“O gün yıkıcı bir güç yüreğimi ele geçirdi. Sonu düşündüm. Kendi sonumu. Forestier’in sonunu”
Cibuti’de görev yaptığı lejyonu bırakmak zorunda kalan bir eski çavuşun hikâyesi.
Amerikalı yazar Herman Melville’in yarım kalan ve ölümünden 33 yıl sonra yayımlanan romanından yola çıkılan senaryosunu Claire Denis ve onunla bugüne kadar 10 filmde iş birliği yapan Jean-Pol Fargeau’nun yazdığı, yönetmenliğini Denis’nin yaptığı bir Fransız filmi. Melville’in eserinin ruhunu koruyan ama ona kendi özgün ruhunu da ekleyen bir öykü ve bu öyküye çok uygun yaratıcı bir sinema dili ile Denis’nin kariyerinin en parlak örneklerinden biri olan yapıt, aradan geçen zamanla değeri daha da fazla takdir edilen bir çalışma oldu. Bugün bir kült olan kapanış sahnesi, Benjamin Britten’ın Melville’in romanına dayalı operasının müzikleri, erkek bedenine ve arzularına odaklanan içeriği ve görselliği, askerlerin eğitim sahnelerinin koreografisi, görüntü yönetmeni Agnès Godard’ın kamerasının zarif hareketlerinin daha da zenginleştirdiği kırılganlığı ve senaryo ile mizansenin yakaladıkları müthiş uyum ile tam bir başyapıt.
Melville’in yaşamının son beş yılında üzerinde çalıştığı novellası bugün onun eşsiz başyapıtı “Moby-Dick” ile birlikte en önemli iki eserinden biri kabul ediliyor. Bu yarım kalan kitap önce 1924’te, yazar için bir biyografi de hazırlayan Raymond M. Weaver tarafından, Melville’in eşinin yardımları ve bazıları hatalı yönlendirmeleri ile yayımlanmış. Daha sonra 1962 ve 2017’de yazarın geride bıraktığı ve “bir kaos” olarak tanımlanan taslaklardan daha doğru bir şekilde farklı kopyaları da hazırlanmış kitabın. Romanda kimi eleştirmenlere göre üzeri örtülü olan, kimilerinin ise varlığını kabul etmediği eşcinsellik unsurunu zaman içinde öne çıkaransa, İngiliz besteci Benjamin Britten’ın romana dayanan ve ilk kez 1951’de sahnelenen aynı isimli operası olmuş. Britten, Eric Crozier ile birlikte librettoyu yazan İngiliz yazar E. M. Forster ve ilk kadroda başrolde yer alan tenor Peter Pears’in eşcinsel olmalarının da tetiklediği ama operanın zaten Melville’in temalarını daha ileriye taşıması ile daha bariz olan bir temaydı eşcinsellik; daha doğrusu, cinsel olan da dahil arzuların ve diğer duyguların bastırılması. Roman ve opera, kraliyet donanmasına bağlı bir gemide geçen bir öykü anlatırken, mekânı Cibuti’deki bir lejyon olarak değiştiren ama gemideki gibi “erkekler ortamı”nı koruyan bu film ve Britten’ın eseri dışında başka uyarlamaları da olmuş kitabın: Louis O. Coxe ve Robert Chapman’ın ilk kez 1951’de sahnelenen ve 1949 tarihli ödüllü tiyatro oyunu; Salvatore Quasimodo’nun librettosundan İtalyan Giorgio Ghedini’nin bestelediği 1949 tarihli opera; Peter Ustinov’un yönettiği, 1962 İngiliz yapımı sinema filmi. Radyoya da uyarlanan Melville novellası, İngiliz şarkıcı Morissey’in 1994 tarihli albümü “Vauxhall and I “da yer alan ve kitapla aynı ismi taşıyan bir şarkıya da ilham kaynağı olmuş.
Rolling Stone dergisinin 2017’de 1990’ların en iyi 12. filmi seçtiği, prestijli sinema dergisi Sight and Sound’un 2022’de eleştirmenlerle düzenlediği ankette tüm zamanların en iyi 7. filmi olan ve Variety dergisinin yine aynı yıl açıkladığı listede tüm zamanların en iyi 69. filmi olarak ilan ettiği yapıt için bu dergide kullanılan şu nitelemeler Denis’nin yapıtını kesinlikle çok iyi tanımlıyor: “Erkek güzelliği ve bedeninin hipnotize edici bir balesi; daha önce hiçbir sinemacı, askerler arasındaki eril krizi bu denli güçlü biçimde yansıtmadı”. Çok doğru tanımlamalar bunlar kesinlikle; örneğin, -Denis’nin ifadesine göre, başta planlanmamış olsa da- Fransız dansçı ve koreograf Bernardo Montet’nin tasarladığı sahnelerde askerlerin fiziksel eğitimleri adeta modern ve düşsel bir bale gibi resmediliyor; Britten’ın operasından bölümlerin eşlik ettiği bu sahnelerde erkek askerlerin üst kısımları çıplak olarak yaptıkları egzersizlerdeki modern bale, modern dans ve yogadakileri andıran hareketleri Afrika’nın sıcak ve çıplak düzlüklerinde daha da güçlenen bir büyülü hava yaratıyor. Claire Denis’nin başarısı bu sahneleri inanılmaz bir doğallık ile resmetmesi ve bizi gördüğümüzün gerçekliğine ve dürüstlüğüne ikna edebilmesi kolayca. Gerek bu sahnelerde gerekse askerler arasındaki bazen fiziksel temasa/çatışmaya kadar uzanan ikili gerilimlere tanık olduğumuz anlarda, gözlerinizi görüntüden alamayacağınız bir görsellikle, erkeklerin özellikle yarattıkları ve böylece başka arzularının üzerlerini örttükleri eril karakteri ifşa ediyor Denis.
