And Then There Were None – René Clair (1945)

“Bilmek istediğim, biz kedi miyiz fare mi?”

Hafta sonunu geçirmek için tanımadıkları bir adam tarafından bir adaya davet edilen on kişinin birer birer öldürülmesinin hikâyesi.

Agatha Christie’nin bugüne kadar 100 milyondan fazla sattığı tahmin edilen “Ten Little Niggers” adlı 1939 tarihli romanından ve bu romandan kendisinin uyarladığı tiyatro oyunundan beyazperdeye aktarılan, senaryosunu Dudley Nichols’ın yazdığı ve yönetmenliğini Fransız sinemacı René Clair’in üstlendiği bir ABD yapımı. Clair’in ABD’de çektiği son film olan çalışma romanın orijinal sonunu değiştiren oyuna sadık kalarak Hollywood anlayışına uygun bir final benimsese de hikâyesinin çekiciliği, 1940’ların önemli isimlerinden oluşan kadrosu ve “Kim Yaptı?” temasının akıllıca kullanımı ile dikkati çeken gerilimli ve keyifli bir klasik.

Agatha Christie’nin kitabı Birleşik Krallık’ta ilk basıldığında “Ten Little Niggers” adı kullanılmış ama “nigger” kelimesinin ABD’deki ırkçı çağrışımları nedeni ile orada “And Then There Were None” ismi tercih edilmiş ki bu isim romana kaynaklık eden tekerlemenin son cümlesi aslında. Kitabın daha sonraki baskılarında ise tekerlemedeki “nigger” kelimesinin yerine “indian” kelimesi kullanılmış ve böylece kitap “Ten Little Indians” adı ile anılır olmuş. Christie’nin dönemindeki -kuşkusuz bugün çok farklı örneklerle hâlâ hayatını sürdüren- kibirli ve normal kabul edilen beyaz bakış açısının bir örneği bu isimlendirme ve kitap bizde de “On Küçük Zenci” adı ile basıldı ve basılmaya da devam ediliyor.

Christie’nin çok popüler olan romanı sinemada ilk olan bu Clair uyarlamasından sonra dokuz defa daha hayat bulmuş beyazperdede. Bunun dışında, Christe’nin kendi çalışması olan tiyatro oyunu, radyo ve televizyon uyarlamaları olduğu gibi, hikâye çizgi romanlarda, video oyunlarında ve hatta bir kutu oyunu olarak da karşısına çıkmış meraklılarının. Romanın tüm zamanların en çok satan eserlerinden biri olmasında ve bunca farklı ortamda yorumlanıp, yeniden yaratılmasında elbette temel faktör Christie’nin ustalığı ve hayal gücü. On farklı karakterin hiç tanımadıkları birisi tarafından davet edildikleri ve tek bir ev dışında tamamen ıssız olan bir adada yaşadıkları iyi akıl edilmiş bir mekan ve içerik uyumu yaratıyor ve romanın son satırlarına kadar okuyucu ne olduğunu anlamaya ve gizemi çözmeye çalışıyor. Aslında romandaki olay örgüsünün, tıpkı kendi eseri için olduğu gibi tiyatroya ve sinemaya da uyarlanan bir başka romanınki (Gwen Bristow ve Bruce Manning’in 1930 tarihli “The Invisible Host” adlı eserleri) ile benzerliği var ama Christe’nin oradan “esinlenmiş” olduğuna veya bu eserleri okuduğu ya da gördüğüne dair herhangi bir bilgi bulunmuyor. 1946’da Locarno’da En İyi Film seçilen bu René Clair çalışması, romanın yazarının tiyatro oyunu için -süren İkinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu karanlık havayı yumuşatmak düşüncesi ile- seçtiği yumuşak sonu takip ediyor ve açıkçası bu finalden bir parça zarar görüyor ama yine de görülmesi gerekli bir klasik.

İlginç bir girişle açılıyor film ve yaklaşık 5 dakika boyunca hiç diyalog kullanılmıyor. Dalgalı bir denizde seyahat eden bir teknedeki sekiz yolcuyu ve bir kaptanı görüyoruz öncelikle. İki kadın yolcudan birinin rüzgâr tarafından hareketlendirilen eşarbının iki ayrı erkeğin yüzüne çarparak onları rahatsız etmesi, erkek yolculardan birinin piposundan çıkan dumanın bir kadın yolcunun keyfini kaçırması, uyurken başları düşen iki yolcunun birbirinden rahatsız olması ve kaptanın yediği sandviçin yolculardan birinin midesini bulandırması gibi ve sadece görsel olarak anlatılan unsurlarla bir huzursuzluk ve rahatsızlık havasını hemen girişte ustalıkla yaratıyor film ve hikâyenin sonuna kadar karakterlerin birbirinden kuşku duymasının da ilk adımını atıyor böylece. Mario Castelnuovo-Tedesco’nun vurgulu ve coşkulu gerilim müziğinin eşlik ettiği bu konuşmasız anlardan sonra sekiz konuğu ve onları karşılayan iki çalışanı görüyoruz. Daha önce ne birbirleri ile ne de davet sahipleri karşılaşmış olan karakterlerin, isimlerini söylerken kameraya dönmeleri hem tiyatroya bir gönderme hem de seyirciyi de o davete dahil ediyor. Evdeki uşağın kendisini işe alan ev sahibinden aldığı yazılı talimatla çaldığı plakta evdeki on kişinin her birinin geçmişinde doğrudan ya da dolaylı olarak bir cinayet suçu olduğunu öğreniyoruz ve sonra salondaki on adet küçük yerli biblosunun kırılması ve her birinin evde işlenecek bir cinayeti işaret etmesi ile hikâye başlıyor ve sürüyor.

Nedense ilk ölümden sonra karakterlerin pek de olandan etkilenmemiş göründüğü hikâyede ikinci, hatta üçüncü ölümle birlikte gerilim başlıyor asıl olarak. “Zehirli bardak intihar demek olabilirdi, fazla uyku ilacı kazara verilmiş olabilirdi; ama bu alet, üçüncü kurbanın sırtından aldığımı görmüştünüz, ancak tek bir anlama gelir: Cinayet” diyor karakterlerden biri üçüncü ölümden sonra. Tek tek gerçekleşen ölümler, tüm karakterlerin geçmişinde cinayetler olması, ölümlerin tekerlemede söylendiği şekli ile gerçekleşmesi ve suçlunun içlerinden biri olmasının neden olduğu kuşku filmi -tüm ölümlere rağmen- eğlenceli kılıyor. Herkesin herkesten kuşkulanması, bu kuşkuları paylaşabilmek için kuşkulandığı başkaları ile yandaş olmaya çalışması, cinayetlerin iki kişi baş başa kaldığında gerçekleşmesi yüzünden kimse ile yalnız kalmamaya özen gösterilmesi gibi unsurlar tatlı bir eğlencenin kaynağı olurken, iki kişinin katil olduğunu düşündükleri üçüncü hakkında konuşurken çoktan ölmüş olan o kişinin hareketsiz ayaklarının seyirciye gösterilmesi ve anahtar deliğinden herkesin birbirini gözlemesi gibi sahnelerle bu eğlence daha da artıyor.

Tek başınayken katilin kim olduğunu anlamaya çalışan birkaç farklı kişiyi göstererek katilin onlardan biri olmadığını nedense açık eden film daha dikkatli seyirci için de en az iki kez katilin kimliğini ima ediyor aslında. Finalinin -özellikle de romanı okumuş olanlar için- ağızda iyi bir tat bırakmaması bir yana, toplam on bir oyuncudan oluşan oyuncu kadrosunun (on davetli ve onların sekizini adaya getiren teknenin kaptanı) tümü rollerine eğlenceyi hiç ihmal etmeyen bir çekicilik katarken, özellikle Walter Huston (Doktor Armstrong), Barry Fitzgerald (Yargıç Quincannon) ve Louis Hayward (Philip Lombard) senaryonun karakterlerine tanıdğı imkânların da katkısı ile öne çıkıyorlar. Karanlık yönü ilerledikçe artan ama eğlenceli yanını da hiç bırakmayan film savaş yorgunu seyircilerin “mutlu bir son”u hak ettiği düşünülerek, yanlış bir şekilde sonlandırılsa da görülmeyi hak eden bir klasik.

(“Ten Little Niggers” – “Ten Little Indians” – “Müthiş Şüphe: On Küçük Zenci”)

(Visited 308 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir