Ladies in Lavender – Charles Dance (2004)

“Bense yaşlıyım. Aptalım, saçmalıyorum ve sersemim”

Birlikte yaşayan ve gençliklerini uzun süre önce geride bırakmış iki yaşlı kız kardeşin evlerinin önündeki sahilde baygın halde buldukları gizemli bir yabancı gençle dostluklarının hikâyesi.

Britanyalı yazar William John Locke’un 1919 tarihli ve aynı adlı hikâyesinden uyarlanan bir Birleşik Krallık yapımı. Ünlü oyuncu Charles Dance’in senaryosunu da yazdığı film sanatçının bugüne kadarki ilk ve tek yönetmenlik çalışması. Orijinal hikâyede Birinci Dünya Savaşı’ndan önce geçen olaylar Dance tarafından İkinci Dünya Savaşı’nın öncesine taşınmış ve orijinalinde bir parça daha hüzünlü olan sonu yumuşatarak yapmış bunu. Dance’in bu tercihi -tüm hüznüne rağmen- seyri keyifli olan ve izleyicide tatlı duygular uyandıran filmin sıkıntısının da yattığı yeri işaret ediyor: Fazlası ile yumuşak bir havası var filmin ve Dance’in senaryosu ve yönetmenliği, eseri güçlü oyuncuların rol aldığı ve ortalamanın üzerinde bir televizyon filminden öteye görüremiyor. İki kız kardeşi canlandıran Maggie Smith ve Judi Dench ile gizemli genç adam rolündeki Daniel Brühl’ün performanslarının filmin havasına oldukça uygun olması ve seyircide adeta bir rahatlama ve samimiyet havası yaratması ile ilgiyi hak eden filmin yaşlanmak ve “son bir fırsat” gibi konular üzerine düşündürdükleri de dikkat çekiyor. Sinema sanatı açısından belki çok önemli olmayan ama küçük hikâyesi ile seyircide samimi duygular uyandrmayı başaran bir film bu.

1863 ile 1930 yılları arasında yaşayan William John Locke’un eserleri sinema için epey verimli bir kaynak olmuş. Sessiz sinema döneminden başlayarak hikâyeleri ve romanları pek çok kez sinemaya aktarılan yazarın sinema perdesindeki şimdilik son uyarlaması Charles Dance’ın bu filmi olmuş. Biri hiç evlenmemiş, diğeri ise kocasını bir önceki savaşta kaybeden iki kız kardeşin birlikte yaşadığı eve çok yakın bir yerde denizin sahile sürüklediği genç bir adamın bu iki kadının hayatlarını değiştirmesini anlatıyor film. Onlar olağanüstü bir keman çalma yeteneği olan genç adamı hayata döndürürken, genç adam da varlığı, gençliği, güzelliği ve yaşam arzusu ile onlara kaybettikleri ya da hiç sahip olmadıkları şeyleri hatırlatıyor. Aslında güzel havanın tadını yüzlerinde güneşi hissederek çıkaran, bahçelerinde çıplak ayakla dolaşarak toprağı hisseden bu iki yaşlı kadın hayattan ellerini ayaklarını çekmiş insanlar değiller. Bir başka şekilde söylersek, hikâye onların inzivadaki hayatlarına radikal bir darbe olarak göstermiyor genç adamın gelişini. Bu kolaycılıktan kaçıyor film ve daha derinlerde kalmış bir şeylerin hedefi, özellikle kadınların birindeki özlem ve arzuların, ve yaşlanıyor olmanın verdiği hüzün duygusundan bir -aldatıcı da olsa- kaçış olarak gösteriyor genç ve yakışıklı adamı. Daniel Brühl’ün de -film çekildiği tarihte henüz 25 yaşında olduğunu da unutmayalım- doğal bir sevimlilikle oynadığı genç adam, kadınlara hayatın güzelliklerini hatırlatıyor bir bakıma ve tekrar erişilmesi veya hayal edilmesi artık mümkün olmayan duyguların sıcaklığını getiriyor onlara.

Resim yapmak için yörede dolaşan bir Rus kadının “Orada bir misafirden çok mahkûm gibisin” dediği genç adamın iki kadının yanındaki varlığı sevgiye dayalı olsa da özgürlüğü kısıtlı bir bakıma. Bir fiziksel engel yok belki özgürlüğüne ama kadınların, özellikle yaşayamadığı duygularının nesnesi yaptığı genç adama iyice bağlanan birinin, genç adamdan ayrılmayı kesinlikle istememeleri bir duygusal engel yaratıyor genç adama. Cornwall bölgesinin müthiş doğasını başarılı görüntülerinde ustalıkla kullanan Peter Biziou’nun kamerasının aktardığı hikâyede bu iki kadını sade ama kesinlikle doyurucu performanslarla canlandıran Judi Dench ve Maggie Smith’in varlıkları hikâyeye çok şey katıyor kuşkusuz. Belki hikâye sinemasal açıdan yeterince güçlü değil ve iki usta oyuncuya bir televizyon filminin sınırlarını aşamamış görünen bir atmosferden fazlasını sağlayamıyor ama her iki sanatçı da filmin hüzün ve tutku gibi duygularını elle tutulur hâle getirmeyi başarıyorlar. Daniel Brühl ise adeta bu rol için yaratılmış: Karakterinin gerektirdiği gençliği, güzelliği, enerjiyi ve geleceğin sembolü olma durumunu (kadınların ait olamayacağı bir gelecek bu ki hüzün de işte tam da buradan doğuyor) hak ettiği şekilde getiriyor karşımıza. Hizmetçi rolündeki Miriam Margolyes ve kendisi de gençliğin ve son bir tutkunun peşine düşmüş görünen doktoru canlandıran David Warner da sağlam karakter oyunculukları ile filmin oyunculuk düzeyinin yüksek kalmasını sağlıyorlar.

Filmin ana hikâyesi, doktorun Rus kadına ilgisini anlatan yan hikâye ve kimi diyaloglar aslında hep benzer bir temanın etrafında dönüyor: Yaşlılıkla gençliği yan yana koyuyor hikâye sık sık ve ilkinin ikincisine duyduğu özlem veya ona erişememesinin neden olduğu kırgınlık gibi hisleri, doktorun bir sahnede insanın içini burkan bir şekilde içini çekmesinde olduğu gibi vurguluyor düzenli olarak. Bu bağlamda hikâyenin bir hayal kırıklığını anlattığını söylemek mümkün. Gerçekleşmesi mümkün olmayacak bir hayali gerçekleştiremeyeceğini anlamaktan kaynaklanan bir hayal kırıklığı bu ve baştan sona kendisini hissettiren hüzün duygusunun temel kaynağı da bu.

Nigel Hess’in bestelediği ve kemancı Joshua Bell’in çaldığı parçaların yanısıra yine Bell’in çaldığı ve Bach ve Debussy gibi klasik müzik bestecilerinin eserlerinden oluşan sıkı müzikleri olan ve bir açıdan müziğe ve aşka övgü düzen hikâyenin Rus kadın karakteri yeterince işlenmemiş ve havada kalmış görünürken, genç adamın kendini denizde bulmasına neden olayların niteliği hakkında da pek bir şey söylemiyor film bize. Bir sahnede genç adamın birilerinden/bir şeyden kaçmak için denize atladığını veya birileri tarafından denize atıldığını hissettiren görüntüler ve seslere tanık oluyoruz ama nedense hikâye netleştirmiyor bu konuyu. Yaşananların bir dünya savaşının arifesinde geçiyor olmasının önemini ve havasını da yeterince yansıtamıyor hikâye bize ve son bir kusur olarak belirtmek gerekirse, Charles Dance’in kimi tercihlerinin altı yeterince doldurulmuş görünmüyor; örneğin bir sahnede seyirciye uzun uzun, çalışan çiftçileri gösteriyor film ama hikâye ile bir bağlantısı yok bunun.

Bir tutkuyu da anlatmasına rağmen seyiciyi bu açıdan yeterince hareketlendiremeyen film, yukarıda sıralanan kusurlarına rağmen ve en önemlisi de fazlası ile yumuşak anlatımı ile önemli ve kalıcı bir sinema eseri olamıyor ama yine de tüm o hüzün duygusuna rağmen, yaşam sevgisini seyirciye hatırlatmayı başarıyor. Zarifliğini hep koruyan -belki de Dance’in bir yönetmen olarak varlığını hissettirdiği tek nokta bu- ve tüm karakterlerine sevgi ve anlayış ile yaklaşan bir filmi görmenin hiçbir zararı olmasa gerek.

(“Lavanta Kokulu Kadınlar”)

(Visited 204 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir