“Medeniyet tarafından daha fazla zehirlenmemek için kaçtı, vahşi doğada kaybolmak için tek başına yürüdü”
Toplumun zorladığı kalıplardan kurtulmak ve vahşi doğada yaşamayı tecrübe etmek için tek başına Alaska’ya yolculuk eden Chris McCandles’ın hikâyesi.
Jon Krakauer’in yazdığı ve Chris McCandles’ın gerçek hayat hikâyesini anlatan kitaptan uyarlanan ve Sean Penn’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Gerçek mekanlarda çekilmesinin de (hikâyenin önemli öğelerinden biri olan “sihirli otobüs” McCandles’a saygının gereği olarak kullanılmamış ve bir benzeri tercih edilmiş sadece) katkısı ile göz dolduran bir prodüksiyon kalitesine sahip olan film, başrol oyuncusu Emile Hirsch’in filmin her anına damga vuran performansı ile de ilgiyi hak eden bir çalışma. Arada “kartpostal” havasına bürünen kareleri olsa da, Eric Gautier’in görüntü çalışması, başarılı kurgusu ve müziklerinin de cazip kıldığı film genç bir erkeğin gerekçesi belli (“yirminci yüzyılın icadı olan kariyer”le ilgili baskılardan ve can sıkıcı zorunluluklardan kaçmak), hedefi belirsiz olan yolculuğunun Sean Penn tarafından gereksiz kahramanlıklardan veya abartılı duygulardan uzak, belli bir mesafeyi de koruyan bir bakışla anlatılması hikâyeye ek bir çekicilik sağlamış. Tüm “gerçek” hikâyelerde olduğu gibi izlediğimizin ne kadarının gerçek olduğu konusunda tartışmalar var kuşkusuz ve zaman zaman hikâyenin uzayıp gittiği hissine kapılıyorsunuz ama bu durumlar, filme hak ettiği ilgi ile yaklaşmamızı engelleyecek bir husus değil.
Film Lord Byron’un “There is Pleasure in the Pathless Woods” şiirini karşımıza getiren bir yazı ile açılıyor: “İnsanı daha az değil ama doğayı daha çok seviyorum” diyor bu şiirinde Byron ve açıkçası hikâye de bu karakterde genç bir adamın yaşadıklarını anlatıyor bize. Yolculuğu boyunca karşılaştığı insanlarla (genç bir kız, hippi bir çift, yaşlı bir emekli asker vs.) sağlıklı ilişkiler kuran ama bu ilişkilerin tümünde kendisine önerileni reddederek doğaya olan büyük yolculuğunu tercih eden bir genç adam bu. Kızın aşkını, çiftin -doğrudan önerilmese de- kendileri ile teması olmayan oğullarının yerine geçmeyi ve yaşlı adamın ailesi olmadığı için soyunun tükenmesi endişesinden dolayı kendisini evlatlık olarak alma teklifini kibarca geri çeviriyor (ve kalplerini kırıyor) hep. İnsanlara bağlanmaktan ve doğal olarak bunun ardından gelecek toplumsal zorunluluklardan uzak kalmayı seçiyor bir başka ifade ile. Bir açıdan bencillik de bu elbette ama öte yandan bir mutlak özgürlük arzusunun da sonucu. Sorunlu bir ilişkisinin olduğu ebeveynlerine nereye gittiğini söylemeden evi terk eden (sıcak bir ilişkisinin olduğu kız kardeşini de habersiz bırakıyor) genç adamın kaçışı ve yaşadıkları kendi başına hayli ilginç bir çıkış noktası sağlıyor filme. Sean Penn’in senaryosu bu yolculuğu ve genç adamın hayatı ile ilgili aldığı büyük riski (bölgeyi bilenler gencin giriştiği işin bir intihardan farklı olmadığını söylüyorlar örneğin) ne övmek ne de eleştirmek tuzağına düşüyor ve bu açıdan doğru görünen bir tercihte bulunuyor. Övmek, bir trajik kahramanlık havası yaratabilir ve filmi tipik bir ticarî filme dönüştürebilirdi çünkü. Eleştirmek ise gencin “normal” olanın dışında hareket etmesine muhafazakâr bir bakışla eş anlama gelirdi ki bu da karakterinin özgürlüğü kutsayan kişiliğine haksızlık olurdu. Bu açıdan doğru bir noktada duran senaryonun bir sıkıntısı ise, genç adamın yolculuk boyuncaki duraklarında bir parça fazla durması ve bunun da filmin dinamizmini düşürmesi ve odak noktasından uzaklaştırması zaman zaman.
