A Zed & Two Noughts – Peter Greenaway (1985)

“Bedeninin çürüyüp gitmesi fikrine katlanamıyorum. Hem de bir hiç uğruna… yoksa bir sebebi var mıydı?”

Hayvanların davranışları konusunda uzman olan zoolog iki erkek kardeşin, eşlerini kaybettikleri trafik kazasından sonra insan ve hayvan bedenlerinin çürüme sürecine saplantılı bir şekilde eğilmelerinin hikâyesi.

Walter Donohue’nun da katkıda bulunduğu senaryosunu yazan Peter Greenaway’in, yönetmenliğini de üstlendiği bir Birleşik Krallık ve Hollanda ortak yapımı. 2001’de hayatını kaybedene kadar Greenaway’in hemen tüm filmlerinde çalışan Fransız görüntü yönetmeni Sacha Vierny’in onunla bu ilk iş birliğinde parlak bir başarıya ulaştığı yapıt, Greenaway’in kendine has dünyasının güçlü örneklerinden biri. Ayrıksı, saplantılı, entelektüel ve hatta komik bir çalışma bu ve görsel dünyası, karakterleri ve düş gücü ile seyirciyi kendisine çekiyor ilginç bir şekilde. Bir parça karışık ve kaotik bu Greenaway yapıtı, BBC’de yayınlanan “Life on Earth” adlı dizi belgeselden farklı bölümleri de hikâyesinin parçası yapan, David Cronenberg’in dünyasını hatırlatan ve ortalama bir seyirciyi epey şaşırtabilecek, hatta ürkütebilecek ilginç bir çalışma.

1962 tarihli “Death of Sentiment” adlı kısa filmle yönetmenliğe başlayan Peter Greenaway pek çok kısa filmden sonra, ilk uzun metrajlı yapıtını 1980’de çekti. “The Falls” adlı bu yapıt bir sahte belgeseldi (mockumentary) ve tümünün soyadı “Fall” harfleri ile başlayan insanları konu alan 92 bölümlük bir çalışmaydı. Bu bölümlerden birinde Ipson ve Pulat Fallari adlarında tek yumurta ikizleri anlatılıyordu ve bu karakterleri, stop-motion animasyoncu olan Quay Kardeşler (Stephen ve Timothy Quay) -sadece fotoğrafları ile!- canlandırmışlardı. Daha önce çektiği kısa filmlerden bölümler de içeren ve hatta daha sonra çekeceği filmlere göndermeler de içeren bu ilginç yapıt ile “A Zed and Two Noughts” arasında birden fazla bağlantı var: Burada da ikiz kardeşlerin öyküsü anlatılıyor, hikâyenin başındaki kaza “The Falls”un 28 numaralı bölümü ile benzerlik taşıyor ve Quay Kardeşler çok kısa bir sahnede de olsa yine karşımızdalar. Aslında filmin başrolleri de önce onlara teklif edilmiş; onların gönülsüz davranması üzerine, Greenaway yine de kısa bir sahnede (kahramanlarımız ile bir masada kâğıt oyunu oynarken görüyoruz onları ve replikleri olmasa da, en azından bu kez fotoğrafları değil, kendileri çıkmış seyircinin karşısına) rol vermiş bu ikiliye.

Peter Greenaway iki favori sanatçısı ile çalışmış bu filmde: Fransız görüntü yönetmeni Sacha Vierney ile burada başlayan iş birliği Vierney’in ölümüne kadar sürmüş. İngiliz besteci Michael Nyman ise ilk kez 1980’de “The Falls” filminde çalışmış Greenaway ile ve bugüne kadar onun 11 filminin müziklerine imza atmış. Gerek Vierney gerekse Nyman diğer iş birliklerinde olduğu gibi burada da yönetmene ve filmine önemli birer katkıda bulunmuşlar. Nyman’ın öykünün farklı öğelerini (gerilimden mizaha ve erotizme) ustaca takip eden ve kendisini göstermekten çekinmeyen melodileri nerede ise görüntüler kadar, bir anlatım aracı olmuş filmde ve hikâyenin kendisi kadar haraketli, ayrıksı ve sapkın bir içerik ve biçim taşıyor. Vierney’in görüntü çalışması ise, onun işindeki ustalığının Greenaway’in hayal gücü ile birleştiğinde ortaya nasıl parlak bir sonuç çıktığının en güçlü örneklerinden biri olmuş. Set tasarımlarının (Ben van Os ve Jan Roelfs) ve kostümlerin (Patricia Lim ve Dien van Straalen) parlak başarısı ile birleştiğinde ortaya görselliği ile göz dolduran bir sonuç çıkmış kesinlikle.

Babası bir kuş bilimci olan Greenaway, bu nedenle çocukluğunda başlayan ilgisinin sonucu olan bu yapıt için düşünsel hazırlıklara 1982 tarihli “The Draughtsman’s Contract” (Ressamın Kontratı) adlı filmini çekerken başlamış ve öyle ki o filmin tanıtımı ve festivaller için gittiği şehirlerde ilk ziyaret ettiği yerlerden biri hayvanat bahçeleri olmuş hep. Bu filmi de hâlen yaşadığı Amsterdam’da olmasa da, Hollanda’nın bir başka şehrinde, Rotterdam’daki hayvanat bahçesinde çekmiş ve öykünün açılışını bu mekânın içinde ve hemen önünde geçen bir sahne ile yapmış. Bir adamı hayvan kafeslerinin önünde gözlem ve ölçüm yaparken görüyoruz; sonra acı bir fren ve çarpma sesi ve bir kadın çığlığı duyuyoruz ve görüntüye kaza yapan araç geliyor. Araçta 3 kadın vardır; bunlardan ikisi hayvanat bahçesinde çalışan iki zoolog olan Oswald (Brian Deacon) ve Oliver (Eric Deacon) Deuce kardeşlerin eşleridir ve yaşamlarını yitirmişlerdir. Sürücü ise bu kadınların arkadaşı olan Alba’dır (Andréa Ferréol) ve bir bacağının kesilmesine neden olacak kadar yaralanmıştır. Aracın ön kaportasında ise, aniden sürücünün önüne çıkarak kazaya neden olan bir kuğunun cansız bedeni yatmaktadır! Mesleğini hayvanat bahçesinde icra eden ve ayrıksı öyküler anlatan hayat kadını Venus de Milo (Frances Barber) ve Hollandalı ressam Johannes Vermeer’e hayran cerrah Van Hoyten’in de (Joss Ackland) katılacağı ve eşlerini kaybedince saplantılı bir şekilde, bedenlerin çürüyüp yok olması sürecini incelemeye başlayan kardeşlerin öyküsü bu şekilde başlayacaktır.

İlk sahnelerdeki görsel anlayış ve görüntüye gelen kimi unsurlar Greenaway’in filmi hakkında iyi bir fikir veriyor ve bu sahnelerdeki anlayış öykünün sonuna kadar da devam ediyor. Bu ölüm, seks ve saplantılar öyküsünde ikilik ve/veya simetri kavramları varlıkları ve yoklukları ile ön plana çıkıyor. Öykünün kahramanı iki kardeşin ikiz olmaları, tek bacağı kesildiği için vücut simetrisi bozulan bir goril, Alba’nın vücut simetrisini önce kaybedip sonra tekrar “elde etmesi”, simetrinin kaybının bazen simetrinin varlığına göre daha avantajlı olması (“Bacaksızların ülkesinde tek bacaklı kadın kraliçe olur”), bedenin çürüme sürecinin kesinlikle simetrik bir şekilde ilerlemediği gerçeği, bir hamileliğin iki erkekle birden ilgili olması (“Bana kalırsa ikiniz de babasınız”), ikiz bebek doğumu ve bir balığın yalnızlığını gidermek için karşısına bir ayna yerleştirilmesi gibi farklı örnekler verilebilir öykünün bu odak noktası ile ilgili olarak. Tüm bunlara “siyam ikizleri” konuşmalarını ve kardeşlerin soyadlarının “Deuce” (bu sözcük, iskâmbil kağıtlarındaki “iki” ve zarın “iki”yi gösteren yüzü için de kullanılıyor İngilizcede) olmasını da ekleyebiliriz. Özetlemek gerekirse, Greenaway ikilik ve simetri kavramları üzerinde ilerleyen bir oyun oynuyor ve bizi de bu oyunu izlemeye davet ediyor.

Kardeşlerden özellikle birinin sürekli olarak izlediği ve David Attenborough’un seslendirdiği BBC belgeselinden görüntüler ve karakterlerin bu görüntüler üzerine konuşmaları sık sık karşımıza çıkıyor hikâye boyunca. “Hayatın başlangıcını izliyorum; çünkü sonunu biliyorum” diyor kardeşlerden biri belgeselin yaşamın başlangıcı bölümünü seyrederken. Sonun ölüm olduğunu bilseler de, sonrasındaki çürümeye saplantılı bir ilgi göstermesini engellemiyor bu. Bitkilerden hayvanlara farklı canlıların çürüme süreçlerini çok kısa aralıklarla fotoğraflayarak kayıt altına alan Deuce kardeşlerin bir adım ileri gidip, bu süreci insan bedeni için de kaydetmek istemeleri ise finaldeki trajikomik âna götürüyor bizi ve öykünün mizahı (karakterlerin saplantılı eylem ve düşünceleri üzerinden üretilen bir mizah bu) için güçlü bir örmek oluyor bu son.

Alba karakterine “Vermeer’in tablolarında asla bir kadın bacağı göremezsiniz” dedirtiyor bir sahnede Greenaway; asla kısmı doğru olmasa da (sanatçının 1674’te tamamladığı ve ABD’de Metropolitan Müzesi’nde sergilenen “Allegorie op Het Geloof” (İnancın Alegorisi) tablosu istisnalardan biri örneğin), çoğunlukla gerçekten de kadınların bacakları görünmez Hollandalı ressamın eserlerinde. Filmin öyküsündeki cerrahın bazı operasyonlarının, “kadınları bacaksız resmeden” bu sanatçıya hayranlığı ile ne kadar ilişkili olduğu üzerinden bir soru işareti (ve mizah) da üreten filmde kullanılan iki şarkı da hayli ilginç bir gerilim ve mizah havası katmış filme: “The Teddy Bears’ Picnic” ve “An Elephant Never Forgets”.

Greenaway, bu filminin Toronto Festivali’ndeki gösterimin ardından David Cronenberg’in kendisi ile buluştuğunu ve iki saat boyunca yapıtı hakkında sorular sorduğunu, kısa bir süre sonra da “Dead Ringers” (Ölü İkizler) adlı ilginç ve başarılı filmini çektiğini söylemiş bir röportajında. Her ikisini de Jeremy Irons’ın canlandırdığı, jinekolog ikiz kardeşlerin öyküsünü anlatan bu filmini Cronenberg, gerçekten yaşamış ikiz kardeşleri anlatan bir romandan (Bari Wood ve Jack Geasland’in 1977 tarihli “Twins” adlı kitabı) uyarladığı için, esinlenmenin “ikiz kardeşler” temasının gizemli çekiciliğini kullanmakla sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Buna karşılık, her iki sinemacının da kendilerine has dünyalar yaratmakta usta oldukları ve bu temanın hakkını verdiklerini açık. Greenaway’in filminde Venus de Milo ve Alba gibi yan karakterlerin veya bazı diyalogların doğal görünmeyip sadece bir meseleye hizmet etmek için yaratılmış oldukları söylenebilecek olsa da, amaçlanan tam da buymuş zaten ve hedefini de yakalamış yönetmen. Acıdan ve trajediden bir kara mizah çıkarabilen yapıt, sinemacılığa başlamadan önce ressam olmayı isteyen Greenaway’in görsel bir dünya yaratmayı bir öykü anlatmanın öne çıkardığı bir çalışma ve onun “Benim sinemam resim sanatına ve sanat tarihine bakılırken benimsenen bakış açısı ile değerlendirilmeli” cümlesini de doğruluyor.

İşte bu görsel bakışla ele alındığında keşfi ilginç olabilecek yanları var filmin ve bunlardan biri zebranın kullanımı. İlginç bir soruya da (“Zebra siyah şeritleri olan beyaz bir hayvan mıdır, yoksa beyaz şeritleri olan siyah bir hayvan mı?”) konu olan bu hayvanın siyah ve beyaz “renk”leri ile karakterlerden birinin Arc-en-ciel olan soyadının (Fransızca bu sözcük gökkuşağı anlamına geliyor) ima ettiği renkleri birleştirdiğimizde, renk skalasının tümü tamamlanmış oluyor. Öykünün başında kazanın “zebra çizgiler” olarak da ifade edilen yaya şeridinde yaşanması ve çürümesi gözlenen son canlının bir zebra olması bu canlıyı filmi açan ve kapatan obje yapıyor aynı zamanda. İlginç bir başka görsel unsur ise Alba ile ilgili: Hemen her zaman beyaz kıyafetler içinde gördüğümüz ve yatağının başında azizlerin başının etrafındaki halelere benzeyen bir obje olan kadının bu “azize masumiyeti” hâli, iki kardeşi birden yatağına davet ettiği sahnede kayboluyor ve bunu görsel bir oyunla, kadına bu kez kırmızı-pembe arası bir gece kıyafeti giydirerek ve yatağın başındaki objeyi ortadan kaldırarak ima ediyor yönetmen.

(“Hayvanat Bahçesi”)

(Visited 6 times, 6 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir