“Ben bir paspasım; insanlar üzerimden yürüyorlar”
Kuzey Fas’taki Tétouan şehrinde yaşayan ve küçük hırsızlıklarla geçinen üç genç arkadaşın bir kuyumcuyu soymaya karar vermeleri ve aralarından birinin bir hayat kadınına âşık olması ile değişen hayatlarının hikâyesi.
2013’te Fas’ın Yabancı Dilde Film dalında Oscar’a aday gösterdiği bu Fas, Fransa, Almanya, Belçika ve Birleşik Arap Emirlikleri ortak yapımını Faouzi Bensaïdi yazmış ve yönetmiş. Üç genç adamın kendilerine bir gelecek vaat eder gibi görünmeyen bir toplumda kendi kurtuluş yollarını bulma yolunda içine girdikleri ve suçla örülü dünyalarını anlatan film bir bakıma Arap Baharı denen olayların neden ortaya çıktığının da resmini çiziyor bize. Hiçbir karakterin olumlu çizilmediği ve bu bakımdan hayli karanlık bir toplum panoraması ortaya koyan film gençlerin içinde yaşadıkları toplumdaki çıkışsızlıklarını sergilerken belki yeterince güçlü bir sinema dili ortaya koyamıyor ama yalın sineması ve tarafsız anlatımı ile ilgiyi hak ediyor.
Hapisten çıkan bir genç adamı karşılayan babası ve iki arkadaşını göstererek başlıyor film. İlk birkaç sahnede bu üç adamın yakın dostluklarına ve sıkı dayanışmalarına tanık ediyor bizi yönetmen ve bundan sonra izleyeceklerimiz de bu arkadaşlığın sınavı olarak da nitelendirilebilecek olaylar ve bu olayların sonunda da üç gencin akıbetleri oluyor. Faouzi Bensaïdi kendi yazdığı hikâyesinde Fas toplumundaki gençlerin sıkışmışlıklarını ve toplumsal düzenin onlara sağlayamadığı geleceği yasa dışı yollarla kendilerinin bulmaya çalışmasını anlatıyor temel olarak ve bunu yaparken de ülkesinin sosyal durumunun da bir resmini çiziyor bize. Karakterlerden birinin, içine girdiği tarikat benzeri bir grup içinde süratle radikalleşmesi ve kuyumcu soygununa temel olarak, bir hristiyan olan İspanyol sahibini öldürmek için katılmayı kabul etmesinin gösterdiği gibi yönetmen gençlerin kendilerine herhangi bir umut ışığı vaat etmeyen bir ülkede sapabilecekleri yolları da işaret ediyor. Şiddet, radikal dinci hareketler, uyuşturucu ve yasa dışı eylemler gençlerin önündeki tek seçenek gibi görünüyor ve ne kadar iradeli olunursa olsun herhangi bir onurlu gelecek de sunmuyor bu düzen gençlere.
Kuşkusuz film tüm bir Arap Baharı’nın arka planını sunma çabasında değil ama bu aktivitelerin birkaç anayasal düzenleme dışında radikal bir iktidar veya sosyal değişikliğe yol aç(a)madığı Fas’taki arka planı için bir fikir veriyor yine de hikâye bize. Bunu yaparken ise, bireysel ya da en azından ilk bakışta öyle görünen bir hikâye üzerinden yapıyor bunu. Gerek sivil bireyler gerekse yönetimi temsil eden güçler (polisler) açısından bakıldığında da tek bir olumlu tip sunmuyor bize film ve buna bağlı olarak da hayli karamsar bir atmosfer oluşturuyor. Karakterlerden birinin diğerlerine söylediği “Diplomanın ona ne faydası oldu? Hiç! İş, okul, evlilik, çocuk ve diğer tüm işe yaramaz şeyler sadece bizi susturmak için. Bize sadece ölmeyeceğimiz kadar bir şeyler veriyorlar. Her sabah beşte onların pisliğini temizlemek için uyanmak istemiyorum” sözleri onların içinde yaşadıkları toplumsal düzene bakışlarını özetlerken, karakterler de bu bakışlarına uygun bir dünya kuruyorlar kendilerine.
Faouzi Bensaïdi karakterlerine ya da bize herhangi bir alternatif sunmuyor filminde ve sadece sergilemeyi tercih ediyor olan biteni ve belki de bu tercihine uygun olarak sade bir dil kullanmayı tercih ediyor genellikle. Tamamen değil, genellikle çünkü hikâye boyunca birkaç farklı sahnede bir parça biçimsel ve hatta stilize bir yönetmenlik tercihinde de bulunuyor. Örneğin gençlerden birinin tutkulu bir şekilde bağlandığı hayat kadınını ilk gördüğü sahne müziği, kamera kullanımı ve çocukların havaya fırlattığı teyp bantları ile biçimsel bir romantizm filminden alınmışa benzerken, aynı ikilinin gece kulubünde geçen ilk sahnelerinde de bir stilize filmde rastlasanız yadırgamayacağınız görüntüler geliyor karşımıza. Bu ve benzeri birkaç sahne dışında film klasik sinema diline bağlı kalıyor ve çelişkili görünen bu durum da sinema dili açısından bir parça olgunluk eksikliği gibi görünüyor. Hikâyedeki tek bir karakterin bile mutlu olmadığı, tümünün bir şekilde suça bulaştığı (ya da en azından onurlu davranmadığı) ve ailelelerin de ideal biçiminden çok farklı olduğu bu karanlık filmde Marc-André Batigne imzalı görüntüler bu atmofere uygun olarak çoğunlukla sanki koyu bir filtre kullanılmışcasına karanlık ve renklerin kaybolup yerini nerede ise siyah-beyaza bıraktığı bir havaya sahip. Yakın plan çekimlerin nadiren kullanıldığı film karakterlerine genellikle ne uzak ne yakın denecek bir mesafenin sağladığı belgeselvari tarafsızlıkla yaklaşıyor ve hikâyenin sosyal gerçekçi diyebileceğimiz tavrı ile örtüşüyor bu tercih.
Sevişmeye dönüşen kavga gibi klişe anları olsa da kimi sahnelerinde etkileyicilik yakalamayı başarmış film. Örneğin tüm bir final sahnesi ve filmin son 15 -20 dakikası mizanseni, kurgusu ve temposu ile hayli başarılı. Öyle ki bu anların başarısı tüm filme yayılsaymış çok daha başarılı bir sonuç elde edebilirmiş Faouzi Bensaïdi; terasta geçen bir öfke nöbeti sahnesi veya deniz kenarında üç arkadaşın kavga oyunu gibi bölümlerin de kanıtladığı bir durum bu. Üç arkadaşı canlandıran oyuncuların (Fehd Benchemsi, Fouad Labied ve Mouhcine Malzi) ve hayat kadını rolündeki Imane Elmechrafi’nin başarılı performanslar verdiği ve özellikle Malik rolündeki Benchemsi’nin dikkat çektiği filmde Richard Horowitz’in imzasını taşıyan ve dozunda bir Kuzey Afrika havasına sahipliği ile hikâyeyi destekleyen başarılı müzik çalışmasının da dikkat çektiği film yeterince güçlü değil ve sinema dili açısından da gerekli bir tutarlılığı içermiyor ama yine de ve hikâyesinin nasıl sonuçlanacağını tahmin etmenize rağmen ilgiyi hak eden bir çalışma. Radikal dinci örgütlerin -doğuda veya batıda- nasıl kolayca insan kaynağı bulabildiklerini hatırlatması ve çözümün mevcut toplumsal ve ekonomik düzen içinde pek de mümkün olmadığını göstermesi ile de önemli bir film bu.
(“Mort à Vendre” – “Death for Sale”)