Üç temel karakteri var öykünün: Çavuş Galoup (Denis Lavant), onun komutanı Bruno Forestier (Michel Subor) ve lejyona yeni katılan genç ve yakışıklı asker Gilles Sentain (Grégoire Colin). Lejyonu adeta yuvası olarak gören ve varlığının orada anlam ve değer kazandığına inanan Galoup askerleri titiz bir disiplinle yönetmektedir ve komutanını da kendi kahramanı olarak görmektedir. Yerli bir kadın sevgilisi olan Galoup’un yeni asker Sentain’in lejyona gelişinden itibaren “yüreğini ele geçiren yıkıcı güç”le ilgili bir neden koymuyor ortaya senaryo ama öykünün gelişimi, bu yeni genç adamın gördüğü ilgi ve özellikle de Forestier’in onu beğenmesi ve takdir etmesinin bir kıskançlık ve rekabet duygusu yarattığını ama bu duyguların arkasında sadece iktidarını koruma kaygısının değil, onun Sentain’in çekiciliğinden etkilenmesinin de yattığını düşündürüyor. Galoup’un finaldeki dansını bu bağlamda değerlendirmek ve bu sürpriz eylemi/sahneyi bir özgürlük hissinin dışavurumu olarak anlamak mümkün. Bugün bir kült sinema ânına dönüşmüş olan bu sahnedeki şarkının Corona’nın 1990’ların hayli popüler ve özellikle eşcinsel çevrelerde bir marşa dönüşen “The Rhythm of the Night” adlı parçası olması da destekliyor bu yorumu. Bu sahneyi anmışken, öykü boyunca sade ve hep üzeri örtülü bir sertlikle dolu performansla göz dolduran Denis Lavant’ın beklenmedik çılgın dansı ile öyküye damgasını vurduğunu da belirtmekte yarar var.
Filmin sondaki sürprizinin dışında, açılışta bizim için ayrı bir sürprizi var: Cibutili genç kadınlar ve onlara eşlik eden Fransız askerlerin dans ettiği bu sahnede Tarkan’ın “Şımarık” şarkısı kullanılmış. 1997 tarihli, Türk popunun tüm dünyada en çok ilgi gören örneklerinden biri olan ve Fransa’da da 3 numaraya kadar yükselen şarkının popülaritesi Tarkan’ı Cibuti’de geçen bir öyküye taşımış ve Fransız askerlerin şarkının nakaratının öpücük sesli kısmına eşlik ettiğini görmek kesinlikle çok hoş bir duygu yaratıyor. Bir diğer ilginç durum ise bir başka filme yapılan bir gönderme: Denis’nin filminde Michel Subor, Bruno Forestier adında bir askeri canlandırıyor ve bu oyuncu Jean-Luc Godard’ın 1963’te gösterime çıkan “Le Petit Soldat” filminde aynı ismi taşıyan bir genç askeri oynamıştı. Cezayir savaşı sırasında askerden kaçan ve bir sağ terörist örgüt (Fransız istihbaratı ile ilişkili olan örgüt Cezayir’in bağımsızlığı için çalışanları ortadan kaldırma hedefi ile hareket ediyordu) için çalışan bu askerin yıllar sonraki hâli olarak hayal etmiş Denis kendi filmindeki karakteri.
Lejyon içindeki görüntüler dışında, yerel halkın veya askerlerin kasaba içinde görüntülendiği anlarda da hem belgesel gerçekçiliğini yakalamayı hem de bir büyülü havayı korumayı hep başaran filmde Galoup karakteri zaman zaman bir anlatıcı olarak düşüncelerini ve duygularını paylaşıyor ama seyrettiğimiz öyküyü, onu hemen her sahnede göstermesine rağmen, onun gözünden anlatmıyor Denis. “Hikâyem basit. Fransa’dan uzun bir süredir ayrı olan bir adamın, çavuşken orduyu bırakan bir adamın hikâyesi. Çavuş Galoup. Bu benim. Yaşamla uyumsuz. Sivil yaşamla uyumsuz” veya “Eğitim, nöbet, çamaşır, ütü, izin” gibi sözler duyuyoruz onun ağzından ve bu sözler onu ve lejyonu daha iyi anlamamızı sağlıyor ama senaryo olan biteni onun ya da bir başkasının bakış açısından deği, tarafsız birinin gözünden anlatıyor. Bunu yaparken, Galoup karakterini bir araç olarak kullanıyor film ve o eril dünyayı açıyor bize. Bu dünyayı anlatırken de düz bir öykü mantığı ile ilerlemiyor ve nostaljik bir hüzün tadı da veren (ki belki de öykünün Galoup’un hissettiklerini benimsediği tek unsuru bu) bir sinema dili ile kırılgan ve zarif bir dünya yaratıyor, sergilediği bu dünyanın tüm eril boyutuna rağmen.
Claire Denis ile birden fazla yapıtta iş birliği yapan görüntü yönetmeni Agnès Godard’ın çalışması, aldığı César ödülünün de bir kanıtı olduğu gibi, filme önemli bir çekicilik katıyor. Özellikle “aksiyonsuz” ve sessiz anlarda kameranın yumuşak kaydırmaları düşsel bir zarafetin yaratılmasının en önemli aracı olurken, çıplak Afrika toprağı üzerindeki genç erkek bedenlerinin koreografik hareketleri ile yaratılan ince erotizm de filme çok önemli bir güç ve çekicilik katıyor. Seyrettiğimiz öykünün içeriği ve meselesi ile o denli uyumlu ki bu görsel çalışma, ikisini de bir diğeri olmadan düşünmek mümkün değil; bu da Denis’in filmini neden rahatlıkla bir sinema başyapıtı olarak tanımlayabileceğimizi açıklıyor bize.
“Sentain’in bir zayıf noktası olmalıydı. Herkesin kendi içinde bir çöplüğü vardır. Benim teorim buydu” diyor bir sahnede anlatıcı sesi ile Galoup ama aslında bu sözler bir bakıma kendi zayıf noktasının farkında olmayan ya da görmezden gelen bir adam olarak, kendi acizliğini anlatıyor. İkili sahnelerinin birinde onunla Sentain arasındaki ve Britten’ın müziğinin eşlik ettiği “kavga” sahnesi işte bu acizliğin üzerinin örtülmüş olmasının önemli bir örneği olarak gösterilecek ve sembolizm yüklü bir bölüm. Bedenlerinin üst kısımları çıplak olan iki erkeğin dövüşmeye hazırlanan iki vahşi hayvanı andırırcasına birbirlerini önce belli bir mesafeden sert bakışlarla süzmeleri ve fiziksel olarak yakınlaştıkça gerilimin de artması ve sert bir dansı andıran beden hareketleri, -tek taraflı- bir homoerotizmi nerede is elle tutulacak kadar somutlaştırıyor; işte bu ve benzeri sahneler Galoup’un sondaki dansını, onun “Özgürlük pişmanlıkla başlar belki de” sözünü de doğrularcasına, bu acizliğin sonucu olan eylemlerin nedeni olan pişmanlıkla yüzleşilmesinin metaforu yapıyor. Danstaki o çılgın hareketlerin kavuşulan özgürlüğün sonucu olduğunu düşünebiliriz bu bağlamda.
Charles Henri de Pierrefeu imzalı orijinal müziklerin yanında, kullanılan diğer tüm müzikler de bu öykü için yazılmış düşüncesini uyandıracak kadar doğru seçilmiş görünüyor. Yukarıda anılanlar dışında, örneğin askerlerin toplu yürüyüş sahnesinde kullanılan, Neil Young ve Crazy Horse’un 1994 tarihli “Safeway Cart” şarkısı sanki Young tarafından özellikle bu film için yazılmış gibi bir uyum taşıyor görüntüler ile. Nelly Quettier’in filmin görsel ve içerik uyumunu daha da zenginleştiren ve duyguların temposunu yakalayan (ya da temposunu duygulardan alan) kurgusunu da başarıları arasına katmamız gereken film doğrudan bir politiklikten uzak dursa da, gerek askerler arasındaki etnik farklılıklarla gerekse yerel halk ile lejyon arasındaki ilişkilerde bastırılmış bir gerilimin varlığını sık sık hissettiriyor bize. Bunu yaparken de gerçekle düşsel olanı birbirlerini bütünleyecek şekilde bir araya getiriyor ve klasik bir öykü anlatımı yerine görüntü, ses ve ritmi ile kendine has bir bileşim yakalıyor.
Filmin görüntü yönetmeni Agnès Godard insan yüzünü ve bedenini “En tükenmez manzara” olarak tanımlamış bir konuşmasında; burada Claire Denis ile bu manzaranın hakkını veriyor kesinlikle ve bunu hemen hiç çıplaklığa başvurmadan yapıyor. Konuşmaların ortalama bir filme göre oldukça az olduğu film bu açıdan bir dans tiyatrosu ve bazı anları ile de balenin öykü anlatma aracı olarak kullanıldığı bir yapıt olarak tanımlananabilir; tüm bu tanımlamaların ötesinde söylenmesi gereken ise, filmin sinemanın en özgün başyapıtlarından biri olduğu.