“Söylemiş miydim? Ben sinemayı çok severim. İçeri girersin; film başlar, her şey rüya gibi güzeldir. Öyle değil mi?”
Yoksul bir genç kızın sinemanın büyülü dünyasında kendisini kaybederek gerçek hayatından kaçmasının hikâyesi.
Füruzan’ın 1973 tarihli “Benim Sinemalarım” aslı öykü kitabına adını veren öyküden kendisinin senaryolaştırdığı ve yönetmenliğini Gülsün Karamustafa ile birlikte üstlendiği bir Türkiye yapımı. Her iki ismin de ilk ve son yönetmenlik çalışması olan film 1990’da Cannes’da Eleştirmenlerin Haftası bölümüne seçilmiş ve bir “ilk film” olarak Altın Kamera ödülüne de aday olmuştu. İki kadın sinemacının anlattığı ve kahramanı kadın olan bu film sinemamızın ciddi bir kriz içinde olduğu dönemde çekilmiş, “eli yüzü düzgün” olarak nitelendirilebilecek çalışmalardan biri. Bir yandan ticarî bir anlayıştan uzak duran ama öte yandan Hülya Avşar’ın fiziğini -hikâyenin içeriği ile uyumulu olsa da- bolca kullanmaktan kaçın(a)mayan film biri yazar diğeri ressam olan iki yönetmeninin sanatlarının katkılarının hissedildiği; senaryonun kaynak hikâyenin gerisinde kaldığı ve hikâyenin bir sinema süresine uzatılırken aksamasından kaynaklanan sorunlar taşıdığı ve sinema dilinin yeterince tutarlı ve olgun görünmediği bir çalışma. Çekim koşullarından kaynaklanan sıkıntıları da olan film yine de sinemamızın sinemanın büyüsünü gündeme getirdiği nadir örneklerden biri olarak, yoksulluğun ve çıkışsızlığın sonuçlarını dürüst bir şekilde dile getiren ve bir meseleyi dert edinen yaklaşımı ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma.
Aynı görüntü ile başlıyor ve sona eriyor film: “Gemici Sinbad” (Richard Wallace’ın yönettiği 1947 yapımı “Sinbad, the Sailor”) filminin yazlık sinemada gösterileceğini müjdeleyerek sokaklarda dolaşan ve filmin dev bir afişinin asılı olduğu bir kamyonet ve onun peşinde koşan çocuklar. Bu çocuklardan biri filmin kahramanı olan Nesibe, diğeri ise onun sinema sevgisini paylaşan arkadaşıdır. Sinemanın büyüsüne kapılan iki küçük kızla ilk tanışmamız için doğru bir film bu; çünkü sonuçta Sinbad da büyülü denizlerin kahramanıdır ve filmin başrollerindeki Douglas Fairbanks Jr. ve Maureen O’Hara sinema sanatının sevenlerine armağan ettiği büyülü dünyanın iki büyük yıldızıdır. Tarih belirtilmese de 1940’ların sonlarına ait olduğunu varsayabileceğimiz bu görüntülerden sonra filmin asıl hikâyesi 1950’li yıllarda geçiyor. Selim Atakan’ın nostaljiyi hatırlatan melodileri ve klasik Yeşilçam’ın sanat müziği tonlarına sahip olan müziği eşliğinde seyrettiğimiz hikâye evden kaçtığı anlaşılan ve 3 gündür ortada olmayan Nesibe’nin yaşadıklarını ve bu noktaya nasıl gelindiğini geriye dönüşlerle anlatıyor. Annesinin içinde yaşadıkları hayatın bir başka kurbanı olduğu hikâyede bu geriye dönüşler zaman zaman zarif ve dokunaklı bir hava taşıyor; ne var ki günümüz ile geçmiş arasındaki bu geçişler her zaman yeterince etkileyici olamıyor. Tek tek belli bir başarısı olan sahneler bir araya geldiğinde toplamları kadar güçlü bir etkiye ulaşamıyor ve geçişler de her zaman yeterince yumuşak değil. Bir başka ifade ile söylersek, sürekli değil kesik kesik bir anlatımı var filmin adeta.
Hemen tüm dış çekimlerde sokakların bomboş olması (kalabalık sokakların gerektirdiği bütçenin ortada olmaması nedeni ile herhalde) ve evlerin pencerelerinde bile bir insan yüzünün görünmemesi filme yadırgatıcı ve rahatsız edici bir ıssızlık havası veriyor. Dolayısı ile Nesibe ve erkek arkadaşı kalabalık bir pastaneden dışarı çıktığında karşılaştığımız boş sokaklar tuhaf bir duruma neden oluyor. En azından birkaç figüran neden kullanılmamış bilmiyorum ama bu sonuç hikâyenin gereksinim duyduğu atmosferin tam tersini yaratıyor sık sık ve genç kızın erişmeye çalıştığı renkli ve büyülü hayattan uzak tutuyor bizi. Hikâyenin bütünü içinde bir yere oturtulamayan sahneleri de var filmin: Örneğin büyük bir evin farklı odalarını paylaştıkları komşulardan biri olan sakallı adam ve çarşaflı karısı o tek sahnelerinde neden gösteriliyor bize? Amaç genç kadının yaşadığı hayat ile yaşamak istediği hayat arasındaki farkı vurgulamaksa, bu amaca hizmet etmiyor bu sahne ve daha çok ilgisiz bir “yobazlık” eleştirisi gibi duruyor. Çocuk oyuncuların performansı ve genel olarak dublaj çalışması da çok parlak değil filmin ve yeterli katkıyı sağlayamıyorlar filme.
“Kırmızı Değirmen” (John Huston’ın 1952 yapımı “Moulin Rouge”), “Kontun Aşkı”, “Lekeli Kızlar”, “Otel Emperyal” (Robert Florey’in 1939 yapımı “Hotel Imperial”, “Kamelyalı Kadın” (George Cukor’un 1936 yapımı “Camille”), ”Niagara” (Henry Hathaway – 1953), “Aşkım Kılıcımdır” (Milton Krims ve Vittorio Vassarotti’nin 1954 yapımı “Crossed Swords”) fimlerinin de aralarında yer aldığı dönemin popüler filmlerinin dev afişlerinin -ne yazık ki metruk olduğu gizlenemeyen- binalara asıldığı ve sinemaların tavanlarının zarif kabartmalarla süslü olduğu (İstanbul’un yok olan sinema mekanlarından biri olan Alkazar sinemasında geçen bir sahne de var filmde) dönemde geçiyor hikâye. 1950’li yıllar şehirlere göçün yavaş yavaş başladığı, Batı’nın kapitalizmi ile ilişkilerin arttığı ve sanayileşme ile işçi (ve yoksul) sınıfın büyümeye başladığı bir dönem. Hikâyedeki Nesibe karakterinin özellikle yaşlı erkeklerle beraber olurken bir anlamda kendisini yok ettiğini söylemek mümkün. Bu beraberlikler sırasındaki ve sonrasındaki kayıtsızlığı da olmak istediği ile olduğu arasındaki derin farkı çözememekten kaynaklanan bir “kendini cezalandırma” olarak görülebilir sanırım. Annenin geleneksel Türk kadını olarak -içindeki derin bir mutsuzlukla birlikte- kabullendiği hayattan kurtulma çabası sırasında saptığı ayrıksı ve tehlikeli bir yolun yolcusu olacaktır Nesibe. Senaryonun aksaklıklarına rağmen ve kaynak öykünün gücü sayesinde genç kadınının hikâyesini etkileyici ve ilginç kıldığını söyleyebiliriz ama sahip olduğu postansiyeli yeterince değerlendiremediği de açık filmin.
Nesibe’yi canlandıran Hülya Avşar’ın sade bir oyunculukla rolünün hakkını verdiği, komşuları olan kadına sinema sevgisini anlattığı ve Marilyn Monroe’nun “Niagara”daki bir sahnesini taklit ettiği bölümde olduğu gibi zaman zaman parladığı filmin onu hikâyenin içeriğine her zaman uygun bir biçimde kullanmayıp “leğen içindeki banyo” sahnesinin gereksiz uzatılmasının bir örneğinde olduğu gibi hikâyeye yakışmayan bir noktaya yerleştirdiğini de söylemek gerekiyor. Özellikle iç mekan tasarımlarının başarısı ve sonlardaki “sinema lobisindeki kırmızılı kadın” (bir Marilyn Monroe göndermesi bu ve muhtemelen Nesibe’nin akıbetinin de habercisi bu kadın) sahnesi ve benzeri başarılı bölümleri ile ilginç ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma bu. Önemli kusurları ve bir “tam olmamışlık” hali olsa da, görülmeli.