Dublör kullanmayan ve özellikle finaldeki sahneleri için yaklaşık 18 kilo veren Emile Hircsh’in sunduğu oyunculuk Penn’in senaryosu ve mizansenine uygun bir gerçekçiliğe sahip. Oyuncu nerede ise bir belgeselcinin kamerasının habersizce izlediği bir kişi gibi hareket ediyor tüm hikâye boyunca ve ne bir oyunculuk gösterisine girişiyor ne de doğal olanın dışına çıkıyor hemen tüm karelerinde göründüğü filmde. Hikâyesine zaman zaman geriye dönüşlerle tanık olduğumuz ve onun canlandırdığı bu genç adamın kız kardeşi zaman zaman anlatıcı rolü üstleniyor ki söylediklerinin filmin genel havasına hayli uygun düşmesine rağmen bunun hikâyeye ciddi bir katkı sağladığını söylemek güç. Beş bölümde anlatılan hikâyenin bölüm isimleri (sırası ile, “doğumum”, “ergenlik”, “erkeklik”, “aile” ve “olgunlaşma”) bir kronolojik gelişimi ve filmin bir argümanını ima ediyor gibi olsa da bunu daha çok karakterin kendi gözlemlerinin ve duygularının bir gelişimi olarak görmek gerekiyor; finale doğru, sığınağı olan otobüste günlüğüne yazdığı “mutluluğun sadece paylaşıldığında gerçek olduğu” ifadesi de bunu gösteriyor kuşkusuz.
Penn’in yönetmenlik kariyerinde bir olgunluk noktası olarak görebileceğimiz çalışması da hayli başarılı ve hikâyesini kolayca düşülebilecek tuzaklardan uzak durarak anlatması kesinlikle takdiri hak ediyor. Klasik üsluptan uzaklaştığı sahnelerin bazılarında bu pek doğru bir tercih olmuş gibi görünmese de, genel olarak karakterine hem fiziksel hem ruhsal olarak -araya gerekli bir mesafeyi de koyarak üstelik- yaklaşmayı başarmış Penn. Girişteki Byron şiiri ve genç adamın okuduğu kitaplar aracılığı ile karşımıza çıkan Tolstoy, Jack London ve Henry David Thoreau gibi isimlerin satırlarının da karakteri üzerinden entelektüel bir boyut kazanan ve toplumu sorgulayan soruları üreten filmde William Hurt, Marcia Gay Harden, Brian Dierker, Vince Vaughn, Jena Malone, Catherine Keener ve Kristen Stewart performansları ile hikâyeye keyif katarken, yaşlı adam rolündeki Hal Holbrook filmin finalde ulaştığı etkileyici hüznün parçalarından biri olarak sağlam bir yardımcı oyuncu performansı sunuyor bize.
Eddie Vedder tarafından seslendirilenler başta olmak üzere şarkıların ve müziğin de çok başarılı olduğu, Sean Penn’in görüntü yönetmeni Eric Gautier ile ortaya koyduğu görsel sonuç (kameranın özellikle çok yakın veya çok uzakta durmayı seçtiği anların doğruluğu başlı başına bir takdir gerekçesi) ile de çok değerli olan ve her bir anı çok etkileyici tüm final bölümü ile bu film kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Son kareden sonra hissedeceğiniz hüzün duygusuna kendinizi hazırlamanız gerektiğini de unutmayın.
(“Özgürlük Yolu”)