Kaibutsu – Hirokazu Koreeda (2023)

“Sadece bazılarının sahip olabildiği, mutluluk değildir. Bu saçmalıktır. Mutluluk herkesin sahip olabileceği bir şeydir”

Oğlunun gittikçe tuhaflaşan davranışlarının sırrını çözmek için öğretmenleri ile konuşmaya giden bir annenin keşfettiği gerçeklerin ya da gerçeklerin kompleks doğasının hikâyesi.

Senaryosunu Yûji Sakamoto’nun yazdığı, yönetmenliğini Hirokazu Koreeda’nın yaptığı bir Japonya filmi. Altın Palmiye için yarıştığı Cannes’da aldığı senaryo ve LGBT temalı filmlere verilen Queer Palm ödülünün yanı sıra; başta ülkesindekiler olmak üzere pek çok festival ve seçmelerde de ödüle değer görülen yapıt zarif ve kırılgan atmosferi ile tam da yönetmeninden beklenen türden, başarılı bir çalışma. Aynı zaman dilimini üç kez ve her birinde gerçeği yeniden keşfettirerek önümüze koyan güçlü senaryosu, oyuncu kadrosunun yalın ve filmin kırılganlığı ile uyumlu performansları, geçen yıl yaşamını yitiren Ryuichi Sakamoto’nun piyano ağırlıklı ve hikâyeyi zarif bir dramla sarmalayan müzik çalışması (ağırlaşan hastalığı nedeni ile yeni bir çalışma hazırlayamamış sanatçı ve bunun yerine son allbümü olan “12”den iki parçayı vermiş yönetmene kullanması için), Ryūto Kondō’nun yönetmenin görsel hedefleri ile müthiş bir tutarlılık sağlayan görüntüleri ve Hirokazu Koreeda’nın insanları ve öykülerini hep odağında tutan ve onlara sevgi ve dürüstlükle yaklaşan sinemasının güçlü izlerini taşıyan yönetmenliği ile kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma bu.

Bir gece vakti otlar arasında dolaşan bacaklarını gördüğümüz bir çocuk, yanmakta olan büyük bir bina, yangına müdahale etmeye giden itfaiye araçları ve evlerinin balkonundan yangını seyreden Minato adında bir çocuk (Soya Kurokawa) ve annesi Saori (Sakura Andō)… Bu sahne ile açılıyor film ve yangın ânının işaret edeceği gibi daha sonra 2 kez daha anlatılacak öykümüzün başkarakterlerinden ikisi ile tanışıyoruz. Çocuğun annesine sorduğu “Bir insana domuz beyni nakledilirse, o kişi insan mı yoksa domuz mu olur?” sorusu çocukça gibi görünse de, oğlanın daha sonra tanık olacağımız bazı davranışları ve öğretmeni ile ilgili sözleri annede endişe yaratacak ve durumu anlamak için okula gitmesine neden olacaktır. Eşi ölmüş olan kadının, Hori (Eita Nagayama) adındaki genç öğretmen ve yakın zamanda korkunç bir trajedi yaşamış olan müdür (Yūko Tanaka) ile olan konuşmaları gerçekleri keşfetmenin zorluğunu gösterecek ve Minato’nun sınıf arkadaşı Yori’ye (Hinata Hiiragi) kadar uzanan öykü yanlış anlamalar, yalanlar, baskılar, iyi niyetli yanlışlar, akran zorbalığı ve ön yargıların hâkim olduğu karanlık bir havaya bürünecektir.

Bir “canavar kim?” hikâyesi seyrettiğimiz. Canavarın kim olduğunu, onu yaratanın ne olduğunu ve kimin kimi canavar diye tanımladığını anlatıyor bize Hirokazu Koreeda, Yûji Sakamoto’nun zarif ve güçlü senaryosu ile. Sakamoto üç kez seyrettiğimiz ve her defasında asıl gerçeği anladığımızı -yeniden-düşünmemizi sağlayan ve bizi devamlı ters köşeye düşüren öyküsü ile yönetmene çok güçlü bir silah sağlamış ve o da hakkını tam anlamı ile vermiş bu metnin. Bazıları tuhaf eylem ve sözlerin, tavır ve tutumların arkasında yatanlar birer birer ortaya çıkarken, film bizden de ön yargılarımızı gözden geçirmemizi, daha doğrusu onlardan kurtulmamızı istiyor. Burada seyircinin “kendisine oyun oynandığı”nı hissetmesi riski doğmuyor değil de açıkçası ama öykünün ana temasının (ya da en önemlilerinden birinin), toplumsal “normaller”e uymayanlara karşı kurulan baskının ve onlara yönelik peşin hükümlü bakışın sonuçları olduğunu düşününce, filmdeki oyunların dürüstlüğü ile ilgili bir endişenizin kalması mümkün değil. Yalanlara başvurmaya (“Ben… tam emin değilim… ama birinden hoşlanıyorum. Kimseye söyleyemediğim için yalan söylüyorum”), gizlenmeye, içe kapanmaya ve kendin olamamaya boyun eğmeye zorlanan bir bireyin “oyun”lara başvurması da çok doğal çünkü.

Filmin öyküsü “mağdur olanın beyanı esastır” ilkesini sorgulatıyor seyirciye; buradaki “mağdur”un çocuk olması bu sorgulatmayı daha da hassas kılıyor açıkçası. Ne var ki şu ya da bu nedenle, örneğin bir travmanın neden olduğu yanlış/haksız beyanların ve suçlamaların gerçek bir kurban yaratabileceği de açık ve öykü işte o durumlardan birini getiriyor karşımıza. Kaldı ki filmde, bu yanlış beyanlar aslında yine bir başka haksızlığın ve bir savunma mekanizmasının sonucu olarak çıkıyor ortaya. Bu bakımdan bireysel ya da toplumsal travmaların tekil bir olay olmaktan çok, bir zincirin halkaları olduğunu düşündürüyor yapıt. “Annem kızların çiçek isimlerini bilmeyen erkekleri tercih ettiğini söylerdi” / “Çiçek isimlerini bilenler garip mi olurmuş?” diyaloğu, iki çocuğun içlerinden birinin babasının acımasız baskısı altında yüzleştiği sahnedeki “Özür dilerim, yalan söyledim” ânı veya “İçinde söyleyemediğin ne varsa, üfle gitsin” sahnesi gibi etkileyici bölümleri ile film toplumsal değerlerin yarattığı sonuçları zarif bir şekilde anlatıyor bize. Tıpkı zaman zaman karşımıza çıkan müthiş ve durgun manzara görüntüleri gibi, film de etkileyiciliğini sessizliğin, dile getirilemeyenin gücünden alıyor çoğunlukla.

Vizyona çıkmadan iki ay önce hayatını kaybeden Ryuichi Sakamoto’ya ithaf edilen yapıt karanlık öyküsüne, çocukluğun masumiyeti ile bu öykünün çatışmasına ve gerilimli anlarına rağmen zarafetini hep koruyan ve, sevgiyi ve özeni hep canlı tutan bir çalışma. Hirokazu Koreeda’nın filmografisine hâkim olan insan sevgisinin ve onun hep insana ait olanı anlatma tercihinin izlerini önemli ölçüde taşıyan film oyuncularından da çok iyi bir sonuç almış. Sırası ile anneyi, müdürü ve öğretmeni canlandıran; Japon sinemasının ödüllü üç usta oyuncusu Sakura Andō, Yūko Tanaka ve Eita Nagayama sağlam ve gerçekçi performansları ile doğallıktan hiç uzaklaşmazken; iki küçük oyuncu aksamayı bırakın, öykünün kendilerine düşen yükünü filmin seyir değerini önemli ölçüde artıran bir şekilde taşımayı başarmışlar. Yori’yi oynayan Hinata Hiiragi, masumiyetin ve saflığın görsel hâli olarak tasvir edebileceğimiz sıcak gülümsemesi ile karakterini tam da olması gerektiği gibi ve “canavar”ların neden olduğu mutsuzlukları güçlü biçimde hatırlatarak canlandırıyor. Minato rolündeki Soya Kurokawa ise öykünün kahramanı olarak, hayli zor bir rolü; karakterinin tereddütlerini, iç çatışmalarını ve arayışını bizim de derinden hissetmemizi sağlayarak getiriyor seyircinin karşısına.

Ön yargıların, toplumun normal kabul ettiğinin dışında kalmanın ve “kutsal” aile kurumunun mekanizmalarının aksamasının bireylerin ve burada olduğu gibi çocukların hayatını nasıl derinden ve olumsuz bir şekilde etkilediğini anlatıyor Koreeda bir kez daha ve bunu yaparken de Yûji Sakamoto’nun çok katmanlı senaryosuna uygun bir sinema dili ile bir kez daha dokunmayı başarıyor seyirciye. Senaryonun karakterleri (ve bizi) yanıltan ya da boşa düşüren oyunları sadece oyun oynamanın zevki için ya da zekî görünmek için yaratmaması da önemli. Seyirciye ilk bakışta, Akira Kurosawa’nın başyapıtlarından biri olan “Rashomon”un yapısını çağrıştıran ama oradaki “herkesin aynı hikâyeyi ama kendi yalanları ile anlatması” yerine, “gerçek hikâyeye her defasında yeniden yanılarak ulaşılması” yöntemi ile ilerleyen senaryonun gerektirdiği nazik ve hümanist dilin ustalarından biri şüphesiz Japon yönetmen ve burada da “canavar”ın kimliğinden çok, neden insanlığın hâlâ “canavar”lar barındıran bir toplum yapısından kurtulamadığını düşündürüyor bize. Evet, kurbanların canavara dönüştürüldüğü bir dünyayı nasıl yarattık ve nasıl değiştireceğiz onu? ve evet, “-gerçek- canavar kim?” diyor bu film büyümenin ne zor bir mesele olduğunu anlatırken.

(“Monster” – “Canavar”)

(Visited 6 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir