“Bu, Ronaldo; saçını kazıttı ama keşiş değil”
Tibetlilerin sürgün edildiği Hindistan’daki bir manastırda yaşayan genç keşişlerin Dünya Kupası maçlarını seyredebilme çabalarının hikâyesi.
Bhutan doğumlu bir Tibetli olan lama (Dharma hocası), yazar ve sinemacı Khyentse Norbu’nun senaryosunu yazdığı ve yönettiği, Bhutan ve Avustralya ortak yapımı olarak çekilen bir film. Sinemacının ilk yönetmenlik çalışmasını gerçekleştirdiği film futbolun zaman ve coğrafya tanımayan gücünün en beklenmedik yerlerden birinde kendisini göstermesini sıcak bir dil ve naif denebilecek bir yalınlıkla anlatan bir çalışma. Tibetlilerin vatanlarından sürgünde olmaları, ve inançların ve geleneksel öğretilerin hızla değişen dünyada ayakta kalabilme meselesini de gündemine alan yapıt, Avustralyalı Paul J. Warren’ın tıpkı keşişlerin kıyafetlerindekiler gibi sıcak renklerle oluşturduğu görüntülerden önemli bir destek alırken, sinema sanatı açısından ortaya çok özel bir sonuç koymuyor ama ruhanî bir huzur sergileyen atmosferi, içtenliği ve modernizme karşı koyabilmenin mümkün / gerekli olup olmadığı üzerine düşünmeye davet etmesi ile ilgiyi hak ediyor.
Khyentse Norbu’nun ilk sinema tecrübesi Bernardo Bertolucci’nin 1993’te Nepal ve Bhutan’da çektiği “Litlle Budha” (Küçük Buda) filminde yönetmene keşişlerin hayatları ve davranışları gibi konularda verdiği teknik danışmanlık olmuş. Bu filmin yapımcısı olan Jeremy Thomas ile aralarında çekimler sırasında kurulan arkadaşlık, önce New York Film Akademisi’nde alınan eğitime ve ardından da Thomas’ın yürütücü yapımcılığında çekilen bu filme giden yolu açmış. Tibet Budizmi’ne olan bağlılığı ile bilinen ve bu konuda kitapları da olan Norbu, Tibetli sürgünlerin yaşadığı ve Hindistan’daki bir köyde kurulu bir manastırda çektiği bu ilk filminde oldukça bildiği, çünkü içinden geldiği bir dünyayı anlatıyor; bunu yaparken de hem futbol sevgisini ve bu spor dalının “inançlar üstü” gücünü hem de onun bir sembolü olduğu modern dünyanın, yüz yıllar öncesine dayanan inanç ve gelenekleri zorlamasının resmini çiziyor. Çin’in 1951’de imzalanan antlaşma ile ilhak ettiği kabul edilen ve 1959’daki isyandan sonra ruhanî liderlerinin Hindistan’a sürgüne kaçtığı Tibet’in halkının vatanlarına duydukları özlem ve bir gün tekrar özgür olabilme hayalleri de bu resmin kendisini hep hissettiren bir parçası olmuş. Yapımcı Jeremy Thomas, Cannes’daki gösterimine birçok Tibetlinin geldiğini ve oldukça mutlu olduklarını belirttiği yapıt tam da bu mutlu havayı yaratmayı amaçlamış ve küçük mizahî anları, sevimli karakterleri ve yaşama pozitif bakışı (“Problem çözülebiliyorsa, üzülmeye ne gerek var; çözülemiyorsa, üzülmenin yararı ne?”) ile yakalıyor da bu hedefini.
Gerçek olaylardan esinlendiği söylenen hikâye 1998’de Fransa’da düzenlenen dünya kupası sırasında geçiyor. Çocuk yaştakilerden genç delikanlılara farklı yaş gruplarından keşişlerin yer aldığı bir manastırdayız. Başkeşiş (Lama Chonjor) Tibet’ten sürgün edilenlerden biridir ve yaşama dinginliğin sembolü olacak bir bakışla bakan bir lamadır. İdari açıdan yönetici olan Geko (Orgyen Tobgyal) ise displinli biridir ve, çocukların ve gençlerin manastırın kurallarına ve geleneklere saygılı bir yaşam sürmeleri ve bu yönde eğitilmeleri telaşındadır. Hikâyenin kahramanı sayabileceğimiz Orgyen adındaki çocuk keşiş (Jamyang Lodro) iyi yürekli ve bitirim bir çocuktur ve odasının duvarlarını futbolcu resimleri ile süsleyen bir futbol tutkunudur. Onun futbola bu düşkünlüğü manastırdaki diğer öğrenciler tarafından da paylaşılmaktadır ve hepsinin en şiddetli arzusu devam etmekte olan dünya kupasının en azından finalini seyredebilmektir. Boş zamanlarında manastırın avlusunda kola kutusunu top yerine kullanarak maç yapmaktan, duvarlara futbolla ilgili resim ve yazılar çizmekten de, Geko’nun itirazlarına ve onun otoritesine saygı göstermelerine rağmen, geri kalmazlar hiç. Khyentse Norbu’nun filmi işte bu hayatı bir yandan naif ve sık sık belgesele yaklaşan bir sinema dili ile anlatırken, bir yandan da Tibet Budizminin öğretilerini -propaganda tarzında değil ama- anlatmaya soyunuyor. Sonucun bir parça belki fazla pozitif olduğu ve bu dinin öğretilerinin ve kadim geleneklerinin hiçbir şekilde sorgulanmadığını söylemek gerekiyor; senaryonun tek sorgulamadığı ise bu öğretilerin ve yaşam şeklinin modern dünyanın koşulları ve dayattıkları ile çatışması üzerinden oluyor. Bu çatışmanın -bu hikâye çerçevesindeki- en önemli aracı futbol olunca, ortaya çıkan ise dramatik olmaktan çok, eğlenceli ve biraz fazla pozitif bir sonuca dönüşüyor. Ne var ki olumsuz bir eleştiriye neden olmamalı bu tercih; çünkü Norbu bir ideloloji hikâyesi değil, inançlarına uygun bir dinginliği ve yaşamı kutsayan yanı olan, hafif havalı ve eğlenceli bir hikâye anlatmayı seçmiş ki bu kesinlikle bir problem değil. Karakterlerine, hikâyesine ve atmosferine sevgi ile bakan, seyirciden de bu bakışı rahatlıkla alabilen bir yapıt bu. Arka plandaki trajedilere, vatan özlemine ve sürgünlük hâline karşın, söz konusu öğretinin dinginliğini hâkim kılmış filmine Norbu ve içerikle biçimin başarılı bir uyumu çıkmış ortaya.
Keşişlerin geleneksel elbisesinin altına Ronaldo’nun hep tercihi olan meşhur 9 numaralı formasını giyen Orgyen adındaki çocuğun, Fransa’yı desteklemesini “Çünkü Fransa Tibet’i destekleyen tek ülke” cümlesi ile açıkladığı filmde futbol (modern dünya) ile manastırdaki öğretinin ilk çatışma örneklerinden biri bu çocukla bilici / duacı olan bir adam arasındaki konuşmada yaşanıyor. Orgyen adamdan Fransa’nın kazanması için dua etmesini istiyor ama “dua israfı olur” cevabını alıyor. Çatışmaları, çelişmeleri hep bu şekilde bir hafiflikle ele alıyor senaryo ve hayatın gerçeklerine (gizlice okunan futbol dergilerine, mayolu ve spor kıyafetleri içindeki kadınların olduğu dergiler de eşlik ediyor örneğin, bu kadar genç erkeğin bir arada oldukları bir ortamın doğal sonucu olarak) ve ortaya çıkan çatışmalara başkeşiş hep sakin ve olgun bir gözle bakıyor ve kendi içinde sorguluyor yaşananları. Futboldan çok uzak bir kişidir keşiş ve yardımcısı olan Geko’nun “İki medeni millet bir top uğruna çarpışıyor” sözleri ile tanımladığı futbolun, ne tür bir savaş olduğunu ve maçların gece oynandığını öğrendiğinde, savaşmak için günün neden böyle bir tuhaf zamanının seçildiğini anlamaya çalışıyor. “Genç keşişler bizim gibi yaşlı keşişlerin hiç maruz kalmadıkları şeyler görüyorlar. Umarım Buda’nın öğretilerini modern zamanlara uygun olarak sürdürebilirler” diyen başkeşişin endişeleri -filmin hayli pozitif havası düşünüldüğünde- çok da önemli değilmiş gibi görünmemeli; çünkü oldukça gerçek ve somut bir mesele bu hikâyenin hafifliği üzerini örter gibi olsa da. Kaldı ki yönetmenin kendisi de bu uyumun sağlanabileceğinin bir işareti olarak görülebiliir.
Bir belgeselin içinde sevimli bir futbol hikâyesi olarak da tanımlayabileceğimiz filmde hikâyelerin sonunun önemli olmadığı dile getiriliyor ama yine de Khyentse Norbu karakterlerinin akıbetleri ile ilgi bilgi veriyor bize; böylece Orgyen’i canlandıran Jamyang Lodro’nun “Tibet millî takımını kurmak” hayalini hâlâ sürdürdüğünü öğreniyoruz. Gerçek keşişlerin oynadığı filmin kozlarından biri de, hayli sevimli ve bitirim bir havası olan ve filmin mizahının ana kaynaklarından biri olan Lodro’nun performansı ve ona Orgyen Tobgya ve karakterinin (bir anlamda kendisinin) ruhâni rolüne çok yakışan sakin bir performans çizen Lama Chonjor başarı ile eşlik ediyorlar. İlk Bhutan filmi olarak kabul edilen ve hikâyesini daha kısa sürede anlatabilirmiş gibi görünen yapıt, sıcak bir öykü izlemek isteyenler ve futbolseverler için öncelikle.
(“The Cup” – “Kupa”)