“Dünyada o kadar çok karışıklık var ki ancak bir sihirbaz düzeltebilir bu durumu”
Kaçak olarak Avrupa’ya giren bir yasa dışı mültecinin yaşadıklarının hikâyesi.
Costa Gavras’ın sembol olarak seçtiği bir karakter üzerinden anlattığı bir mülteci hikâyesi. Baş karakterimizin Fransa’da sahile çıkması ile başlayıp onu Paris’te belirsiz ama ülkede kalmaya kararlı bir şekilde bırakarak biten film, hikâyesi boyunca adamın başına gelenleri adeta bir mitolojik karakterin uzun bir yolculuk boyunca yaşadıkları biçiminde anlatıyor. “Dil” sorunu nedeni ile filmde oldukça az konuşan karakterinin inatçı ve sevimli halini Riccardo Scamarcio başarılı bir biçimde canlandırırken, Gavras günümüz dünyasının bu önemli sorununu mizahı da içine alan, dinamik ama yönetmenin geçmişindeki parlak başarıları düşünüldüğünde biraz zayıf bir biçimde getiriyor karşımıza.
Gavras ve Jean-Claude Grumberg’in birlikte yazdıkları senaryo filmi bir kartpostal görüntüsünün içine birdenbire giren ve kaçakları taşıyan bir tekne görüntüsü ile başlatıyor ve belirsiz ama umutlu bir sonla, ışıkları yanıp sönen Eyfel kulesine doğru yürüyen karakterimizin görüntüsü ile sona erdiriyor. Bu ikisinin arasında ise birkaç ülkede dolaşmak zorunda kalan kahramanımızın mizahı da içeren ve temel olarak her biri onun “sömürülmesini” anlatan küçük hikâyeleri geliyor karşımıza. Bu sömürü aklınıza gelebilecek her konuda; kahramanımızın gençliği ve yakışıklılığından yararlanmak isteyen kadın ve erkeklerden (film özellikle eşcinsel karakterleri kaba mizansenlerle anlatarak Gavras adına talihsiz bir tercihte bulunuyor maalesef) çok düşük ücrete çalıştırmak isteyen işverenlere ve eşyalarını çalmaktan çekinmeyen onun gibi mülteci olan diğer karakterlere, onu kullanmaya kalkışan karakterlerden geçilmiyor ortalık. Ne var ki film tüm bunları fazlası ile yumuşak bir tonda anlatıyor ve bir süre sonra kararlı bir karakterin başına gelenlerle nasıl mücadele ettiğini seyrettiğimiz ve nerede ise asıl temayı, mültecilerin sorunlarını unutturacak bir hale bürünüyor. Özetle eğer filmin yaratıcıları satirizmin peşine düşümüşlerse bunu da yeterince başaramadıkları ve gerçekçiliğe de uzak düşen bir sonuç elde etmişler.
Hikâye baş karakterin milliyetinden hiç söz etmiyor (ama Yunanca konuşuyor filmde) ve bu karakterden yola çıkarak tüm mültecilerin trajedisini anlatmaya soyunuyor. Ne var ki daha başlardaki çıplaklar kampından başlayan ve özellikle de otelde kalan misafirlerin kaçak mülteci avına çıkmaları ile doruğuna ulaşan bir “durumu mizahlaştırma” çabası filme epey zarar veriyor. Film özellikle buna gayret göstermese de bir süre sonra kahramanımızın mülteci olduğunu unutup sadece ait olmadığı bir yerde kalmaya çabalayan adamın kimi küçük komik hikâyelerini aktaran bir esere dönüşüyor maalesef. Açıkçası bu nedenle de hikâyenin asıl özünü hatırlamak için aklınızda onun mülteciliğin trajedisini yaşayan bir adam olduğunu kendinize sık sık hatırlatmanız gerekecektir. “Missing – Kayıp” veya “Z – Ölümsüz” gibi filmlerin başarılı yönetmeni Gavras’ın son filmleri öncekiler kadar başarı olamadı. Yönetmenin klasikleşen filmleri ile örneğin bu filmi karşılaştırırsak, en temel farklılık olarak Gavras’ı benzersiz kılan belgesele yakın gerçekçilik tarzından uzaklaşması gösterilebilir. Yönetmen bu filmi de benzer bir tarz ile ele alsaydı nasıl bir eser çıkardı karşımıza bilmiyorum ama bu hali ile film ne yeterince gerçekçi ne de yeterince masalsı.
Yumuşak renkli görüntülerinin filmin hafif havasına uyduğu ama eleştirdiğim yanını da artırdığı filmde baş oyuncu Scamarcio hikâyenin tarzına uygun “hafif ve sevimli” performansı ile işini başarı ile yapıyor. Filmin gereğinden hafif havasını ne kadar erken kabullenirseniz o kadar içine gireceğiniz, konusu ile önemli, insanlığın bu büyük sorunu karşısında umudumuzu yitirmememize destek olacak iyimser havası ve dinamik anlatımı ile de çekici bir film bu ama bildiğimiz anlamda bir Costa Gavras beklentisi ile seyredilirse hayal kırıklığı yaratması muhtemel bir çalışma olduğunu da akılda tutmak gerek.
(“Eden is West” – “Cennet Batıda”)