“Karanlıktan korkuyorsun / Anlıyorum Bebeğim / Ama sana aydınlık bir rüya söz veriyorum / Yum gözlerini ve kendini ışıklı rüyalara bırak / Kuşlar sana ninni söyleyecek / Uyu bebeğim, uyu bebeğim / Korkma, annen seni bekleyecek”
Yoksul bir Artvin köyünde yaşayan ve yoldan geçen araçlardaki yolculara ayran satan bir çocuğun hikâyesi.
Sabahattin Ali’nin 1938 tarihli “Ayran” adlı hikâyesinden Selim Güneş’in uyarladığı ve yönettiği bir film. Güneş’in ilk ve şimdilik son filmi olan çalışma o “büyülü gerçekçilik” denen türden etkileyici bir eser. Ali’nin hikâyesini kattığı yeni karakterlerle “zenginleştiren” ve “büyüten” Güneş, hikâye için seçtiği mekanlardan yakaladığı görüntüler, oyuncularından aldığı yalın ve doğal performanslar, çok başarılı bir müzik çalışmasını hikâyesi ile iç içe geçirmekteki başarısı ve sinemamızın pek çok usta isminin başaramadığı veya umursamadığı bir öğeyi, karakterlerini yerelliklerini yitirmeden evrensel kılmayı başarabilmesi ile takdiri hak ediyor.
Sabahattin Ali’nin 30’lu yılların koşulları altında söyleyebileceğini fazlası ile söyleyerek düzenin yoksulu nasıl yok oluşa ittiğini birkaç sayfada etkileyici bir dil ile aktardığı hikâyesi sinemaya taşınırken kitaptaki çarpıcılığını yitirmeden sinemasal karşılığını bulmuş bu film ile. Hem filmi takdir ediyor hem de bu filme kaynaklık eden hikâyeyi –belki yeniden- okuma arzusunu duyuyorsanız, netameli bir konu olan edebiyat-sinema ilişkisinden yara almadan çıktığı açık Güneş’in. Hikâyenin görsel karşılığını, başka bir deyişle görsel yorumunu veya daha da doğru bir deyişle yazının ilham verdiği görüntüyü izlerken Güneş’in hemen hiç aksamadan karşımıza ilgisiz kalınamayacak bir film getirdiğini söylemek gerek öncelikle. Aksadığı iki konu var ki biri hikâye ilerledikçe önemini kaybediyor, diğeri ise sanatçının fotoğrafçılığı ile izah edilebilecek ve filmin başarısını gölgeleyemeyen bir tercih. İlk konu filmin başta bir parça dağınık ilerlemesi; sanki hikâyeye kendi kattığı karakterleri bir araya getirmekte önce bir sıkıntı yaşamış gibi yönetmen. Ne var ki başlardaki bu problemi sonra süratle gideriyor Güneş ve karakterler, içinde bulundukları durum ve aralarındaki ilişki oturdukça filme –hatta seyredeni şaşırtacak bir hızda- ısınıyorsunuz. Yönetmen özellikle doğanın içinden çıkarıp karşımıza getirdiği görüntülerde zaman zaman görsel güzelliğin büyüsüne kendisi de kapılmış görünüyor ama neyse ki bu anlar gerçek bir rahatsızlık yaratacak kadar çok değiller.
1930’lu yıllarda geçen bir hikâyeyi 12 Eylül 1980’nin hemen öncesine veya sonrasına taşıyan senaryonun en temel başarılarından biri orijinal olay örgüsünü hemen hiç bozmadan, pek çoğu kitapta sadece birkaç kelime ile değinilen ve kimileri de kitapta hiç adı geçmeyen karakterleri hikâyeye çok doğal bir biçimde yedirebilmiş olması. Örneğin hikâyede sadece yokluğundan ve neden belirtilmeden bahsedilen baba, filmde somut bir şekilde karşımıza çıkarken ve evden uzak oluşunun nedeni seyirciye aktarılırken herhangi bir eğretilik, bir zorlama hissetmiyorsunuz. Benzer şekilde hikâyede tren istasyonunun şefi burada yoldan geçen araçların durduğu derme çatma bir mola yerinde çalışan bir gence dönüşürken, Güneş bu yeni karakterinin hikâyesini de kendi başına ilgi çekici kılmayı başarıyor. Yaptığı işten dolayı içinden atamadığı bir pişmanlığı olan yaşlı adam veya bu yabani yere düşmüş olmanın mutsuzluğu içindeki İstanbullu mühendis gibi karakterler de kitaptaki rollerinden çok daha fazlasını taşıyorlar burada ve bu değişikliklerde, daha doğrusu eklemelerde de başarılı olmuş senarist/yönetmen Güneş.
Karakterlerini gereksiz diyaloglardan uzak tutuyor film ve Artvin’in karlar altındaki muhteşem doğasını da nerede ise bir karaktere dönüştürerek görsellik üzerinden anlatıyor derdini. Bunu yaparken de belki kimi aşina gelebilecek ama tümü bir “derdin” dışavurum aracı olarak başarı ile kullanılmış çarpıcı görüntülerle seyircisini “büyülüyor”. Çocuğun elinden düşerek derenin sularına karışıp giden Zagor kitabı, birdenbire karşımıza çıkan ve üzeri beyaz boya ile kapatılmış olsa da hâlâ net bir şekilde kendisini gösteren, kaya üzerindeki “Dev-Genç” yazılaması veya elindeki kor halindeki küçük odun parçasını hızla sağa sola sallayarak, oluşan ateş görüntüsüne küçük bir mucizeye bakarmış gibi bakan çocuk… tüm bunlar Güneş’in ve filminin görsel gücünün birkaç örneği sadece. Yönetmen bu az diyaloglu filmde sessizliği zarif bir şekilde bozan ortam seslerini de başarı ile kullanıyor ve filmini sadece görsel değil işitsel açıdan da üst düzeyde bir yere oturtuyor.
Film farklı mekanlarda eş zamanlı oluşan ses ve görüntüleri birbiri ardına karşımıza getirerek stilize bir çalışmanın da örneği oluyor. Evet, belki çok yeni veya orijinal değil bu tercih ama babanın bir kalemle elindeki defteri öfke ve mutsuzluk içinde hızlıca karalaması ile oğlunun soğuktan donmamak için ellerini hızlıca birbirine sürtmesi peş peşe karşımıza geldiğinde gerçekten çok etkileyici bir an yaratıyorlar. Bunlara eriyen buzdan damlayan su taneleri veya yerde uçuşan kar taneleri gibi tekil görüntüleri ve genel olarak tüm doğanın filmde de söylendiği gibi “buraya gelen de ağlar, giden de ağlar” ruh halini yansıtacak şekilde sergilenmesindeki başarıyı da eklemeli kuşkusuz.
Ve filmin iç burkan hüznü: Her bir karakterin bir şeyi bekliyor oluşu ve bu bekleyişteki umutsuzlukları bu hüznü elle tutulur kılarken aynı zamanda kitaptaki hikâyeyi zenginleştirmeleri ile de dikkat çekiyor. Gelmeyen ama geldiğinde de belirsizliği yıkıcı bir darbeye dönüştürecek bir mektup, beklenen bir eş, beklenen bir baba ve birkaç kuruş kazanabilmek için beklenen minibüs yolcuları… Kendisi de hikâyenin yaşandığı yörenin çocuğu olan Mircan Kaya’nın Antalya’da ödül alan müziklerinin ayrı bir boyuta taşıyarak desteklediği bu bekleyiş ve yoksulluk hikâyesinden etkilenmemek mümkün değil. İnsanları tek başlarına gösterdiği anlarda –annenin hizmetçilik yaptığı evdeki sessiz ve yalnız mutsuzluğu, çocuğun evinden mola yerine yaptığı zorlu ve yalnız yürüyüşleri veya babanın –gereksiz bir an dışında- ceazevinde dünyadan yalıtılmış bir şekilde yaşadığı yalnızlığı- daha da etkileyici olan film, kitapta da olan bir sahne ile gösterilen doğadan uzak yaşayan insanların benciliğinin karşısına kitapta yer almayan ve doğanın saflığı ile iç içe olanların dürüstlüğünü koyan sahnesi (para üstü ve düşürülen cüzdan sahnelerinden söz ediyorum) ile de ilgiyi hak ediyor. Büyülü, gerçekçi ve yerel olanı ıskalamayan bir film.
gökhan, merhaba…
yazın için çok teşekkür ederim.
eğer senin için de uygun olursa yazını kar beyaz filmin web sitesinde de paylaşmak isteriz.
selamlar…
Merhaba, sayfasında Jacques Prevert’ten mısralar paylaşan birinin alçak gönüllü bir yazıyı beğenmesi benim için büyük bir onur. Elbette paylaşabilirsiniz. Ben de filminiz için teşekkür ederim size. İnatla yoksullaştırılmaya çalışan hayatlarımızı sizin gibi sanatçılar zenginleştiriyor.
Gürkan