“Çılgın zamanlar; Beyaz adam altının, kızılderililer beyaz adamın, ordu kızılderililerin peşinde”
Hapisten yeni çıkan bir çiftçi, oğlu ve bir salon şarkıcısının birlikte yapmak zorunda kaldıkları tehlikeli nehir yolculuğunun hikâyesi.
1950’li yıllardan bir klasik. Kimi kusurlarına rağmen popüler olmayı başaran bu western Louis Lantz’ın hikâyesinden Frank Fenton tarafından uyarlanmış sinemaya ve yönetmenliğini bu tür filmlere aşina olmayan Otto Preminger üstlenmiş. Çekim öncesi ve süresince kimi problemlerin yaşandığı film Robert Mitchum’un erkeksi ve Marilyn Monroe’nun kadınsı özelliklerini akıllıca çatıştırması, dış çekimlerin yapıldığı Kanada’nın Alberta bölgesindeki doğal parkların çarpıcı güzelliği, Monroe’nun söylediği şarkılar ve hikâyenin gerektirdiği havayı yakaladığı hayli tartışmalı olsa da Preminger’in katkıları ile klasik olmayı hak eden bir çalışma.
Hem Monroe’nun hem de Preminger’in yapımcı şirketleri ile imzalamış oldukları kontrat gereği yapmak zorunda kaldıkları film bu nedenle dezavantajlı başlamış çekim sürecine. Her ikisi de hikâyeyi yeterince beğenmemişler temel olarak. Çekimler boyunca ise Preminger Monroe’un oyunculuk koçunun çekimlere sürekli olarak karışması ve Monroe’ya müdahaleleri ile boğuşmanın yanısıra Mitchum’un alkol problemi ile de uğraşmak durumunda kalmış. Çekimler tamamlandıktan sonra gerek görülen bazı yeniden çekimleri ise Preminger ortada olmadığı için Jean Negulesco üstlenmiş. Muhtemelen bu talihsizliklerin de katkısı ile film hikâyesi boyunca bir şeylerin “eksik” olduğu hissini uyandırıyor seyredende. Tehlikeli nehir sahneleri yeterince tehlikeli görünmüyor ki bunda Preminger’in mizansenin de katkısı var gibi, hikâyenin western havası yeterince oluşturulamamış görünüyor, heyecan sürekli değil ve senaryo yeterince olgunlaştırılamamış.Sinema tarihinin ilk sinemaskop (perdedeki görüntünün ölçüleri 1.33:1 iken, bu teknikle 2.66:1 gibi geniş bir çerçeve oranına geçilmişti) filmlerinden biri olan eser bu teknik özelliğini dış çekimlerde etkileyici bir şekilde kullanıyor ama biçimdeki bu yenilik içeriğe pek o kadar yansımamış. Bunun da en temel nedeni senaryonun sanki gerektiği kadar işlenmemiş olması. Vahşi bir nehirden kızılderililere, kötü adamlardan vahşi bir aslana (hikâyenin en garip ve gereksiz yanlarından biri bu aslan olsa gerek) pek çok engelle karşılaşılan bu yolculuk üç insanı beklendiği gibi bir aile olmaya doğru götürüyor ve bunu yaparken şaşırtmıyor seyirciyi ki bu da çok olumlu bir durum değil elbette.
Altın bulmanın peşine düşen insanların çılgınlığı ve özellikle bu kolay yoldan zengin olma çılgınlığı ile topraktan emeği ile bir şeyler üretmenin kutsallığının karşılaştırılmasının bir parça üstünkörü geçilmesi kaçırılmış bir fırsat film adına. Bu konunun üzerine daha fazla gidilmiş olsa, daha dolu bir western ile karşı karşıya kalabilirmişiz. Klasik westernin “maço” yanı ise pek de kaçırılmış gibi durmuyor, aksine altı kalın çizgilerle çiziliyor. Mitchum’un Monroe’ya tecavüz denebilecek bir biçimde saldırdığı ve seyircinin “kadın da bunu istiyor” diye düşünmesinin beklendiği sahne tipik bir erkek üstünlüğü ve kadını için doğru olanı bilen erkek kahraman klişesini sergiliyor bize. Final sahnesi de kadınını alıp götüren erkek sahnelerinden birini armağan ederek sinema tarihine bu durumu destekliyor. Filmin dönemin standartlarına uygun olarak kızılderilileri nerede ise tamamen anlamsız bir şekilde beyazlara saldıran, herhangi bir karaktere sahip olmaktan çok “vahşi” tiplemesine uygun bir toplum olarak sergilemesini de ekleyelim bu klişelere.
Başta adını filmden alan “River of No Return” olmak üzere, Lionel Newman şarkıları ise oldukça güzel ve film boyunca Monroe’nun kendisini en rahat hissettiği sahnelere eşlik ediyorlar. Ne var ki burada da bu şarkılı sahnelerin filme gereksiz ve aslında hedeflemediği bir müzikal havası kattığını, bu sahnelerin kendi içinde başarılı olsa da hikâyenin macera havası ile bir parça çeliştiğini söylemek gerek. Finale doğru söylenen şarkıda Monroe’ya ortada olmayan erkek vokallerin eşlik ediyor olması ise film adına gerçekçiliğine zarar veren bir yanlış tercih olmuş açıkçası.
Tüm bu kusurlarına rağmen film neden bir klasik ve neden görülmeyi kesinlikle hak ediyor? Öncelikle Marilyn Monroe’nun varlığından söz etmemiz gerekiyor elbette. Burada en iyi oyunlarından birini vermiyor olmasına ve masaj sahnesi gibi niyeti belli olan bir sahnenin parçası olmasına rağmen, sanatçı başta şarkı söylediği anlar olmak üzere cazibesini hep koruyor ve sal üzerindeki gerçekçiliğin hayli uzağına düşen kareler bile onun bu çekiciliğine zarar veremiyor. Ayrıca Alberta’nın muhteşem doğası önünde bu muhteşem kadını seyretmenin karşı koyulamayacak bir keyfi olduğunu da söylemeli. Her ne kadar kendisi bu filmin kendisinin en kötü filmi olduğunu söylese de, beğenmediği bu filme en büyük katkıyı yapanlardan birinin o olduğu da açık. Monroe’ya onun söylediği şarkıların ve içinde gezindiği doğanın güzelliğini, derin olmasa da hikâyesinin sadeliği ile klasik filmlerin havasını yakalamasını ve Otto Preminger’in heyecanı senaryodan da kaynaklanan nedenlerle yeterince yaratamamış olsa da yalın ve akıp giden anlatımını ve Mitchum’un erkeksiliği ile Monroe’nun kadınsılığının cinsel okumalara açık şekilde karşı karşıya getirmesini de ekleyince bunlara, karşımıza her ne eksiği (ya da burada olduğu gibi eksiklikleri) olursa olsun kendisini seyrettirmeyi beceren bir Hollywood filmi çıkıyor. Ne Preminger ne de Monroe bu filmi benimsemiş olsa da, kabul edilmesi gereken bir gerçek bu.
(“Dönüşü Olmayan Nehir”)