“Orfeus’unki çok bilinen bir efsanedir. Yunan mitolojisine göre, Orfeus Trakyalı bir ozan ve şarkıcıydı. Hayvanları bile büyüleyen şarkıları karısı Evridiki’yi ihmal etmesine yol açtı ve ölüm eşini aldı ondan. Orfeus yer altı dünyasına indi ve cazibesini kullanarak, bir daha asla karısının yüzüne bakmamak şartı ile onunla birlikte, yaşayanların dünyasına dönmesine izin verildi. Ama baktı ve Bakkhalar paramparça etti onu. Hikâyemiz nerede ve ne zaman geçiyor? Efsanelerin zaman ve mekândan bağımsız olma hakkı vardır. Nasıl dilerseniz, öyle yorumlayın”
Ölen karısının peşinden yer altı dünyasına inen bir ozanın hikâyesi.
Jean Cocteau’nun yazdığı ve yönettiği bir Fransız filmi. Cocteau’nun “Orpheus Üçlemesi”ndeki ikinci film olan çalışma (diğerleri 1930 tarihli “Le Sang d’un Poète” ve aynı zamanda yönetmenin son konulu filmi de olan 1960 yapımı “Le Testament d’Orphée”) sanatçının kendine özgü sinemasının izlerini taşıyan, mitolojik bir hikâyeyi günümüze (1950’ye) uyarlayarak onu sanatçının kendi meselelerinin parçarı yapabilen ve basit efektlerle dürüst bir etkileyicilik yakalayabilen bir yapıt. Ölümsüzlük, sanat ve bu ikisi arasındaki bağlantı üzerine düşünmeyi de sağlayan yapıt sinema tarihinin klasiklerinden ve yönetmenin sinemasının da çarpıcı örneklerinden biri kesinlikle.
Jean Cocteau’nun kendisine ait olan ve çoğunluğu genç bir erkek portresini oluşturan çizimlerin eşlik ettiği jenerikle açılıyor film. Yönetmenin 1946 tarihli klasiği “La Belle et la Bête” filmindeki tasarımları yapan ve 1949’da henüz 46 yaşında hayatını kaybeden Fransız sanatçı Christian Bérard’a ithaf edilen filmin başında Cocteau’nun kendi sesinden bu yazının girişinde yer alan cümleleri duyuyoruz önce. Ardından hikâyemiz başlıyor ve bir kafede oturan Orfeus ile tanışıyoruz. Jean Marais’nin bir Yunan büstünü andıran yüzü ile çok yakıştığı bir oyunculukla canlandırdığı şair çok ünlüdür ve halk tarafından sevilmektedir ama o sırada kafeye gelen on sekiz yaşındaki bir genç şairin hayranı olan entelektüel çevrelerde bir parça modası geçmiş görünmektedir. Kafede bir kavga çıkar, genç şair polisten kaçarken iki tuhaf motosikletçi tarafından ezilir, şairi himayesine almış olan bir gizemli prenses genç adamın bedenini arabasına alırken, Orfeus’u da tanıklık için kullanacağı gerekçesi ile emrivaki ile arabasına sokar. Bundan sonrası bir parça düşsel bir havası olan, yalın efektlerle yakalanan gizemli ve dozunda bir şiirselliğin egemen olduğu bir aşk ve fedakârlık hikâyesidir ve Cocteau o kendine özgü dili ile bu hikâyeyi çekici bir şekilde anlatmayı başarır.
Hikâyeyi klasik bir Orfeus uyarlamasından farklı kılan sadece çağdaş dünyaya taşınmış olması değil; temel olarak Orfeus’un eşine olan aşkı üzerine kurulu olan hikâyeyi yeni ve hatta en az o kadar güçlü başka aşkları da katarak zenginleştirmiş Cocteau. Öyle ki Orfeus ve eşi kadar üç karakter daha hikâyenin ana unsurları kimliğini kazanıyorlar: Gerçek kimliğini sonradan öğreneceğimiz prenses, onun emrinde çalışan ve gerçek kimliği çok farklı olan şoför ve hikâyenin başında tanıştığımız genç şair. Cocteau bir mitolojik hikâyeden yola çıkarak çok karakterli ve katmanlı yepyeni bir öykü yaratmış adeta ve aşkın farklı türlerini ve taraflarını çekici bir şekilde getirmiş karşımıza. Karakterleri ve aşklarının sonucu olan eylemleri ile prenses ve şoför Orfeus’un kendisi kadar çekiciler bir hikâye kahramanı olarak ve filmin de en gizemli ve tuhaf kozları olarak, seyrettiğimiz yapıta özel birer değer katıyorlar.
Georges Auric’in dramatik ve güçlü müziğinin eşlik ettiği hikâyenin üç teması olduğunu söylemiş Cocteau: Değişebilmesi için şairin peş peşe yaşaması gereken ölümler, ölümsüzlük ve “yaşlandığımızı seyrettiğimiz ve bizi ölüme yaklaştıran” aynalar. Gizemli bir radyo kanalından gelen şiirsel ve şifreli sözlerin, şiiri için ilham olacak kadar tutsağı olan şairin bir sahnede şunları söylediğini duyuyoruz: “Yaşamım zirve noktasını geride bırakmıştı, başarı ve ölümün kokusu ile çürüyordum artık. Bu sözlerin en sıradan olanı bile benim tüm şiirlerimden daha fazlasına sahip. Bu küçük sözlerin bir tanesi için bile bütün yazdıklarımdan vazgeçebilirdim. Bilinmeyenin peşine düştüm”. Hikâye boyunca tanığı olduğumuz ölümler ve yer altı dünyası ziyaretleri gerçekten de şairin kalıcı bir değişikliğe uğramasının ve ölümsüzlüğe ulaşmasının aracı oluyor. Bunu sanatın ve sanatçının “ölümsüzlüğe” erişebilmesi için gerekli olan değişimi ve zorlukları sürekli olarak yaşamasının şart olduğu şeklinde yorumlamak mümkün. Aynalar ise iki dünya arasındaki kapı olarak (“Sana sırların sırrını vereceğim: Aynalar Ölüm’ün gelip gittiği kapılardır. Bütün hayatın boyunca bir aynada kendine bak. Tıpkı kovandaki arılar gibi çalışan, iş başındaki Ölüm’ü göreceksin”) sık sık karşımıza çıkarken hikâyede, yönetmen onlara yüklediği sembolü etkileyici bir şekilde kullanıyor; çünkü gerçekten de aynalar ölüme doğru olan sürekli yolculuğumuzun en yakın tanığı ve bize akıbetimizi hatırlatan en önemli araç filmde duyduğumuz sözlerin de dile getirdiği gibi.
Şoför ve prensesin gerçek kimliklerini uzun bir süre gizleyen film sınırlı efektlerle güçlü bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Örneğin şoför ile Orfeus’un yer altı dünyasında yaptıkları yürüyüş görselliği ile oldukça çarpıcı ve birinin görüntüsünün yer aldığı perde önünde yürüyen bir diğerinin görüntüsü veya ayakların aslında var olmayan bir rüzgârla yerden kesildiği anlar bugünün teknolojisi ile çok daha görkemli bir şekilde yaratılabilecek ama o ruhun yakalanmasının zor göründüğü bir başarıyı getiriyor seyircinin karşısına. Bu başarının arkasında kuşkusuz ki Cocteau’nun yalın ve güçlü yaratıcılığı yer alıyor. Sanatçı bu becerisini hikâyeye sinen hüzün duygusuna ve karakterlere çok uygun olarak yazılmış diyaloglara da yansıtıyor. “Onlar yaşadıklarını sanıyorlar; alışkanlığın kendisinden daha fazla alışkanlık yaratan bir şey yoktur” veya “Heykel için yontulurken mermer ne düşünür acaba? “Vuruldum, aşağılandım, harap oldum, mahvoldum” diye düşünür. Hayat da beni yontuyor. Bırak, bitirsin işini” gibi cümleler, yer altı yürüyüşü sırasında Orfeus ile şoför arasındaki konuşma ve verilebilecek daha pek çok örnek sanatçının bu alandaki başarısının kanıtı.
1993’te Philip Glass tarafından operaya da uyarlanan filmin efektleri bu yapıtı gerçekle düş arasına, hatta gerçeğe daha yakın bir noktaya yerleştiriyor ki Cocteau’nun “gerçekçi” ifadesini kullandığı ve gerçeği algılayış biçimim olarak tasvir ettiği havayı destekliyor onların sadeliği. Filmin tüm ana oyuncuları (Jean Marais, Marie Déa, François Périer, María Casares ve Édouard Dermithe) gerçeğe yakın duran düşsel havayı destekleyen oyunculukları ile dikkat çekerken, Périer karakterinin ilginçliğinin de (sadece kendisinin kahramanı olacağı ayrı bir öyküyü hak edecek kadar güçlü bir karakter bu) yardımı ile ek bir çekiciliğe sahip oluyor. Bu arada Marais’nin 1937 ile 47 arasında Cocteau’nun âşığı olduğunu ve yönetmenin sonradan evlat edindiği Dermithe’in de bir dönem yine onunla ilişkisi olduğunu belirtelim bir not olarak ve Orfeus’un eşinin arkadaşı Aglaonice rolünde büyük Fransız şarkısı ve oyuncu Juliette Gréco’nun yer aldığını hatırlatalım atlanmaması için.
Bir mitoloji uyarlaması olmasına karşın büyük trajik gösterilerden uzak duran ve Nicholas Hayer’in siyah-beyaz görüntülerinden önemli bir destek alan filmi seyrederken yönetmenin şu sözlerini akılda turmakta yarar var: “Bir film bir düşü anlatmaz, o asıl olarak bir hipnoz aracılığı ile hepimizin katıldığı bir düşün kendisidir. Burada düşle kastettiğim, düşlerin muhteşem absürtlüğü ile birbiri peşi sıra akıp giden gerçek olaylar dizisidir”. Buna yine yönetmenin fimlerindeki sembolleri ima ederek söylediği “Anlamak değil, inanmak gerekiyor” sözünü de eklersek, yapılması gerekenin kendinizi filmin kollarına bırakmak ve sizi götüreceği yere gönüllü olarak gitmek olduğu açık. Sanatın hemen her alanında üretmiş bir yaratıcı isim sizi nereye götürürse götürsün, o yerin gitmeye değecek bir yer olduğu garanti çünkü. Görülmesi gerekli bir klasik!
(“Orpheus” – “Orfe”)