“Büyük hasılat yapan filmler yenilikçi, toplumcu filmler. Seyirci her gün değişiyor çünkü insanlar değişiyor. Sen, ben değişiyoruz. Değişmeliyiz. Değişim diyalektiğin yasası değil mi?”
Aşk filmlerinin ustası olarak anılan bir Yeşilçam yönetmeninin değişen sinema dünyasına ayak uydurmak ve entelektüeller tarafından ciddiye alınmak için bir sanat filmi çekme macerasının hikâyesi.
Yavuz Turgul’un Türkiye sinemasının tam bir kriz içinde olduğu 1990 yılında yazdığı ve yönettiği bir film. Müziklerinde Attila Özdemiroğlu’nun, görüntülerinde ise Orhan Oğuz’un imzasını taşıyan ve Müjde Ar’dan Şevket Altuğ’a pek çok ismin konuk oyuncu olarak yer aldığı eser temel olarak bir Şener Şen filmi. Yok olmaya yüz tutan bir sinemanın ve özellikle Yeşilçam’ın arkasından düzülen bir ağıt havası taşıyan film komedi ile dramı çoğunlukla dengelemeyi başaran, zaman zaman nostalji duygusu ile hüzünlendiren ama kimi kusurları da barındıran bir çalışma. Ne var ki bu kusurların, filmin bir kriz dönemi içinde üretildiği ve tam da bu krizin içinde hayatta kalmaya çalışan insanları anlattığı düşündüldüğünde belki de göz ardı edilmesi gerekiyor.
Açılış sahnesinde taktığı fuları ve gözlüğü, giydiği yeleği ve piposu ile bir entelektüele dönüşen yönetmenimiz Haşmet Asilkan (Şener Şen) sahaflar, opera ve sergiler arasında dolanarak bu yeni imajını beslemeye de çalışıyor. Ne var ki ne sinemanın içinde bulunduğu finansal kriz ne de kendisini “küçük gören” entelektüel çevrelerin ilgisizliği kendisine yardımcı olabilecek gibi. Yapımcıların sadece şarkıcı filmlerini finanse edebildiği bir dünyada, kısacası çok yanlış bir zamanda yeni yoluna çıkmış kahramanımız. Yapımcı ile trajikomik pazarlıklar, filmi yapabilmek için hemen herkese uydurduğu yalanlar, kendilerini oynayan klasik Yeşilçam döneminin karakter oyuncularının (Sami Hazinses, Cevat Kurtuluş, Nubar Terziyan) yüreğe dokunan terk edilmişlik halleri vs. hep yönetmenimizin içinde bulunduğu çıkmazın işaretleri. Aslında kahramanımızın karakteri üzerinden sinemamızın bir bakıma tarihini de anlatıyor Turgul. Ortaokul terk olan yönetmenimiz ilk evliliğini dindar bir kadınla yapmış ve kendi sınıfının dışına çıkıp Yeşilçam’a karıştığında ise bir yıldız adayı ile evlenmek için bitirmiş bu evliliği. İkinci eşinden de boşanıp ayrı yaşadığı şimdi ise filminde başrolde oynayan konservatuar mezunu bir tiyatrocu kadına ilgi duyuyor. Benzer şekilde Yeşilçam’dan eski dostlarına bir türlü hayır diyememesi, evinin duvarlarında asılı olan Yeşilçam yıldızlarının fotoğrafları veya çocuklarına karşı olan yufka yürekliliği adeta sinemamızın o eski “masum ve sıcak” günlerine birer gönderme niteliği taşıyarak, o günün sinema emekçilerine selam yolluyor.
Sinemamızın bir başka kriz döneminde (70’ler olsa gerek) takma isimle seks filmleri de çekmiş olan yönetmenimizin 12 Eylül darbesi ve teröristler üzerine kendi yazdığı senaryosundan çekmeye çalıştığı ve bu arada başına gelmeyen kalmayan film, Turgul’un açık bir biçimde gösterdiği gibi yüzeysel içeriği ve naif mesajları ile zaten ona bir başarı getirecek düzeye sahip değil. Bu durum da Turgul’un filminde -maalesef zaman zaman asıl derdinin ne olduğunu anlamamıza engel olacak şekilde- odaklandığı iki ayrı konudan birine karşılık geliyor. Filmimiz bir yandan değişen sinema dünyasında eski kalan sinemacının önemsenmek, tarihe bir iz bırakmak yolundaki trajikomik çabasına odaklanırken diğer yandan da sinemanın ve özellikle Türkiye sinemasının kendisine ağıtlar söylüyor. Bu konuların her ikisi de aynı derecede ağır ve önemli ve bu durum da filmin asıl odağını oturtmasını zorlaştırıyor hikâye boyunca.
Turgul’un sesli çekilmeyen ve özellikle ortam seslerinin yokluğu açısından rahatsız edici olan filminin bir başka sıkıntısı ise Şener Şen’in yönetmen karakteri dışında diğer tüm karakterlerinin fazla şematik olması ve eski eş karakterinin yadırgatıcı bir biçimde abartılı olarak çizilmesi. Oysa Şen’in zaman zaman komediye gereksiz göz kırpsa da ustalıkla oynadığı karakterinin de gösterdiği gibi, Turgul filminde özellikle kaçınmış bu abartıdan ama her nedense bu eş rolü tuhaf bir biçimde yüzeysel kalmış.
Yıkık dökük bir evde eski bir film makinasından film seyreden emektar Yeşilçam oyuncusunun -kaçınılmaz bir şekilde- karşımıza geldiği film nostaljisi, tüm o imkânsızlıklar içinde sevdikleri ve çok önemsedikleri bir işi ne olursa olsun yapabilme savaşı veren insanları ve yok olan bir Yeşilçam’dan hatırlattıkları ile seyre değer bir çalışma. Her ne kadar hikâye modası geçen bir sinema anlayışının (aslında bu anlayışın seyircisini de alarak televizyona kayması söz konusu olan) hüznü, artık ciddiye alınmak istenen bir sanatçının savaşı ve çöken bir sinema sektörünün resmedilmesi gibi farklı konular arasında sürekli gelip gidiyor olsa da sinemamımız açısından yine de önemli bir çalışma bu.