. Sinemamızın renkli filmle tanışır tanışmaz başlattığı, eski filmleri renkli olarak yeniden çekme furyasının örneklerinden biri de bu film olmuştu. İlkinde Muzaffer Tema, Nedret Güvenç ve Reşit Gürzap’ın paylaştığı roller bu yeniden çekimde bu kez Ediz Hun, Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’in olmuş. Sonuç ise, sinemamızın göz yaşartan melodramlarından biri ve Yeşilçam’ı da Yeşilçam yapan ne varsa (olumlu ve olumsuz anlamda ve burada olumsuz olanları ağır basmak üzere) hemen hepsini barındıran bir eser. Bu tür filmlerin ustası Orhan Aksoy’un çok özel bir katkı sağlamadığı ve senaryonun işaret ettiğinden pek sapmadığı çalışma, oyuncularının performansı ve Kerime Nadir’in romanından da aldığı destekle gerekirse sonuna giderek ağlatma hedefini tutturması ile bu tür filmleri sevenlerin hoşlanacağı bir eser.

Ediz Hun’un evlatlık oğlanı, Hülya Koçyiğit’in evin kızını, Kartal Tibet’in de onun önce doktoru sonra kocası olan adamı canlandırdığı hikâye bu üç yıldız oyuncunun varlığı ile önemli öncelikle. İlk ikisi iki yıldır yer aldıkları Yeşilçam’da parlak dönemlerini yaşamaya başlayan, üçüncüsü ise o yıl girdiği sinemada daha ilk filmi ile yıldız olacağının sinyalini veren bu üç ünlü oyuncu rollerinin hakkını, bir melodram oyunculuğunun gereklerini de yerine getirerek veriyorlar. Hayatlarının baharındaki üç ismin gençlik ve güzelliklerinin de katkı sağladığı nostalji duygusu filme bir çekicilik katıyor kuşkusuz bugünün seyircisi için. Özellikle Ediz Hun’un mahçup genç deniz subayı olarak vücut dilini de ustaca kullanması filmin hüzün ve trajedi dozunu artırıyor kesinlikle ki filmin de amaçladığı bu zaten. Hamdi Değirmencioğlu’nun senaryosunun biraz kabaca elde etmeye çalıştığı duyguyu oyuncular çok daha incelikli bir şekilde sağlamışlar açıkçası. Evet, sorunlu bir senaryo bu ve bu sorunları sadece ve sayısı epey çok olan “gerçekçilik” probleminden kaynaklanmıyor. Hikâyenin gelişiminin belli bir yönde olmasını sağlamak için başvurulan zorlamalardan, tesadüflerden vs. çokça var filmde ve buna çok takılmayacak bir seyirciyi bile rahatsız da ediyorlar elbette. Ne var ki senaryonun derdi çok daha büyük. Zaman zaman tek bir sahnede anlatılabilecek bir durumu birkaç sahnede tekrarlayarak anlatmaya soyunuyor film ve bir hikâye süresi içinde bile önceden görmüşlük duygusu yaratıyor ki bu da ciddi bir problem. Aynı diyaloglar vs. tekrarlanıp duruyor birden fazla sahnede. Bir başka problemi de senaryonun, bazı karakterleri (örneğin Hulusi Kentmen’in baba karakteri) açıkça unutması ve onların hikâyenin doğal akışı gereği olması gereken yerde neden olmadığını anlatmayı dert etmemesi. Hun’un karakterinin anlatıcı rolünü de üstlenmesi filmin “arabesk melodram”ını artırmak açısından işe yaramış belki ama o kadar çok kullanılmış ki nerede ise dördüncü ana karakteri olmuş filmin. Zaten klişelerle (kötü üvey anne, hastalık, kan tükürmeler vs.) dolu olan bir hikâyede bir de anlatıcının bu iç burkan sözlerine hiç gerek yokmuş açıkçası. Üstelik hikâyeyi açıklayıcı nerede ise tek bir işlevi bile yok bu anlatıcının. Dolayısı ile filmin yaratıcılarının görsellikle anlatamadıklarını söze dökmek gibi bir kolaycılığa başvurduklarını bile söyleyemiyoruz.

Elbette epeyce absürt anlar (gece yarısı ve yağmurda dışarı atılan çocuk, fırlatılan bir kitaptan çocuğun ayağının dibine düşen fotoğraf, bir çocuğun öylesine bir aileden diğerine geçirilmesi, bir babanın yaptığı korkunç bir eylemin “pek fena adam değildir ama karısı onu avucunun içine aldı” gibi – üvey anne üzerinden epeyce ciddi bir kadın düşmanlığı da yapılan- bir cümle ile izah edilmesi, köşkte yaşayacak kadar zengin olan bir ilkokul müfettişi, zaten ciddi hasta olan ve bayılan kadının hastaneye değil eve götürülmesi vs.) barındıran filmin senaryosunun diyalogları da oldukça sorunlu ve örneğin bir Safa Önal’ın kaleminden çıksa çok daha yüreğe dokunabilecek anlara ait olan diyaloglar burada zaman zaman tebessüm bile ettiriyor. Hele Koçyiğit’in Nalan karakterinin küçüklüğünün konuşmaları tebessümün ötesine geçip sinirli bir kahkaha da attırabilir. O şekilde konuşan bir kıza aşık olmak pek kolay olmasa gerek! Senaryonun bu ciddi sorunlarını aşmak için pek bir şey yapamamış Orhan Aksoy ve daha çok bu malzemenin karşılığını vermeye çalışmış. Yine de kimi görsel açıdan parlak anları var filmin. Örneğin, annesinin gerçek babası ile olan fotoğrafını almak için girdiği odada gece yarısı üvey babası tarafından basılan çocuğu gördüğümüz o kısa an mizanseni ve gölgelerin kullanımı ile bir Hollywood melodramının profesyonelliğini taşıyor. Koçyiğit ile Hun arasındaki dans sahnesi de başarı ile kotarılmış kesinlikle. Hun’un Türk bayrağı önünde adeta fotoğraf çekimi için poz verir gibi durması, ney çalan yaşlı adamın hayli kaba bir klişe olarak kullanımı (Selahattin İçsel’in bu kötü yazılmış karakteri oynarken hayli trajik bir sahnede çalar gibi yaptığı neyin ağzından kaymasını da pek umursamamışlar anlaşılan ve yeniden çekmeye veya sorunu kurguda halletmeye gerek duymamışlar!) ve o korkunç Yeşilçam finalini ise Orhan Aksoy için olumsuz noktaların arasına koymak gerekiyor. Emel Sayın’ın sesinden “Makber”i dinlerken bir de onu duygu sömürüsünün en uç noktasına kadar giden bir şiir ile “süslemek” hangi aklın eseridir bilmiyorum ama filme gerçekten korkunç bir son sağlamış ne yazık ki. İlhan Arakon’un görüntülerini de olumlu unsurları arasına eklememiz gereken film, tüm kusurlarına rağmen Yeşilçam melodramının öne çıkan örneklerinden biri ve türün meraklıları için görülmesi gerekli bir çalışma.

(Visited 594 times, 24 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir