“Cennetteki babamız, Rabbim, beni yoktan var eden Tanrım. İşler planlandığı gibi gitmiyor. Daha fazla seyahat edemem. Daha fazla at süremem. Vücudum… Bu gece burada uyuyamam. Kimseyle konuşamam. Sesim yok. Bu insanlarla daha fazla burada kalamam. Yardıma ihtiyacım var. Bana yardım et, bana akıl ver ve bana verdiğin sözlere sadık ol. Eve dönmek istiyorum. Burada olmama gerek yok. Geri döneceğim. Eve gideceğim. Yoksa burada ölürüm. Ben Tanrıyım. İçimde o kadar çok ilahi güç birikiyor ki ölemiyorum”
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, İzlanda’nın ücra bir bölgesine görevle gönderilen Danimarkalı genç bir rahibin, coğrafyanın sert koşulları ve yabancı bir ülkede olmanın zorlukları ile karşı karşıya kalan inancının ve kararlılığının sınanmasının hikâyesi.
İzlandalı sinemacı Hlynur Pálmason’un yazdığı ve yönettiği bir Danimarka, İzlanda, Fransa ve İsveç ortak yapımı. Cannes’da Belirli Bir Bakış Bölümü’nde yarışan film başta Danimarka ve İzlanda olmak üzere, pek çok ülkedeki festivallerde ödüller alan ve başroldeki Elliott Crosset Hove’in güçlü performansı ile dikkat çeken başarılı bir çalışma. Maria von Hausswolff’un İzlanda’nın sert, farklı ve güzel coğrafyasını çarpıcı bir biçimde sergileyen ve olması gerektiği gibi öykünün ana unsurlarından biri kılan görüntü çalışması, insan doğası ve inanç kavramını sorgulatan öyküsü ve Pálmason’un yalın, -ortalama bir seyirciyi belki zorlayabilecek kadar- sakin ve, sertlik ile zarafeti ustaca birleştiren yönetmenliği ile kesinlikle izlenmesi gereken bir yapıt bu. Yolculuk bölümünün, yolculuk sonrasındaki bölümden sinema sanatı açısından daha çekici olduğu film, Kuzey Avrupa sinemasının son dönemdeki en sağlam örneklerinden biri.
Bir sahnede karakterlerden biri, öykünün kahramanının orada yaşayan az sayıda kişiden oluşan bir cemaat için kilise kurmak üzere geldiği coğrafyayı “Korkunç derecede güzel” ifadesi ile tanımlıyor; karşısındaki ise şu cevabı veriyor: “Korkunç ve güzel”. Hlynur Pálmason’un öyküsü için de kullanabiliriz bu ifadeyi; hem “korkunç” hem “güzel” sahneler içeriyor film, tıpkı hikâyenin yaşandığı İzlanda coğrafyası için söylenebileceği gibi. Ağaçsız, sert soğukların hüküm sürdüğü topraklarda ve üstelik de bir yabancı olarak var olmaya çalışan bir adamın yaşadıkları da, başta aşk olmak üzere güzellikler de içeriyor ama aynı anda korkunç öğeler de hâkim oluyor onun öyküsüne.
Ailesine ithaf ettiği filminin açılış jeneriğinde, ilham kaynağının İzlanda’da bulunan ve Danimarkalı bir rahip tarafından çekilmiş eski fotoğraflar olduğunu söylüyor Hlynur Pálmason ama aslında doğru değil bu ifade. Fotoğrafçılığın başlangıç yıllarında ve öykünün geçtiği on dokuzuncu yüzyıl sonlarında, fotoğraf çekilmesini sağlayan bir teknik olan “ıslak plaka” (wet plate) yöntemi ile çekildiği söylenen bu fotoğraflarla ilgili olarak böyle bir öykü kurgulamasının nedenini “filmin hikâyesi ile ilgili bir çıkış noktası yakalama” arzusu olarak açıklamış Pálmason. Filminin görüntü çerçeve oranını da bu kurguyu destekleyecek şekilde belirleyen İzlandalı sinemacı, bulunduğunu iddia ettiği fotoğrafların çekilme ânını da karşımıza getirerek, bu kurgusunu gerçek kılıyor bir bakıma ve seyircide etkileyici bir gerçeklik duygusu yaratıyor.
İnancına yürekten bağlı ve bunun sonucu olarak bir kibri de olan genç bir peder Lucas. Danimarka’dan İzlanda’nın ücra bir bölgesine oradaki Danimarka kökenli cemaat için bir kilise kurmak için gönderilen genç adamın hikâyesinin ilk yarısında, zorlu yolculuğunu ve bu yolculukta yaşadıklarının onu kendisi, inancı ve misyonu ile yüzleştirmesini izliyoruz; ikinci yarıda ise Lucas’ın halkla ilişkileri, bir kadınla yakınlaşması ve gittikçe artan geriliminin sonuçları anlatılıyor. Hlynur Pálmason yazdığı ve yönettiği filmin ilk yarısında görsel unsurlar ile içeriğin çok daha yüksek bir uyum sağladığı ama ikinci yarının da özellikle gerilim duygusunun inşa gücü ile dikkat çektiği bir şekilde anlatıyor bu öyküyü. Fotoğrafçılık meraklısı olan Lucas’ın, uzun ve zahmetli yolculuğuna kilisesine dikilecek büyük bir haçın yanında ayaklı bir fotoğraf makinası da getirmesi ve seyahati boyunca görüntüler saptaması öykünün görsel dili ile uyumlu bir sonuç elde edilmesini sağlamış. “Bulunan” eski fotoların çekilme anlarının canlandırılması olarak kabul edebileceğimiz ve o anda orada olma duygusunu yaşamamızı sağlayan sahneler bu görsel gücü çok vurucu bir şekilde hissettiğimiz pek çok bölümden sadece birkaçı; çünkü aynı güç filmin Maria von Hausswolff’un imzasını taşıyan ve İzlanda’nın “korkunç ve güzel” doğasını öykünün ana karakterlerinden birine dönüştüren görüntü çalışması aracılığı ile de yaratılıyor hikâye boyunca. Lucas’ın seyahatinin bizi adım adım finale taşıyan gerilimle yüklü olmasında öykünün kendisi kadar, doğanın da önemli bir payı var. Hausswolff’un ve yönetmenin başarısını sağlayan, sadece güzel değil; doğru, gerçek, sert ve aynı zamanda güzel de olan bir doğayı beceri ile kullanabilmeleri. Burada Tayvan asıllı Kanadalı müzisyen Alex Zhang Hungtai’nin müziklerini de anmak gerekiyor; kötü bir şeylerin olacağının önsezisinin karşılığı olarak tarif edilebilecek melodiler görsel atmosferi sağlam bir biçimde destekliyor.
Özellikle dinsel olan inançların nasıl güçlü bir motivasyon yaratabildiğini ve inananları bu inançların peşinde hangi uçlara (olumlu/olumsuz) sürükleyebileceğini, bu bağlamda örneğin Hristiyan misyonerlik faaliyetlerini veya din savaşlarını da düşündüren filmi çok sakin ama sakinliğin gizli gücünü hep hissettiren bir dil kullanarak çekmiş Hlynur Pálmason. Örneğin uzun yolculuk günlerinin en “olaysız” anlarını bile, nerede ise bir belgeselci tavrı ile ve seyirciyi de yaşananların parçası yapan bir zarafetle ve dürüstlükle anlatırken, hak ettiği konsantrasyonu veren seyirciyi büyülemeyi başarıyor. Tam da bu nedenle, küçük ya da büyük bir şeyler olduğunda bunlara tanık olduğumuz sahneler bir yumruk etkisi yaratıyor. Uzun ve yavaş, hatta çok yavaş kaydırmalar; insanlarla doğanın uyumunu ve kavgasını incelikle resmeden görsel seçimler; uzun tek planlar ve bunların bazen zarif zumlarla desteklenmesi filmi yönetmeni için tam bir başarı olarak niteleyebilmemizi sağlıyor.
Filmin kapanışı ile birlikte dinlemeye başladığımız, sözlerini ünlü Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen’in yazdığı ve müziğini yine bir Danimarkalı olan Poul Schierbeck’in yaptığı “I Danmark er jeg født” (Danimarka’da doğdum) isimli şarkının seçiminin özel bir nedeni var: Öykünün kahramanı Lucas bir Danimarkalı ve kilisesini kurmak için gittiği İzlanda’daki yerdeki cemaat de Danimarka kökenli ve iki dili de konuşabiliyorlar. Oysa peder sadece Danca biliyor ve bu da bazı kişilerle arasındaki iletişimsizliğin sembolü oluyor; bu unsur aynı zamanda öykünün ikinci yarısında gitgide artan gerilimin de kaynaklarından biri. Lucas ile aralarında duygusal bir bağ oluşan genç kadının çok küçükken terk ettiği Danimarka’ya duyduğu özlem ve oraya dönme arzusunu dile getirmesini de ekleyebiliiriz Danimarka’nın hikâyedeki önemine.
Oyuncularından önemli birer katkı almış film ve en büyük rolden en küçüğüne her biri doğal ve karakterlerinin duygularını ve eylemlerini derinden anlamamızı sağlayan performanslar sunmuşlar. Ragnar rolündeki tecrübeli sinema ve tiyatro oyuncusu Ingvar Eggert Sigurðsson’un sağlam yardımcı oyunculuğun parlak bir örneğini gösterdiği filmde Lucas rolündeki Danimarkalı aktör Elliott Hove Crosset’nin oyunculuğu tek kelime ile kusursuz. Lucas’ın ruhsal ve fiziksel değişimini ustaca, en ufak bir abartıya sapmadan ve seyircinin ilgisini üzerinden hiç eksik etmeyen bir performansla canlandıran Crosset aldığı tüm ödülleri kesinlikle hak etmiş. “Time-lapse” (zaman atlamalı fotoğraf tekniği) yöntemi ile etkileyici anlar yakalayan ve bir Hollywood filminde vurgulu ve doğrudan anlatılacak bir ruhsal değişimi, seyirciden de katkı isteyen bir incelikle anlatan yapıt, ikinci yarısında bir parça düzey yitirse de, kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma.
(“Volaða Land” – “Godland” – “Tanrının Unuttuğu Yer”)