“Mardi Gras, karnaval demek. Demiryolu üzerinde yürümem gerekse bile gideceğim oraya. Kendi kostümümü tasarlayacağım: Siyah, parlak pullu. Tenim o elbise içinde beyaz görünecek. Yürürken parıldayacağım, dans ederken ışıldayacağım ve maskeli onca erkek… kim olduklarını bilmeyeceğim ve onlar da benim kim olduğumu bilmeyecek. Dans edeceğim, hem de hiç durmadan dans edeceğim”
1930’lardaki büyük ekonomik kriz döneminde, küçük bir Amerikan kasabasında herkesin gözdesi olan bir kadın ve ekonomisinin can damarı olan demiryollarında çalışanların bir kısmını işten çıkarmak için kasabaya gelen bir adamın hikâyesi.
Tennessee Williams’ın 1946’da yazdığı, aynı adlı ve tek perdelik oyunundan serbest bir biçimde uyarlanan bir Amerikan yapımı. Senaryosunu Francis Ford Coppola, Edith Sommer ve Fred Coe’nun yazdığı filmi Sydney Pollack yönetmiş. Başrollerini Natalie Wood ve Robert Redford’un paylaştığı filmde Kate Reid ve Charles Bronson da diğer önemli rolleri üstlenmişler, kadının annesi ve hayranlarından biri karakterlerinde. İlginç bir tesadüf sonucu, o tarihe kadar tümünün kariyerleri televizyon ağırlıklı olan Pollack, Redford, Reid ve Bronson’un sinemaya kaymaya başladıkları dönemin başında çekilen filmin asıl yıldızı Natalie Wood ve önceki birkaç filminin düşük gişe gelirinden sonra hayli önem verdiği bir çalışma olmuş bu. Wood, Redford ve Pollack’ın çıkan sonuçtan mutlu olduğu ama Tennessee Williams’ın, isminin kullanılmasına izin vermemekle tehdit edecek kadar hoşlanmadığı bir film bu ve bugün belki kelimenin tam anlamı ile bir klasik olarak görülmese de kimi özellikleri ile ilgiyi hak eden ve hatırlanan bir çalışma. Hikâyenin ikinci yarısında yer alan ve New Orleans’ta geçen romantik bölümlerin filmin genel havasından -hem içerik hem mizansen olarak- farklı ve bu nedenle de garip durduğu çalışma, başta iki başrol oyuncusu olmak üzere tüm kadrosunun başarılı performansları ve onun en iyilerinden olmasa bile Williams’ın izini taşıyan öğeleri ile izlenmeyi hak ediyor kesinlikle.
Film, üzerine hayli büyük gelen ve sonradan ablasından kaldığını anladığımız dekolte bir elbise giyen ve rayların üzerinde yürüyen genç bir kızın hikâyesini kendi yaşlarında bir erkek çocuğuna anlatması ile başlıyor ve yine aynı gençlerin görüntüleri ile sona eriyor. Dinlediğimiz trajik bir hikâye ve Williams’ın izlerini taşıyan sahneleri ve diyalogları ile de kendisini seyrettirmeyi başarıyor. Kasabanın tüm erkeklerinin “ilgi odağı” olan ve annesinin de bu durumu ailesini ve kendisini ayakta tutmak için arsızca kullandığı kadının tüm o yapay sevgi gösterilerinden ve içine sıkışıp kaldığı küçük kasaba hayatından kurtulmak için bir fırsattır karşısına çıkan ve büyük şehirden gelen yakışıklı yabancı. Ne var ki tüm o “kirlenmişlik”ten sonra bir mutluluk düşü gerçekçi midir ve ne kadar sürebilir bir güzel düş, bunu anlatıyor bize film. Senaryo tamamen bitmeden çekimlerine başlanan film eleştirmenler ve seyirciden beklenen ilgiyi görmeyince, Wood yaklaşık üç yıl boyunca sinemadan uzaklaşmış ama bugün baktığımızda bu ilgi yetersizliğinin bir parça haksızlık olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Evet, hikâyeye kaynaklık eden oyun Williams’ın en parlak eserlerinden biri değil ve film gidebileceği (ve gitmesi gereken) yerlere bir türlü gidemiyor gibi görünüyor ama kendine özgü bir çekiciliği de var açıkçası. Klasik Hollywood’dan esintiler taşıyan ama bunu 1960’lar sinemasının özellikleri ile modern kılmış bir görünümü var öncelikle. Natalie Wood ve Robert Redford başta olmak üzere, tüm kadronun parlak oyunculukları da filme ayrı bir cazibe katıyor. Wood, Altın Küre’ye aday olan performansı ile rolüne epey asıldığını göründüğü her karede kanıtlıyor bize ve karakterinin dinamizmini, çekiciliğini, yaşam arzusunu, sevilmekten aldığı keyfi ve umutlarını ustalıkla geçiriyor seyirciye. Senaryonun Wood’un aksine daha az fırsat tanımış göründüğü Redford ise “gösterişsiz” bir rolün nasıl canlandırılabileceğinin çekici bir örneğini oluşturuyor ve vasat bir oyuncunun gölgede kalmasına engel olamayacağı bir karakteri ayaklandırıp, onu kritik önemde bir konuma yerleştiriyor. Onun bu başarısı olmasaydı, aşk hikâyesi sahip olduğu etkileyicilikten epey bir kısmını yitirebilirdi.
Filmin orijinal adında yer alan “condemned” kelimesi İngilizcede iki farklı anlamda kullanılıyor. Büyük bir suç işlediği için idama mahkum edilen insanlar için olduğu gibi, aynı zamanda içinde yaşanması tehlikeli bulunulan binalar için de kullanılıyor bu kelime. Filmin başında gördüğümüz büyük evin (Wood’un annesinin işlettiği ve kasabanın demiryollarında çalışanların kaldığı bir pansiyon burası) kapısına resmî makamların astığı ve binada oturmanın yasak olduğunu belirten yazı (filmin ismi aynı zamanda bu yazı), Wood’un canlandırdığı Alva karakterinin durumunu da anlatıyor. O da tıpkı bu ev gibi bir “mülk” ve birlikte yaşanması “imkânsız”. Hikâye bu göndermenin bir benzerini iki aşığın gittikleri bir film üzerinden de yapıyor: “One Way Passage” filmindeki kadının ölmek üzere olan bir hasta olması ve filmden çıkışta kadının (Wood’un) adama (Redford’a) filmleri -özellikle de mutsuz bitenleri- her görüşte farklı bir son bekleyerek seyrettiğinden bahsetmesi bizim seyrettiğimiz filmin sonu ile ilgili de epey ipucu veriyor seyirciye.
Bazı sahnelerinin mizanseni ve özellikle de bol diyaloglu olması ile bir oyundan uyarlandığını zaman zaman hatırlatsa da film, Sydney Pollack’ın yönetmenliği hikâyeye kesinlikle bir sinema havası katmayı başarmış ve pansiyonun dışında geçen sahnelerde olduğu gibi hem filmin nefes almasını sağlamış hem de herhangi bir zorlamadan uzak bir hava yaratmayı başarmış. Buna karşılık filmin New Orleans’taki mutluluk bölümü, sanki başka bir filmden alınıp bu filme yedirilmiş gibi bir görüntüye sahip. Bu bölüm hem senaryo hem de yönetmenlik açısından filmin en zayıf anlarına sahip olduğu gibi hikâyenin geneli ile de her açıdan farklı bir yerde duruyor ve açıkçası bir parça zayıf anlatılmış finalle birlikte filme de zarar veriyor. Neyse ki kısa tutulmuş bu bölüm ve büyük/kalıcı bir hasara neden olmuyor.
Oyuncunun sonraki kariyerini düşününce, Charles Bronson’un aslında oyunculuk yeteneği olduğuna şaşırarak tanık olacağınız film, belki de hikâyeyi başlatan ve kapatan genç kızın bir fantezisidir ama fantezi ya da değil, iki baş karakter arasındaki -aslında çok da gerçekçi olmayan- aşkı “elektrikli” bir şekilde anlatmayı başarıyor. Özgürlük ve cinsellik gibi temalara da değinen bu “yetişkin” filmi, Hollywood’un iki büyük ismini gencecik halleri ile karşımıza getirmesi ile bile ilgi görebilecek bir yarı-klasik; olabileceği kadar parlak değil belki ama kesinlikle çekici.
(“Lanetli Kadın”)